Bir azarlanmayla ölümü düşünen çocuklar gibi yaşamaktan bahseder, Edip Cansever. Aşamadığımız bütün engellerin çevremizde tehditkâr bir şekilde dolaşması her sabah yeni bir sürgüne, farklı pencerelere götürür bizi. Kendinden kurtulmak isteyenlerin çağında bir şeyler yazmak giderek zorlaşır, bir süre sonra düğümlenir ve içinden çıkılmaz bir hal almaya başlar. İnsanların yapılan iyiliklere bile tahammül edemediği bir dönemin içinde süzülürken birden durup düşündüm. Hangi ölüm bir topluma kaybettirdiklerinin önüne geçebilir ki? Son dönemlerde çok sık kullanılan bir kelime oldu racon. Ama öteki olmanın da bir raconu var. Hırs sahiplerinin raconlarına da pek benzemez. Bizim raconumuzda koşarken yorulmak yok, tam aksine çatlayana kadar koşmak var. Bu yüzden uğranılan hak gasplarını hep nefes nefese anlatırız. Ayrımcılığın bu çağda çok farklı versiyonlarının yaşatıldığı ülkemizde eşitlik ihtiyacımızı bir türlü karşılayamıyoruz. Racon sahiplerinin birbirleri ile hesaplaşması, makamın mevkiinin korku iklimiyle artırılması, korku arttıkça haklının yerine haksızın nutuklar attığı ve yoksullukla mücadelenin ise varlık sahibi kimseler tarafından eleştirilmesi fazlasıyla mide bulandırmaya başladı. Sebebi olduğun sonuçlar üzerinden bu ülkede ahkam kesmek de coğrafyamızın kaderinin bir parçası oldu.
Bu köşede yazdığım ilk yazıda “koşullar eşit olmazsa hep birlikte intihara doğru gideceğiz” demiştim. İşte mahallenin umulmadık bir yerinde o ağır acıyla baş başa kaldık. İntihar neresinden bakılırsa bakılsın telaffuz edildiği her ortamda bir soğukluğa neden olur. O soğukluğu tüm uzuvlarımızla hissettiğimiz, umutsuzlukla cesaretin kesiştiği yerde tarifi imkânsız bir acı yaşadık.
29 Nisan 2021 günü sabah uyandığımızda Caner Sarmaşık’ın intiharı ile sarsıldık. Fakat bu intihar, sebepleri ve sonuçları ile bir intihardan fazlasıydı.
Kırklareli ilinin Vize ilçesinde yaşayan Roman etnik kökene sahip bir vatandaş olan Caner, askerlik görevini yerine getirmek üzere kışlanın yolunu tuttu. Acemilik görevini Kayseri’de tamamladıktan sonra gönüllü olarak Suriye’nin İdlib kentine gitti. Buraya kadar tüm olup bitenler olağan akışında devam etti. Her askerin bir künyesi vardı ve sorulduğunda hemen söyleyebilmek için ezberde olması gerekirdi. Fakat Caner, küçük yaşlarda geçirdiği rahatsızlıklarından dolayı eğitim hayatı boyunca sıkıntılar yaşamıştı. Okuma ve yazmada yaşadığı problemler onun künyesini ezberlemesini ve telaffuzunu zorlaştırdı. İşte tam burada künyeyi okumanın ezberi bozuldu ama ayrımcı söylemlerin ezberi bozulmadı.
Aynı amaç uğruna bir arada bulunduğu arkadaşlarının önünde “Sen anca çalıp, oynamayı bilirsin Çingene.” cümlesi telaffuz edildikten sonra bulunduğu ortamda hep bu ad ile anılıp, çağrılmaya başlandı. Tahammül sınırları zorlanmış olacak ki bu durumu ailesine bildirdi. Caner, sahip olduğu etnik kökeni ile askerlik görevine kadar hayatında belki de çok kez ayrımcılığa uğradı. Belli ki burada daha çok canını yaktı. Nedeni de açıkça belli, İdlib’de onu gönüllü olmaya iten duygular, yerini bambaşka duygulara maruz bıraktı.
Bu durumu ailesine anlatan Caner, kendisiyle sürekli dalga geçildiğini ve artık burada olmak istemediğini söylüyordu. Savaş bölgesinde bulunmanın ve ayrımcı söylemlere maruz kalmanın vermiş olduğu psikoloji ile bir an önce dönmek istiyordu. Ailesi mahalle muhtarlarının aracılığı ile ona ayrımcı söylemlerde bulunan komutanına ulaştı. Caner’in durumu soruldu ve anlatıldığı gibi olmadığının, durumunun gayet iyi olduğu ve yer değişikliğinin mümkün olmadığı cevabı alındı. Komutanları tarafından da neden bu durumu abartarak ailesine şikayet ettiği hususunda kendisine yönelik baskılar yapılmaya başlandı.
Caner, ailesine bu durumda bir değişiklik olmadığını, komutanın üzerinde baskı kurduğunu aktarıyor ama yine de geleceğe dair planlarını yaparak kendisini motive etmeye çalışıyordu. Yine en büyük destekçisi ailesiydi. Ailesiyle yaptığı konuşmalardan birinde kız arkadaşının ailesine haber verilmesini, evlenmek niyetinde olduğunun söylenmesini ve evlendikten sonra oturacağı evin tadilat edilmesini istedi.
Tüm bu yaşananlardan sonra askerliğinin bitmesine kırk gün kala nöbet kulübesinde silahını kendine doğrultarak intihar ettiği öğrenildi. Caner’in askerliğinin biteceği günler sayılırken intiharı onu tanıyan herkese şok etkisi yarattı. Ailesi bu haber karşısında yıkıldı ama onları daha da üzen bir mesele vardı. Ayrımcılık ezberinin bozulmaması! Ailesi evladının ölümünde şüpheler olduğu iddiasını dile getiriyordu, otopsi raporunda eksiklikler olduğunu söylüyordu. Caner’in şehitlik mertebesinin verilmesini istiyorlardı. Hak ettikleri değeri görmek istiyorlardı.
Roman vatandaşlar ve Roman sivil toplumu olaya duyarsız kalmadı. Tüm organları ile birlikte olayın duyulması ve adaletin yerini bulması için çaba gösterdi. Olayın duyulmasıyla birlikte ülkenin belirli yerlerinde Caner’in uğradığı ayrımcılığa susmayan insanlar sokakları doldurdu. Kimse yaşanılanlara inanmak istemiyor ve Romanlar yine makbul vatandaş olma uğraşı veriyordu. Bu noktada şunları söylemeden geçemeyeceğim. Romanlar sokaktayken yaşanan olaylar kimsenin ilgisini çekmedi. İnsan hakları örgütleri bile gerekli kamuoyunu oluşturmada yetersiz kaldı. Zannediyoruz ki karşı karşıya kaldığımız bu ayrımcılık sadece Romanların sorunu ve ne hazindir ki böyle zannetmeye devam edersek eğer, Brueghel’in körler tablosundan daha hazin bir sonumuz olacak.
İlgili bakanlık bir tahkikat başlattığını ve Caner’in artık şehit sayıldığını duyurdu. Caner’in intiharı toplumsal bir mücadeleye dönüştü. Hak aramak ve adaletin yerini bulma meselesi gönüllü avukatların girişimleri ile desteklendi. Mecliste birçok vekil bu konunun araştırılması yönünde önergeler verdi. Olayın üzerinden tam 42 gün geçti. Soruşturma ile ilgili kamuoyuna hala bir açıklama yapılmadı. O komutan görevine hala devam ediyor mu? Bilmiyoruz. Roman toplumu geçmişten günümüze süregelen ayrımcı söylemlerin gölgesinde adalet aramaya devam ediyor. Çok görünmese de sesleri çıktığı kadar duyurmaya çalışıyor. İçlerinde kalan son adalet duygusu kırıntılarını açgözlülükle korumaya devam ediyorlar.
Yüzündeki çizgilerden yoksulluğu belli olan bir toplum neyle karakterize edilirse edilsin, adaletsizlik bu coğrafyada herkese eşit dağıtılıyor. Mafyanın bile kendi hukuksuzluklarından yola çıkarak ‘neredesin ey adalet’ çağrısı yaptığı bir dönemde biliyoruz ki adalete olan ihtiyacımız daha da çok artacak. Toplumsal olarak yılmadan verdiğimiz tüm adalet mücadeleleri, beklentilerimizi düşürdüğümüz yerden bir gün kendimizi de aşağıya bırakmamak adına olacak.
Dosteyevski’nin yeraltından bakacak olursak imkansızlıklarla, taş duvarlarla da barışmamak gerekir. Çünkü en kaçınılmaz mantık oyunları ile taş duvar karşısında suçlu olduğumuz o iğrenç sonuca inandırılabiliriz. Hırsların yerine uçurtmaların yarıştırıldığı bir düzene inanmak ve eşitlik hayaliyle koştururken hiçbir taş duvara boyun eğmemek gerek. Boğazımıza kadar battığımız bu ayrımcılıkla Caner’in intiharı ki gerçekten intiharsa eğer bir toplumun adım adım intihara sürüklenmesi ile eş değerdir. İntihar değilse de buradaki kaybımız uzun bir süredir acısına yas tutar hale getirildiğimiz insanlıktır.