Lutherci Yetkecilik
“Özgürlük’ten Kaçış” adlı eserinde, bu kaçışın ruhbilimsel işleyişini yetkeci yaklaşım doğrultusunda ele alan Erich Fromm, bir yanda yetkeye sevgi, diğer yanda ve aynı anda, güçsüzlere karşı kin duymanın, yetkeci kişiliğin tipik özellikleri olduğunu ifade etmektedir.
Fromm, Protestancılık ve Calvincilik öğretilerinin ruhbilimsel öneminin çözümlemesini yaparken, Luther‘in ya da Calvin‘in kişiliklerini değil, fikirlerinin hedef aldığı toplumsal sınıfların ruhbilimsel durumlarını tartışır. Luther’in dinbilimi, insanın çaresizlik ve kuşku duygularını dile getiriyordu: “Birey yalnızca kendi önemsizliğini kabul etmekle kalmayıp kendisini olabildiğince aşağılamakla, bireysel iradeden en küçük kırıntısına dek vazgeçmekle, kendi bireysel gücünü yadsıyıp ayıplamakla Tanrı önünde uygun bir birey olmayı umabilirdi.”
Ancak Fromm’a göre, Luther’in öğretileri gibi kişiliği de yetkeye karşı kararsız bir tutum içindedir: “Bir yandan yetkeden -dünyasal yetkeden de buyurgan Tanrının yetkesinden de- müthiş korkar, öte yanda, yetkeye karşı -kilisenin yetkesine karşı- isyan eder. Kitlelere karşı tutumunda da aynı ikilik vardır. Kendi koyduğu sınırların içinde isyan ettikleri sürece onların yanındadır. Ama onayladığı yetkelere saldırdıklarında kitlelere karşı yoğun bir kin ve aşağılama duygusu öne çıkıverir.”
Bugün ideolojiler uğruna, yetkeci ve aynı zamanda değişken, kararsız bir tutum içerisinde olan ve bu gri alanı güzelleyen, kendi davasızlık güdümünün hizmetine sunan manipülasyon merkezli yeni türden bir sözde “inşa” sürecine girilmiş, hiçbir şeyin üstüne hiçbir şey konulamaz, bir artı bir, bir bile etmez ve hakikat eksiye düşer hale gelmiştir.
İdeolojik varlığın beslenme biçimlerinden biri olan duygusal manipülasyon mevcut kavramları alaşağı ederek, tersini yüz ederek, kendi yetkesine uygun bir biçim verdikten sonra tekrar kullanıma sokarak, kavramın kendisine ve özüne de ihanet etmektedir.
Sadistçe egemenlik kurma özlemi, Kavgam’da çeşitli biçimlerde dile getirilmiştir. Hitler’in tipik sadist yaklaşımıyla “küçük gördüğü” ve “sevdiği” Alman kitleleriyle olan ilişkisinde olduğu gibi, sadizminin önemli bir parçası olan yıkıcı öğeleri yönelttiği siyasal düşmanlarıyla olan ilişkilerinde de bu özlem belirleyici özelliği oluşturmaktadır. Hitler, propagandanın temel etmeninin, konuşmacının üstün gücüyle dinleyenlerin iradesini yenmesi olduğunu açıkça belirtmektedir.
Hitler, kitlelerin de egemenlik kurulmasından elde ettikleri doyumdan söz eder. “Onlar, güçlülerin utkuya ulaşmasını, güçsüzlerinse ortadan kaldırılmasını ya da koşulsuz teslim olmasını isterler.”
“Zayıfa egemen olmak yerine, güçlüye boyun eğen… kadınlar gibi, kitleler yalvaranı değil, yöneteni severler ve içten içe, liberal özgürlüğün verilmesinden başka rakip tanımayan bir öğreti onları çok daha fazla doyurur; çoğu kez bu özgürlüğü ne yapacaklarını şaşırırlar hatta çabucak kendilerini terk edilmiş hissederler. Tinsel olarak kendilerini dehşete düşüren küstahlığı da kavrayamazlar, insansal özgürlüklerinin insafsızca engellenmesini de çünkü öğretideki aldatmaca hiçbir şekilde kafalarına dank etmez.”
Hitler’in kendi öz yetkeciliği ise insanın onu fethedebileceği fikrini küçümsediği doğaya yöneliktir: “Doğa, bizim buyruklarına uymamız gereken büyük güçtür; egemenlik altına alacağımız şeyse, yaşayan canlılardır.”
Erich Fromm’a göre, “özgürlük arayışı bir fizikötesi güç değildir ve doğal yasalarla açıklanamaz; bireyselleşme sürecinin ve kültürün gelişmesinin kaçınılmaz sonucudur. Yetkeci dizgeler, özgürlük arayışını doğuran temel koşulları ortadan kaldıramazlar; bu koşullardan kaynaklanan özgürlük arayışını da yok edemezler”.
21.yy’da toplumsal olguları, beklentileri, yaşamın yeni dinamizmini hala eski sözcüklere ve kavramlara sığdırmaya çalışmak da bizi işin içinden çıkılmaz ve gereksiz tartışmalara sürükleyerek zaman kaybından başka bir yere vardırmamaktadır.
Yeni çağın bunca yeni gündemlerini eski kavramlara sığdırmaya çalışmak, yetersiz olmakla kalmadığı gibi, yeni olguları, yeni tanımlamaları keşfetme ihtiyacını göz ardı ettirmekte ve gerçek tehlikelerle baş etme konusunda da zihinleri zayıf düşürmektedir.
Madem ki buralara gelemedik, o halde bize düşen makarayı başa sarıp durmak değil oltayı derinlere atmak, olan biten şeylerin özüne, esansına dikkatimizi vermektir.
Erich Fromm der ki, “Tek başına ‘bilgilendirilme’ de bilginin yokluğu kadar büyük bir engel oluşturabilir.”
“Sözcükler, hakikati gizlemede hiçbir zaman bugünkü kadar yanlış kullanılmadı. Yandaşlara ihanete barışçı politika dendi; askeri saldırganlık, saldırıya karşı savunma olarak kamufle edildi; küçük ülkelerin fethi dostluk anlaşması diye anılıyor; bütün bir halkın acımasızca ezilmesine, Nasyonal Sosyalizm deniliyor. Demokrasi, özgürlük ve bireycilik sözcükleri de bu şekilde kötüye kullanıldılar. Demokrasiyle faşizm arasındaki ayrımın gerçek anlamını tanımlamanın tek bir yolu var. Demokrasi, bireyin eksiksiz gelişmesi için gerekli ekonomik, siyasal ve kültürel koşulları yaratır. Faşizmse, hangi ad altında olursa olsun, bireyi, kendisinin dışındaki amaçlara boyun eğmek durumunda bırakır ve gerçek bireyselliğin gelişmesini köstekler. Demokrasi, ancak ve ancak, insan aklının alabileceği en güçlü inancı, yaşama ve hakikate olan inancı ve bireysel benliğin etkin ve kendiliğinden gerçekleşmesi şeklindeki özgürlüğe olan inancı insanlara aşılayabilirse nihilizmin güçlerine karşı zafer kazanabilir.”
Demokrasiyi yalnızca bir yönetim biçimiyle ilgili bir kavram olarak algılayan, bir edim biçimi olarak gereksinimlerini benimseyememekten ötürü çareyi onu günah keçisi ilan etmekte arayan toplumların sorunlarını bu kavramın kendisiyle kavgalarında değil tutumlarında aramak gerekmektedir. Tutumdaki hata değişse, demokrasinin kendisi sözcük dağarcığımızdan çıksa bile sorun olmayabilirdi.
Hakikatin sözcüklerle alt üst edildiği bu çağda belki de sözcüğün ta kendisi, işaret etmek istediği şeye gölge ediyordur, kim bilir.
Özne-Merkezsizleştirilmiş İletişim
“Kabuki tiyatrosunda “aya bakmak” denilen ve oyuncunun işaret parmağıyla gökyüzünü gösterdiği bir hareket vardır. Bir oyuncu hayal edelim: Çok yeteneklidir; bu hareketi çok zarif bir şekilde yapar; seyirciyi, yaptığı hareketin güzelliğiyle büyüler, herkesi bu konudaki ustalığına hayran bırakır. Başka bir oyuncu hayal edelim: O da aynı hareketi yapar, ama seyirci hareketin zarafetinin farkına varmaz, ayı gösteren oyuncuyu değil, oyuncunun işaret ettiği ayı görür. Yoshi Oida’nın gönlü, seyirciye ayı göstermeyi başaran oyuncudan, yani “görünmez” olabilen oyuncudan yanadır.”
Modernliğin, insanları sürekli kendini yeniden yaratma ve onaylatma arzusuna boğduğu bu çağda; her türden iletişim esnasında yüz’de beliren şey çoğu zaman, işaret ettiği nesne’den ziyade kendi’liğinin bir resmi olarak açığa çıkmaktadır. Bu durumda yüz, nesne’yi kendi’liğine katmaya yönelik biçimde araçsallaştırmaktadır. Nesne’yi işaretleyenin tavrı ise kendi suretinde dahi kendisi değildir. Ay’a bakarken, Ay’ı işaret eden kadının yüzü simgesi gibi.
Nesne-merkezli iletişim, ben’lik olgusunu talep etmez. Benliğin bir biçimde geri planda kalması mevcut odağın, yani iletişim nesnesinin ya da konusunun sürekli ilgi talep eden kendi öz doğasından kaynaklanmaktadır. İnşa süreci söz konusu olduğunda ise, bu durum herhangi bir “üretim nesnesinin” sürekli ilgi talep eden öz doğasına yönelmek anlamına gelmektedir.
Kendi’ni doyurma arzusunun dışına çıkabilen, ben’liğin ötesine yönelen bir dikkatin zarafeti, bizi özgürleştiren şeydir. Bu türden bir eğilime sahip olan iletişim, kendine dönük olmakla sınırlı kalmayarak sağlıklı ve eşitlikçi bir ilişkinin inşasına doğal yoldan temel atar. Diğer yandan özne-merkezliliğin hakim olduğu iletişim türleri hatta üretim nesneleri dahi kendi’liğini ortaya koymuş olmaktan ve onaylatmaktan öteye geçememektedir.
Kendi’liğini onaylatmak motivasyonunda olan özne-merkezli iletişim, karşısındakinin kendi’liğini paralelize etmekle kalmaz aynı zamanda kendinin de gerçek bir versiyonunu ortaya koyamaz. Nihayetinden hiçbir onaylatma girişimi kusurlu ve tam bir gerçeklik üzerinden açığa çıkmaz.
Bu davranışın olumlaması ise bir geri ödeme biçiminde karşısındakinin kendi’liğini merkeze almak demek değildir. Aksine her ikisi de aynı biçimde ve aynı sebeple her iki taraf için tehlikeli ve riskli, iletişimin inşa talep eden öz doğası için yararsızdır.
Hiçbir üretim, bir girişim ve çaba ne bilimde, ne sanatta, ne teknolojide, ne de günlük hayatta tamamlanmış değildir. Toplum olmanın doğası da ne bireylerden ne olgulardan ne de herhangi bir üretimden bu tamamlanmışlığı talep etmez. Ancak kendi’lik zihniyeti içindeki kişi, her ilişki kurduğu varlığı kendi’ne katmaya adadığından ve kendi’liğinde bir tür mükemmellik/tamamlanmışlık görme gayreti içerisinde olduğundan, kısacası gerçek dışı bir imge yaratma çabası içinde olduğundan, inşa sürecinin gerçekliği kabul edilir ya da tahammül edilir değildir. Aksine dondurulmuş bir kalıba döktüğü kusursuz bir ideali daha fazla tercih eder ve sergiler, böylece inşanın kendisini sekteye uğratır.
Oysa ki inşa dinamiktir, kümülatiftir sonsuz bir eylem zincirinin yaşadığımız ana paye olan ve her daim daha fazlasını, açığa çıkmamış yanlarını, yani potansiyelini de talep eden izdüşümüdür.
Kişi kendine kattıkça, kendinden taştıkça başkalarına akar ve toplum oluşur. Kişinin kendi’liğinde kalması ise aynı zamanda doyumsuz bir kendi’lik çemberinde dönüp durmak, gerçek bir inşa sürecinin içine asla girememek demektir. Yaptıkları eylemler de günün sonunda kendi biricikliğini onaylatmak ve beslemekten başka bir şey ifade etmez.
Her şeyi kendi’liğine katmakla meşgul olacak kadar aç biri, sonsuza kadar aç bir ağız gibidir, doyurulamaz; daima kendi’liğini beslerken, başka’ya da özne-merkezli bir iletişim yoluyla yönelir.
Freud’a göre oral ve anal kişilik özellikleri gösteren bu alıcı kişiliğin gelişmiş ağız yapısı gibi fiziksel özellikleri ve sık sık doyurulma, emzirilme düşleri görmek gibi davranışsal eğilimleri, bu dünyaya karşı olan “alıcı tutumlarının” beden diliyle anlatılmasıdır. Yetkeci toplum zaten tam da oral evredeki bir yavru gibidir, anne sıcaklığını ve güvenliğini andıran bir yetkeye kendiliğini devretmekten mutluluk duyar.
Alıcı kimlik, mağduriyet ile paraleldir. Daha doğrusu kişinin alıcı yönü mağduriyet kanalıyla açığa çıkar, mağduriyet kanalına geçiş yapabilmiş her söylem alacaklıdır.
Herkesin kendi’liğini doyurduğu bir toplumda başka’yı doyurabilen bir yetişkine giderek yer kalmayacaktır. O zaman her alanda daha fazla yetersizlikle baş etmek durumunda kalınacaktır.
Bireyleri ve toplumları bu denli aç bırakanlar ise, onların kendi’liklerini baskılamış; güç ve kontrol imgelerini kabul ettirmiş yönetim biçimleridir. Gücün baskılayıcı yönünün bu denli açığa çıkmasına izin vermek, o sonsuz aç ağzı beslemek demektir. Buna karşın ne gerçek anlamda gücün sahibi tatmin olur, ne de onu beslerken aç bırakılan toplum.
Oysa yetke istencine her zaman, her yerde karşı durmak gerekir. Ancak burada hassas bir gizil aşama daha var ki; yetke istencine onun yerine geçmek için karşı koyanları, yetke istencine karşılık, özgürlük istenci için savaşanlardan ayırmak gerekir. Özgürlük istenci, içinde yetkecilik barındırmaz, aksine her türlü yetkeciliğe direnir. Hatta diyebiliriz gerçek özgürlük, her an, her yerde, her türlü yetkeciliğe karşı sürekli açılan bir savaşla mümkündür. Özgürlük hiçbir zaman size altın tepside sunulmayacak ancak parıltılı bir illüzyonla rahatlıkla elinizden alınabilecek bir şeydir.
Her halükarda kendi’likleri onaylanmış bireylerden oluşan bir toplum zaten, “olmak” ve “kimlik” gibi olguları aşıp, “yapmak” ve daha da ötesi olan “inşa etmek” boyutuna geçecektir. Üstelik doyumlu bir kendi’lik içinde olan kişi, kendi’ni teslim etmekten, yani özne-merkezliliğini aşan bir varlık olmaktan, başka’ya yönelmekten çok daha büyük bir doyum alacaktır.
Herkesin kendi’liğinin, kendi yetke’sini taşıdığı bir dünya, ben-merkezci gibi görünme yanılgısının aksine, aslında dışa dönük olmakla, yani nesne-merkezlilikle çok daha fazla ilgilidir.
Levinas’a göre “etik ilişki” birbirine yüzünü açmakla başlar, buna kendiliğini açmak da diyebiliriz. Taraflardan birinin diğerinin çağrısına yanıt vermesi, kaçınılmaz bir biçimde başka’ya tüm benliğiyle yönelmesi ve vericiliğiyle gerçekleşen bir ilişkidir bu. İki kişinin arasındaki etik ilişkide, tarafları birbirinin cehennemine inmekten ise “üçüncünün adaleti”nin kurtardığını söyler. Söz konusu üçüncü, gerçek bir kişi olabileceği gibi; kurum, meslek, töre ya da bir kavram, hatta bir nesne dahi olabilir.
Bu aşamaya gelebilmek, kendi’liğin ötesine geçmiş bir biçimde yapılanmış bir toplum olabilmekle ilgilidir. Aksi halde, üçüncüyle gelen adaletin doğal olarak getirdiği inşa süreci gelişemez. Çünkü henüz kendi’likleriyle meşguliyet hali zaten kişilerin birbirleriyle etik ilişkiye girmelerini engellemektedir. Başka’nın çağrısına yanıt vermeden etik ilişki kurulamaz ve üçüncü’yle gelen adeletin gerekliliği olan inşa sürecine geçilemeden de toplumsallık kurulamaz.
Bütün bunlara bakılarak bireyin eylemlerinin, kendi’liğine dönecek biçimde, kendi’liğini beslemeye yönelik mi; yoksa doğrudan ve hakikaten o eylemin kendi anlam ve amacına yönelik mi olduğunu, hatta bunun da ötesine geçerek, başka’ya yönelim ve inşaya katılım gösterip göstermediğini ayırt edebilmek mümkündür.
Elbette ki bu aşamaya gelmek her yiğidin harcı değildir fakat bu yalnızca belli bir gelişmişlik düzeyiyle ilgili olmayıp, aynı zamanda kişinin tutum’u ile de ilgilidir. Kişi ancak halihazırda doyumlu bir yetişkinse bu tutuma sahip olabilir. Değilse, neden bu tutuma sahip olamadığını kendi’liğinin aç bırakıldığı toplumun genel yapısında aramak gerek.
Arzusunun nesnesini, kendi’nin ötesine, başka’ya yöneltebilen, kendine katmaya(da)bileceği bir başka’yı dikkatinin çemberine alan ve arzusunun merkezi kılabilen, ona salt varlık olarak bir yönelim ediminde bulunabilen ne beklenti alanı, ne de yarar mekanizması kurmadan çıkar ve hatta herhangi hiçbir amaç gütmeden etkileşimde bulunabilen tavırlar geliştirmenin yolu, bir tutum olarak yarar beklentisizliğini ilke edinmektir.
‘Tutum’u Olmayanın Tavrı Ne Olur?
İnşanın en belirleyici yönü, üretimin öncesi (pre-üretim), yani “tutum”dur. Yetkeci bir tutumu ilke edinen kişinin tavrı; belirsizdir.
Kendi’liğin beslenmesi üzerinden inşa edilen tutum için dışarıda olan bitene yönelim, o büyük açlığın giderilmesi için iştahla aranan ‘yarar’ın keşfedilmesinden ibarettir.
Görünüşte benlikçi ve bireysel tavır sergileyen bir kişi ya da bir toplum aksine özde çok daha biz’ci bir tutum içerisinde olabiliyorken, gelenekleriyle tamamen biz’ci görünümlü olanların da tam da gerekli şartlar sağlandığında son derece ben’likçi bir tutum içerisinde olabildikleri açığa çıkabilmektedir. Dolayısıyla, gelişmiş toplumların, tavrını değil tutumunu incelememizin önemi ortaya çıkıyor.
Oysa biz çoğu zaman beğeni ya da saygı duyduğumuz her şeyde olduğu gibi, ‘tutumu’, ‘esansı’, ‘özü’ inceleyeceğimize tavra takılıyoruz. Hatta daha da ötesi, bir tür hayranlık nesnemiz haline getirdiğimiz imgeyi, tavır olarak üzerimize giymeye taklit etmeye çalışıyoruz. Bunun da nedeni yine yetkeci eğilimlerimizde gizlidir. Bu eğilim öyle boyutlara varır ki, hayranlık nesnemizi kendimize hapsetmeye çalışmak hatta bir noktada bunu, onu dışlayarak yapmak yoluna gideriz. Aslında ileri, aşmış ya da gelişmiş durumda olan her ne varsa oradaki tutumu gözlemlemek, orada olan biten şeyin kaynağına gitmek demektir. Bu yaklaşım gözlemciye daha gerçek bir okuma sağlayacaktır.
Toplumların, bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde yaşadıkları zihinsel ve ruhsal tutulmalar; en çok da tavırlarıyla “-mış gibi yapanlar” kitlesinin, gölgeli tutumları altında gerçekleşmektedir.
Başka’yı Yıkarak Ben’in İnşası Mümkün mü?
Baskıcı eleştirel tavır, kişinin eleştiri nesnesine karşı yönelttiği indirmeci, üstenci ve yetkeci tutumundan ileri gelir.
Sıklıkla insanların eleştirip yerden yere vurdukları ve olmak istemediklerini belirtip durdukları şeylerin ta kendisine tutkulu bir biçimde dönüştüklerine rastlarız. Bu zaten baştan bellidir. Zira, olmak istemedikleri şey, günün sonunda gönüllü olarak teslim oldukları başka bir yetkeyi temsil etmektedir.
Kişinin yetkeye teslim edilen yüz’ü, kendi’lik açlığı çekmektedir. Ve bu açlığı başka’nın kendi’liğinden soyulan bir maske ile gidermek durumundadır:
“Ben senin gibi olamıyorsam, sen de kendin gibi olma.”
Karşısındakinin suretinin tümüyle önüne geçmek arzusu da yine onun kendi’liğine bir vurgun olarak açığa çıkar. Yetkeci kişiliğe göre, şeylerin kendi’liğine izin vermek; kontrol edilemez ve bağımsız kendi’likler topluluğu yaratarak, yaslandıkları otoritenin yitirilmesine yol açacaktır. Onun kendi’lik kavramı, yetkenin karşısında indirilmek olarak tecelli ettiğinden başkalarının kendi’liğinin de aynı biçimde tesciline dünden razıdır. Bu tavırda bir defo görmeye yönelik de hiçbir eğilimi de yoktur.
Nazizme hayranlık duyanlar da bu arzularının tatminine yönelmişlerdi. Çünkü o kendi varlığının eksiltilmesinin ve küçültülmesinin onaylanmasını sağlayan tavırları ve eylemleri arzuladığı gibi, başkalarının da aynı şekilde indirilmesini arzular.
İndirmeci yetkecilik, tam da bu tavrı benimser ve kendini farklı biçimlerde açığa çıkarabilir, bu espiritüellik örtüsü altında son derece masum ve örtük olabileceği gibi Hitler’in nazi toplumuna seslendiği cüretkar ve tahrik edici tavır biçiminde de olabilir.
Espri kelimesinin kökeni ‘spirit’ten gelir, spirit ise Latince ‘spiritus’ yani ‘ruh’ demek. Ruh ise bedenin formsuz esansı, ona canlılığını veren ateştir. Bu durumda esprinin esansı da canlandırıcı yönünde gizli olsa gerek. Dolayısıyla bir esprinin bir olguyu hapsedici değil, hayat verici bir yön barındırması beklenir. Bizi güldüren, harekete geçiren esprinin sırrı, tam da bu spiritüel yanıdır.
Oysa bir olguyu hapseden espri biçimi, barındırdığı indirmeci tavrı ile aslen yöneldiği şeyin üzerinde bir yetke arayışı içindedir. Espride yetkeci olmakla, canlandırıcı olmak arasındaki bu ayrımı da yine espriyi yapanın tutumu belirler.
Yetkeci espritüelliğin, gerçek espriyle ve spiritüellikle bir ilişkisi yoktur. Bu esprinin tutumu yine kendi’liğinin peşindedir, hatta çoğu zaman daha da ilginç bir biçimde indirmekle meşgul olduğu şeyi tam da kendine katmanın peşindedir. Bu bazen onun kendi’liğini, kendi yetkesi altına almak biçimde olabileceği gibi bazen de onun kendi’liğini elinden alıp, kendine katmak şeklinde olabilir. Her iki durumda da yetkeciliğin kontrol biçimlerinden biri olan ‘araçsallaştırılmış espritüelliği’, esprinin kendi doğasındaki spirit’ten ayırmak gerekir.
Bu tür esprilere daha fazla gülen bir toplumu ise, son derece yetkeci bir toplum olarak kabul etmek ve ne kadar da rahatlıkla kontrol altına alınabileceğini görmek mümkün.
Yalnızca espride değil, her türden sıradan, sade ya da serin bir yaklaşımı göz ardı ettirecek kadar şaşaalı ve baskın ifade biçimlerinde, bu gizli otoriter tutum aslen apaçık ortadadır. Çoğunlukla bu türden laf sokmalı, abartılı mimikler, gürültülü, gösterişli tavırlar gizli yetkecilerin içten içe hayranlık duyduğu güç alametlerinin parıltılarıdır.
Kendi’liğinde Şeyler
Kaynağını hatırlayamadığım bir yerlerde şöyle bir şey okumuştum, “İyilik ulakları her yere yayılırlar ve her zerreyi kapsarlar”. Yani bir nevi kendi varlıklarını dahi kendi’lerine saklamazlar, edimlerini tek bir alıcı hedefe ya da nesneye yönlendirip, tek bir faydayla sınırlandırmaz ya da sıkıştırıp baskılamazlar, varlıkları özgürce saçılır. Özgürlüğün, iyi hal ile bir ilişkisi olsa gerek.
Kendi’liğinde olan her şey, yetkeci zihnin otoriter anlayışını rahatsız eder. Bir biçimde başkasının kendi’liğinin zeminini sarsması gerekir.
Hiçbir yetkeci ilişki türü, karşısındakini asla kendi’liğine teslim etmekten yana değildir. Ya ona entegre olması, -ondan bir parça alması- ya da onu indirmek suretiyle kontrol altına alması gerekmektedir. Bir kişiyi, kendi’liğine bırakmak, onu yetkenin otoritesine muhtaç kılmamak demektir. Ancak bundan başka ögeler de barındırır, biz sadece yönetim boyutunu kavrıyoruz.
Halihazırda yetkeci kişi kendi boyun eğişlerine başkalarını da dahil etmek ister, buna ek olarak da günlük yaşamda bulabildiği ilk fırsatta kendini de bir yetke merci olarak sunar. Yani altındakilerin de kendi otoritelerine itaat etmesini bekler. Çünkü nihayetinde muhtaç olduğu bir başka otoriteye karşı kendisi de böyle yapmıştır.
Yetkenin buyruklarını üzerine giyen kişi, kendisi de ilk fırsatta yetke konumuna geçecektir:
“Ben boyun eğiyorsam sen de eğ.”
Başka’nın kendi’liğine karşı umarsız hatta vurguncu bir tavır içindeki kimse de çaresiz yetkecilerdendir. Bu tür kimselerde; yetke’cilik, başka’yı kendi’ne kapatma ve başka’nın kendi’liğini baskılama yoluna gitme şeklinde açığa çıkar.
Dolayısıyla bir yetkeci’nin teslimiyet istencini ille de siyasi liderde aramaya da lüzum yoktur, bazen de kendisine toplum tarafından dayatılan, herkes tarafından kabul görülen formlarda ya da onaylanma arayışında yatar bu yetkeci tutum.
Herhangi bir dışarıdan onay mercine, üstenci tutuma ya da toplumsal normlara boyun eğmek de bir yetkeye teslim olma ihtiyacını giderir.
Oysa ki bir normu, formu ya da statüyü onaylamak, takdir etmek ya da saygı duymak ile onun varlığının sizi kendiliğinizden alıkoymasına ve onun kendi’liğinin kurumsallaşmasına izin vermek arasında önemli bir fark vardır.
Erich Fromm’a göre bütün bunlar, çağdaş insanın ne istediğini bildiği yanılsaması içinde bulunması ile ilgilidir. Fromm’a göre çağdaş insan kendisine, kendi amaçlarını verme sorumluluğunu ve tehlikesini göğüslemekten müthiş korkar. Bu da gerisin geriye yeni yetke arayışlarına yönelmesine sebep olur.
Modern çağın yetkeci kişisi, temelde modernitenin kendisine sunduğu yeni özgürlükten ve bilinmezlikten kaçmaktadır.
Görsel: Sanatçı/Modacı Robert Wun’ın İnsanın dört katmanı (9/7/2024) temalı moda gösterisinden fotoğraflarla oluşturulmuştur.
Kaynaklar:
Fromm, Erich. Özgürlükten Kaçış, Çeviri:Şemsa Yeğin, Payel Yayınevi, 2011
Freud, Sigmund, Psikanaliz Üzerine, Çeviri: Elif Çalıner, Olimpos Yayınları, 2019
Oida, Yoshi. Marshall, Lorna, Görünmez Oyuncu, Çeviri: Özlem Turhal De Chiara, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi,2013
Saygın, Alkım, Levinas Etiğine Giriş, Sertan Yayınları, 2000