Biz Öldük, Onlar Çürüdü

0
218

Her birimizin bir hikâyesi var.  “Anlatsam roman olur” dediği… Bazıları gerçekten roman oldu. Yaşı benim gibi 40’ın biraz üzerinde olanların hikâyeleri biraz daha uzun ve karanlık. “Hiç mi gün yüzü görmeyeceğiz yahu” dememiz de biraz bu yüzden. 

12 Eylül 1980 bizim çocukluğumuzun üzerine çizilen kapkara bir çizgidir. Kaç yıl geçerse geçsin unutulmayan, silinmeyen, aklanmayan… Emeklemeyi öğrenmeden karakol önlerine, hapishane kapılarına gidişimizdir mesela.

Gece yarısı basılan evler, korkuyla açılan gözlerimize doğrultulan namludur. Hapishane önlerinde sürüklenen ailelerimizdir, “Görüş yok!” diye bağıran askerdir. Göz yaşına boğulan ve dipçiklenen annelerdir…

 Duvar dibinden korkmaktır mesela. Havalandırmanın nasıl bir şey olduğunu tahayyül etmeye çalışmaktır. Postal sesine irkilmektir. Cemse görünce korkmaktır. İşkencenin ne olduğunu anlamaya çalışmaktır.

Tuhaf şeydir çocukluk, hep izleri kalır ve bir yerde ansızın insanın karşısına çıkar. Ya yara, ya armağan olarak. Bizim çocukluğumuz daha çok yaralıdır. Çocukluk desen, çocukluk değil büyümek desen büyümek değildir. Hani Ece Ayhan “Hâfız! Sence çocuklar / Çiçeklerin koynunda uyumalıydı değil mi” der ya. Biz dikenli tellerde uyurduk ve o vakitler bizim yaşımızda çocukların öldürüleceğini bilmiyorduk. Uğur henüz doğmamıştı. Berkin’in annesi daha çocuktu.

Abimiz, ablamız, babamız ya da amcamızın neden tel örgülerin, duvarların, kilitli kapıların ardında olduğunu anlayabilecek kadar büyüdüğümüzde heybemizde derin bir boşluk vardı. Bir yandan yakınlarının nerede olduğunu bilmeyen insanlardan olmadığımız için kendimizi çok şanslı sayıyorduk.

Sonra 90’lar… Yani zorla biraz daha büyüdüğümüz yıllar…

 Dağa verdiğimiz arkadaşlarımız… Kayıplar, göz altında ‘yoklar’.  Kuyulara atılan bedenler, yakılan Sivas, kurşunlanan Gazi… İnfazlar, ‘çatışmalar’. Mahpusluklar, “görülmüştür” damgalı mektuplar, ölüm oruçlarında gün gün eriyen bedenler…

“Velhasıl onlar vurdu biz büyüdük” kardeşlerim. 

Böyle büyüdük biz… Bu karanlıklardan geldik…

Abi, abla hatta amca, teyze olduk ama karanlık bitmedi. Zalimler hep aynıydı sadece isimleri, resimleri değişti. “Vatan” deyip sattılar, millet deyip gencecik çocukları kurban ettiler. Kıyıları yağmaladılar, ağaçları kesip ormanları yok ettiler, dereleri kuruttular, fabrikaları sattılar…  Daha ne olabilir ki dediğimiz her şey oldu, oluyor, olacak. Çünkü karanlığın dibi yok.

Bizden sonra doğan çocuklar da bu karanlığa doğdu. O çocukların bazılarını devlet dersinde öldürüldükleri için tanıdık. Kendilerinden ağır tabutlarını taşıdık. Ne kadar haklı ve masum olduğumuzu anlatmaya çalıştıkça öldük. Madende göçük altında, meydanda bombayla… Oyuncak elimizde parçalanarak öldük… Bir parkı savunurken öldük. Ekmeğimizi çıkarmaya çalışırken inşaatta öldük. Elimizde büyüyen çocukları mezara koyup böğüre böğüre ağladık… Nasıl dayandık bilmiyorum ama dayandık…

Demem o ki bu günlerde duyduğumuz, gördüğümüz karanlık işler bize yabancı değil. Görmediğimiz, duymadığımız, tahmin etmediğimiz, akıl yürütmediğimiz hiçbir şeyi izlemiyoruz o malum videolarda. Gücümüze gidiyor olması ise hala temiz kalmayı becerebilmiş olmamızdan. 

Biz öldük ölmesine ya onlar çürüdü…  Gene öleceğiz, gene yenileceğiz biliyorum fakat öyle kötü kokmayacağız işte buna çok seviniyorum.

Güzel günleri bekleye bekleye yaş aldık, yaşlandık ama bunca karanlığa rağmen içimizde hala masmavi bir yer var. Hiç kaybolmuyor, silinmiyor, oraya dokunamıyorlar, oraya erişemiyorlar. Bitmeyen bir umut ve şahane bir inat var…

İnadınızdan öperim.

Kargo

Buraya bir albüm bırakıyorum. Dafné Kritharas’dan Djoyas De Mar. Spotify’dan dinlemek isterseniz Tıklayınız... Youtube’dan dinlemek isterseniz Tıklayınız… Biraz hüzünle kucaklaşıp sonra keyiften kahkahalar atın diye.

Buraya bir kitap koyuyorum Hikmet Hükümenoğlu’dan Körburun. Üç kuşağın aşklarını, hırslarını, düş kırıklıklarını anlatan roman bittiğinde bir süre kahramanlarla yürümeye devam edeceksiniz.