Ah Nerede, Vah Nerede!

0
467

Üç erkek kardeş aynı evde bir arada yaşamaktadır. Aileleri onları okumaları, adam olmaları için İstanbul’a yollamıştır. Her ailenin hayali işte… Okusunlar, büyüsünler, iyi yerlerde çalışsınlar. İyi bir hayat kurarak kendi ayakları üstünde gurur duyulacak iyi birer evlat olsunlar…

Gençler ailelerinin yanlarında tam da bir ailede olması gereken türden, saygı gören toplum değerlerine sahip ve buna uygun davranan evlatlardır. Burada kastedilen toplum değerleri, burjuva sınıfı adına resmi devlet tarafından okul, din, medya gibi ideolojik araçlarla egemen kılınan sosyal değerler, kabullerden başka bir şey değildir. Çoğunlukla milliyetçi, din ve gelenek kodlarıyla bezenmiş bu değerler, üretime yani fabrikalara egemen olan burjuva için ihtiyaç duyulan ve koşulsuz itaati gösterecek bir insanı ve toplum kesimlerini üretmeyi amaçlayan değerlerdir. Yani devlete ve dolayısıyla fabrikalara, toprağa ve üretim araçlarına sahip burjuva düzenine sadakat gösterilmesi için bu değerlere ihtiyaç vardır…

Ama delikanlılık yılları işte. Üç kardeş ailelerinden uzakta, onların hayal ettiği gibi değildir. Her biri birbirinden farklı eğilimlere sahiptir. Biri kahvehane köşelerini aşındırmakta, bahis ve iskambil oyunlarıyla günlerini geçirmekte, serserilik yapmaktadır. Uzunca boylu, yakışıklı kardeş ise gönlüne göre yaşamakta, gününü gün ederek ve aynı anda birçok kız arkadaş edinerek hovardalık yapmaktadır. Küçük olan kardeş ise eylemci olmuştur. O da serseridir ama biraz farklı. O dönemlerin tabiriyle “anarşist” olmuştur, geceleri duvarlara “özgürlük”le ilgili “devrim”le ilgili bir takım tuhaf yazılar yazmakta, siyasete karışmakta, örgüt işleri yapmaktadır. 

Çocukların yaşlı anne babası ise onlardan kilometrelerce uzakta, geleneksel aile değeriyle mazbut bir hayat sürmektedir. Çevrelerinde iyi bir ailenin ebeveynleri olarak bilinen, kabul gören kişiliklerdir.

Ancak gençler için hayat kafalarına göre, istedikleri şekilde devam etmez.

Yakışıklı kardeşimiz yani hovarda olanı bir gün faka basar ve hovardalık yaptığı kızların hepsi aynı gün ve anda eve gelir. Üstelik bu gencin bir de nişanlısı vardır. Ve aynı gün nişanlı da ailesiyle birlikte eve gelir. Ve tombala… Basılmıştır! Ev ana baba gününe döner. Aslında gencin aşık olduğu tek bir kız vardır. Ama bunu söylemek için artık çok geç olmuştur.

Hatırladınız değil mi? Hatırlamışsınızdır mutlaka. O meşhur, çapkın Ferit karakterini Tarık Akan’ın diğer kardeşleri ise Halit Akçatepe ve Cengiz Nezir’in canlandırdığı “Ah Nerede” filmi…

1975 yapımı film oyuncu kadrosuyla da dikkatleri çekiyor. Kimler yok ki? Gülşen Bubikoğlu, Adile Naşit, Hulusi Kentmen… Yapımcılığını Ertem Eğilmez’in yönetmenliğini Orhan Aksoy’un yaptığı filmin o bildiğimiz meşhur müziği ise Füsun Önal’a ait.

Yıllar 1970’li yıllardır. Televizyon henüz yolun çok başında, sinema ise altın çağını yaşamaktadır.

Tarık Akan henüz yeni keşfedilmiş bir jöndür. Tahsin Tarık Üregül ya da sahne adıyla Tarık Akan 1970 yılında Ses Dergisi’nin oyunculuk yarışmasına katılarak birinci olmuş ve 1971 yılında ilk sinema filmi “Solan Bir Yaprak Gibi” ile oyunculuk kariyerine başlamıştır. Tam da dönemin aradığı türden biri bulunmuştur.

Derdimiz filmin özetini vermek ya da Tarık Akan’ın sinema geçmişini aktarmak değil elbette. Ama döneme ilişkin politik bir tespit yapmak, bir durum analizi üretmek isteyince biraz ayrıntı vermeden olmuyor. Bu yıllarda yapılan filmlerin konularına, işlenen toplumsal temalara ve içeriklerinde rastlanan repliklere, görüntülere şöyle biraz dikkatlice bakınca, bugün olan bitenin öyle tesadüfi olmadığını anlıyor insan. 

Zaten kitle iletişim araçlarında, filmlerde, dizilerde, gazetede, dergide, ders kitabında, şarkının en güzelinde, kısacası içerik olan her yerde, sözlerin, görüntülerin, renklerin hangisi rastlantı eseri ortaya çıkmış ki!

1970’li yıllar demiştim zaten. Toplumun politik tepkilerinin yükseldiği, gençlerin değişim taleplerinin arttığı yıllar. Kapitalizme dayalı ekonomi pratiklerinin ve egemen burjuva değerlerinin devletin tüm ideolojik araçları aracılığıyla topluma dayatıldığı, belletildiği yıllar…

Dediğim gibi işte, film iyi bir gösterge. 

Sahnelerden biri, kısa bir sahne olmasına rağmen oldukça dikkat çekiyor. Anarşist bir kardeş vardı ya, işte onun başına gelenler. Bu gencimiz bir gece duvar yazıları yazmaya çalışırken gece bekçileri tarafından yakalanıyor ve karakola düşüyor.

O sırada çocuklarından uzakta olan ailenin babası da (Hulusi Kentmen) aldığı olumsuz haberler üzerine durumu kontrol etmek için İstanbul’a geliyor. Gelir gelmez ayağının tozuyla apartmanda konuştuğu birinden oğlunun karakola düştüğü haberini alıyor. Öfkeli ve üzüntülü bir hal ile karakolun yolunu tutuyor. 

Tabi tüm film boyunca oyuncuların giyim kuşam, konuşma biçimi, saç, sakal, bıyık ne varsa üst başlarına, çekimlerin yapıldığı mekanlardaki dekora, eşyalara dikkatlice bakmanız lazım. Her bir unsur ve karakterin, bazı toplumsal temsilleri, statü ve rol modelleri anlattığını ve bu temsiller ya da göstergeler üzerinden iyi-kötü, olumlu-olumsuz gibi birtakım algıların yaratılmak istendiğini hemen anlarsınız.

Sonraki sahnelerde onu karakolda komiser ile konuşurken görüyoruz. Çocuğunun salıverilmesi için konuşuyor, yaşanılan dönemde çocuk büyütmenin zorluklarından bahsediyor. Sözler gayet masumane, iyi bir dille ifade ediliyor. Komiser ise oldukça anlayışlı, efendi ve babacan bir figür. Devleti temsil ediyor, kolay mı?

Sonra çocuk babanın önüne çıkarılıyor. Sert bir bakış ve mizaçla karşılıyor. “Seninle burada mı karşılaşacaktık?” diyerek söze giriyor. Şaşkın, süklüm püklüm bir halde babasını gören gencimiz “Sonra anlatırım” diye yanıt verecek oluyor ama nafile. Baba hiddetle çıkışarak bağırıyor: “ne anlatacaksın be, derslerini bırakıp siyaset peşinde koştuğunu mu, karakollara düştüğünü mü? Haylaz, serseri, köpek! Memleketin idaresi size mi kalmış ulan!”

İşte altı üstü 3-5 saniyelik bir an… “Haylaz, serseri, köpek! Memleketin idaresi size mi kalmış ulan!”…

Sonra çocuk “Babacım ben” diye araya girmeye çalışıyor. Ancak baba çocuğun sözlerini sert bir şekilde keserek “Sus” diye çıkışıyor ve elini vurmak için kaldırıyor. 

Sonra izin istercesine komisere dönerek “komiser bey iyice bir dövdünüz mü bunu?” diyor. Yani söylem çok açık, böyle gençler dövülmeli…

Komiser gayet müsterih ve kendinden emin, güven verecek bir şekilde “hayır efendim, bizde dayak yoktur” diyerek yanıt veriyor. Dediğim gibi devleti temsil etmek kolay bir iş değil…

Baba bunun üzerine “bende vardır” diyerek gence dönüyor ve “al sana eylem, al sana siyaset, al sana propaganda” diyerek girişiyor. Nasıl ama? Eylem, siyaset, propaganda kavramları toplum nezdinde “baba” figürü tarafından, aile reisi tarafından dışlanarak, toplum aklında olumsuz bir yere yerleştiriliyor.

Bunu gören komiser, tıpkı bir devlete yakışır şekilde araya girip, babayı yatıştırmaya çalışıyor. Tabii ki toplum aklında iyi bir yer, iyi bir algı edinerek.

Filmin devamında baba diğer çocuklara da baskın yaparak, gereğini yerine getiriyor. Ama “haylaz, serseri, köpek” şeklinde bir yaklaşımla değil tabii…

Evet, film mutlu sonla bitecek şekilde hovarda gencimizin aşk ilişkisine indirgenerek devam ediyor. İzleyicilere bugün de sorsanız bu filmi çapkın Ferit üzerinden anlatılan bir aşk filmi olarak anacaklardır. Film içinde geçen bu sahneleri herkesin ayrıntıları ile hatırlaması mümkün değil tabii. Ancak üç karakterle sunulan üç farklı olumsuz davranış biçimi ise belleklerde çoktan yerini almış olmalı…

Filmde toplum tarafından benimsenmeyecek üç farklı kişilik davranışı sergileniyor. Zamparalık, kumarbazlık ve siyaset peşinde koşma. Ne üçlü ama! İlk ikisinin toplum tarafından sevilmeyen davranış ve eğilimler olduğu, özellikle geleneklerle donanmış egemen burjuva ideolojisinde “kötü” davranışlar olarak listelendiği zaten biliniyor da üçüncünün bunlarla ilişkisi ne olabilir? Neden bu ikiliyle aynı kefeye konularak sunulmuştur?

“Nedeni basit, böyle sorulara gerek mi var hocam” diyenleri duyar gibiyim. 

Yıllar dediğim gibi 70’li yıllardır. O yıllarda televizyon henüz zayıf bir medya aracı, yaygın değil. Üstelik radyo gibi devletin tekelinde bir yayın, kontrol altında. Yazılı basın ise devletin kağıt politikaları ve kamu reklamları yoluyla terbiye ediliyor. Ancak sinema tam olarak kontrol altında değil. Bir şekilde sinema içerikleri ve dilinin de devletin resmi ideolojisine uyumlu hale getirilmesi lazım. 

İşte bu yıllarda Ertem Eğilmez gibi yönetmenler, “Arzu Film Güldürüleri” gibi filmler öne çıkıyor. Hepimizin bildiği ve televizyonlarda defalarca yayınlanan, neredeyse izleyenin kalmadığı Sev Kardeşim (1972), Tatlı Dillim (1972), Oh Olsun (1973), Yalancı Yârim (1973), Canım Kardeşim (1973), Salak Milyoner, Köyden İndim Şehre (1974), Mavi Boncuk (1974), Hababam Sınıfı (1975), Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı (1975), Hababam Sınıfı Uyanıyor (1976), Süt Kardeşler (1976) gibi filmler işte böylesi bir dönemde peş peşe ortaya çıkıyor. Dahası, fazlası var ama bu örnekler yeterli sanırım.

Ve tüm bu filmler gençleri, işçileri ya da burjuva egemen ideolojisine aykırı görülen bir takım politik tepkileri temsil eden bazı sınıfları doğrudan ya da dolaylı olarak hizaya getirmeyi amaçlayan sözlerle, repliklerle, görüntülerle dolu. İçinde güldürü unsurları barındıran, egemen değerlerle uyumlu bu filmlerin toplumun içinde yaşadığı koşullara karşı gelişebilecek potansiyel karşıtlıkları yumuşak bir şekilde yönlendirdiği aşikar.

Kolay değil, Soğuk Savaş’ın gölgesinde dünyanın her yerinde, her ülkede sağ-sol ideolojik saflara dayalı gerilimlerin, kamplaşmaların ve politik çatışmaların yükseldiği yıllardan bahsediyorum. 68 kuşağı olarak tarihe ismi geçecek bir gençlik kuşağının tüm dünyada yarattığı hareketlerden, 1968’de Türkiye’de yaşanan 6. Filo eylemlerinden, NATO ve ABD merkezli politik manevralardan, 12 Mart 1971 askeri muhtırası ile sol eğilimli bir askeri darbe girişiminin bastırılmasından, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın 1972’de idam edildiği bir dönemden bahsediyorum.

Bir düşünün, hatırlayın… İkinci dünya savaşının bitişiyle birlikte dünyanın her yerinde ve her boyutta Soğuk Savaş yaşanmaya başlamış, küresel kapitalizmin amaçlarına özgü olarak ABD merkezli ekonomik ve politik nitelikteki etki ve müdahale faaliyetleri ise Türkiye dahil dünyanın birçok ülkesinde harekete geçmiş. Böylesi bir dönemde her yer, neredeyse her ülke iki büyük gücün, ABD ve Sovyetler Birliği’nin çatışmasının etkisi altına girmiş. 

ABD’nin etkisine açık tüm ülkelerde askeri ve siyasi darbeler yaşanmış. Güney Kore, Arjantin, Bolivya, Brezilya, Ekvator, Guatemala, Panama, Nikaragua, Peru, Suriye, Vietnam, Yunanistan ve Afrika ülkelerinin neredeyse yarısında 1960-70 arasında, başta Şili olmak üzere bir bu kadar ülkede ise 1970 sonrasında askeri darbeler gerçekleşmiş.

İşte ülkede ve dünyanın her yerinde böylesi gelişmelerin olduğu bir dönemde, politik olarak sesleri, tepkileri yükselen gençlerin bir şekilde politikadan uzaklaştırılması, tepkilerinin susturulması, soğutulmaları gerekiyor. Hele ki üniversiteli gençlerin…

Medya ne işe yarar? Tabii ki bu yapılar da vazifelerini yapmalı ve toplumun her kesimine gereken ayarın verilmesinde rol almalıdır. Politik anlamda toplumsal düzene ve devlete karşı yükselen eleştirilerin susturulması için resmi devlet ve egemen burjuvazinin emrinde çalışmalar üretmeli, toplumsal bilincin inşasında, aklın yeniden biçimlenmesinde gereğini yapmalıdır.

Medya ideolojik bir güçtür ve toplumsal alanda neyin nasıl bilinmesi, algılanması, düşünülmesi gerektiğini belirler. Egemen ekonomi-politik düzene ve temsillere hizmet eder. Medya ideolojik olarak toplum aklını, eğilimleri, kanaatlerini biçimlendirir.

Ve işte o günün medyası, bugün olduğu gibi içerikleriyle gençleri pasifleştirme, soğutma, susturma amacıyla gereğini yapmış, özellikle gençlere sahip çıkılması için “aile” figürü üzerinden ailelere gereken mesaj verilmiş, gençlerin politik olarak devletin resmi çizgisinin dışına çıkmamaları amacıyla gereken rolü oynamıştır. Sinema üzerinden de ailelere “çocuklarınıza sahip çıkın” mesajı verilmek yöntemiyle gençler üzerinde gerekli baskının oluşması hedeflenmiştir.

O günün medyası bugünün medyası kadar donanımlı, teknolojik olarak güçlü ve etkili değildi elbette. Ama içerikleriyle toplumun istenilen çizgiye getirilmesi için başarılı işler yaptığını söylemek pek yanlış olmaz. Yalnızca bunu yapmadı tabii ki, 1980 askeri darbesi sonrasında da neoliberalizmin gerektirdiği politikalara hizmet etti, tüketim toplumunun inşasında önemli rol oynadı. Gençleri hedonist bir akla ve yaşam biçimine hazırladı. Bireyselliği yüceltirken, toplumcu bakışı ve aklı yok etmek için ne gerekiyorsa yaptı. Sinema zaten her şey gibi Amerikanlaştı, gençlerin politik ilgisi desen yok oldu gitti. Yan mahallede yaşanan sosyal bir drama dahi boş boş bakar hale geldiler. Öylesi içi boş bir kitle iletişim döneminden, ideolojik kontrolün sağlandığı içi boş bir eğitim, öğretim, medya, din kurumlarının yönetiminden geçtiler ki, adeta alıklaştırıldılar, toplumsal alanda yaşanan gelişmeleri, olayları ve nedenleri anlamayacak düzeyde bilgisiz ve bilinçsiz hale getirildiler.

Yaşadıkları topluma neredeyse yabancı, yaşayacakları geleceğe neredeyse öngörüsüz bir gençlik elde ettik nihayet… Sonra… Sonra herkes söylenip duruyor şimdilerde: “Nerede bu gençlik”…

Bana sormayın kardeşim. “Ah nerede, vah nerede” diyorum, başka da bir şey demiyorum.