Yok kardeşim yok, hemen aklına şu iktidar temsilleri, hükümet edenler gelmesin. Yani konunun öyle iktidarla sınırlı olduğu yanılgısına kapılırsan yanlış yaparsın. Muhalefet? Onların da yolu yol değil. Şu an hükümette değiller, olunca görürsün…
“Öyleyse kim sattı arkadaş?” diye soruyorsun haklı olarak. Çok bekletmeden söyleyeyim de merakta kalma… Tabii ki ülkenin egemen sınıfı. Yani burjuvazi… Şimdi böyle deyince de biraz soyut kaldı değil mi? Eminim ver şunların isimlerini der gibi okuyorsunuz şu an…
Burjuva alerjisi olanlar kıs kıs gülüyor, buradan görebiliyorum. Burjuva temsilleri de “yine mi başa sardık” diye mırıldanıyorlardır mutlaka. Alerjisi olanların alerjileri dışında bir faydalarının olmadığını bugüne kadar gördük çok şükür. Burjuva temsillerine gelince… Başa sarmadık arkadaş, hiç bitmedi ki! Yediğin naneleri herkes anlamıyor olabilir. Ama eninde sonunda Karaman’ın koyunu…
Bir de geniş yığınlar var. Olan bitenin farkında olmayan, mevzuyu tam olarak anlayamayan, politik bilgi ve akıldan mahrum, hatta burjuva denilince kimden bahsedildiğini kavrayamayanlar güruhu… Öylece kendiliğinden ortaya çıkmadı bu güruh. Maalesef kasıtlı olarak politik aklın gelişmemesi, vasatlığın hakim olması için yine bu egemen burjuva sınıfı tarafından tasarlandılar, itina ile üretildiler.
Şimdi şu burjuva konusundan bahsedelim önce. Böylelikle kimler olduğunu da kavramış olursunuz…
Tarihsel gelişimi içinde değerlendirirsek burjuva “kale” anlamına gelen “burg” kelimesinden türemiş bir kavram. Yani orta çağda kalenin içinde küçük tüccarlık işleriyle uğraşanların oluşturduğu bir sınıf. Soyluların egemen olduğu dönemlerde tüccarlık basit, adi bir uğraş, ayak takımının bir işi olarak görülüyordu. Öyle ya zaten soylu sınıf yerdeki ve gökteki her şeyin sahibi… Kalenin etrafında ise bugün köylü takımı dediğimiz hükümdarın koruması altında ve kalenin ihtiyaçları için çalışan toprağa bağımlı köleler yani “serf”ler bulunmaktadır.
Gel zaman git zaman burjuva kalenin yani günümüzdeki haliyle kentin egemen sınıfı olur, soyluların ve ona hizmet eden kilise dininin egemenliğine son vererek yeni bir politik tarihin başlamasını sağlar… Öyle kısa zamanda değil, 500 yıllık bir macerası var bu işin… Fabrikaların üretimiyle gelişen sanayi ve ticaret burjuvanın bugün bildiğimiz kentleri inşa etmesiyle sonuçlanır. Batıdaki gelişimiyle burjuva dediğimiz işte bu kentli sınıftır, kente hakim olan sınıftır.
Kentli sınıf deyince de hemen üzerinize alınmayın, öyle her kentli olanı aynı torbaya koymayın. Üretim araçlarına, kontrol ve yönetim araçlarına sahip olanlardan bahsediyorum burada. Emeği dışında bir şeyi olmayan, kiracı gibi mülksüz bir halde yaşayanlardan söz etmiyorum. Fabrikanın sahibi, gazetenin sahibi, okulun sahibi, hastanenin sahibi yani üretim araçlarının, düşüncenin sahibinden bahsediyorum. Altını olan kuralı koyar…
Bu arada kentli sınıf deyince konuyu bizim gibi ülkeler için öyle gözünüzde çok büyütmeyin. Vakti zamanında dutluktan dönme, varoşluğun dibini yaşamış, gecekondudan başka barınma ve yaşam alanı çözümü bulamamış, “Ayşecik’le Ömercik”ten öte bir sinema üretimi, devlet televizyonunun okuma-yazma seferberliği ötesinde bir eğitim modeli geliştirememiş dahası toplumsal genetik kodları halen o kafada yaşayan böylesi bir ülkede burjuva sınıfı olsa ne yazar olmasa ne yazar. Bizim burjuva öyle Batı burjuvası gibi bir burjuva da değil ama sonuçta düzene egemen. Ciddiye almasan olmaz…
Teorik olarak Edward Shils’in merkez-çevre ilişkisi bağlamında dile getirdiği ve “toplumu şekillendiren semboller, değerler ve inançlar düzeni toplumun merkezini oluşturur” görüşünden hareketle söyleyebilirim ki burjuva işte bu merkezin belirleyicisidir. Kent ise merkezin ta kendisidir. Egemenliğin ve egemen sınıf değerlerinin üretim yeridir. Ve burjuva merkezin yalnızca üretim, kontrol ve yönetim araçlarına değil, her şeyine, düşünce araçlarına yani aklına, diline de sahiptir.
Bizim burjuva tabii ki Batı’daki emsalleri gibi bir burjuva değil. Bunu da göz ardı etmeyelim… Türkiye’de merkez-çevre ilişkisi Batı’daki gibi bir seyir izlemedi. Yani soylu sınıfla çatışmış, ekonomi politik hakları için kavga vermiş bir burjuvamız yok. Üstelik bugünün burjuvasına bakarsanız soylu sınıf özentisi, soylu sınıf övgüleriyle dolu bir dile sahip olduklarını da rahatlıkla görebilirsiniz. E kolay mı, sahip oldukları mülklere ve ekonomik kaynaklarını sağlayanlara minnettarlık duymaları gayet doğal… Öyle minnettarlar ki dönüp dolaşıp yine saray düzeni inşa ettiler. Bu kez Ankara’ya…
Osmanlı döneminde sanayi gelişmesi ve fabrikalaşma yoktu, işçi sınıfı da gelişmemişti. Reaya anlayışı her yönüyle topluma hakimdi. Yani reayanın kelime anlamından da anlaşılacağı üzere herkes padişahın sürüsüydü. Osmanlı dönemi yönetici sınıfı olan Cumhuriyet kurucuları Osmanlı’nın çöküş nedenlerini çok iyi biliyordu. Osmanlı gelişen sanayi devrimini anlayamamış, yeni dünyanın çizgisini yakalayamamıştı. Bu yüzden bir an önce Batı’nın gelişmeleri yakalanmalıydı. İşte Cumhuriyet’in kurucu kadrosu yeni dönemle birlikte Osmanlı’da kabul görmemiş ya da ertelenmiş olan reformları hayata geçirdi. Biraz geniş bir açıdan bakılırsa Cumhuriyet dönemini bir reformasyon dönemi olarak adlandırmak mümkün olabilir. Zira yapılan tüm reformlar dini ve feodal yönetim anlayışının Osmanlı’da yarattığı yıkıcı etkisi bilerek gerçekleştirilmiştir.
İşte ekonomi konusunda da Osmanlı’nın yapamadığı değişim bu dönemde yapılmaya çalışılır. Milli iktisat politikaları adı altında geç kalınmış sanayileşme çabalarına, kapitalist ekonominin devlet eliyle inşasına, milli bir burjuvazinin oluşturulması gayretine girişilir. Özel sermayenin oluşmasını sağlamak, yatırımcı geliştirmek için çabalamak, ekonomisi traktörden habersiz bir tarıma dayalı, bilim ve eğitimi cılız bir ülke için uzun bir yol olabilirdi. Üstelik birikmiş sermayesi olmayan ve savaştan yeni çıkmış bir ülke için öncelikli dert sermaye birikimiydi. İlk olarak devlet eliyle fabrikaların, bankaların kurulma sebebi de budur.
Tıpkı Batı’daki gibi önce devlet eliyle sermaye büyütülecek sonrasında özel sermaye geliştirilmesi yoluna geçilecektir. Yani kurtuluş için savaş vermiş olan baldırı çıplak halk toprak ve mülkiyet reformunun yapılmadığı yeni rejimde yine bir toprak ağasının ya da devlet fabrikasının ırgatı olacak, sermaye birikimi için bir kez daha fedakarlık yapacaktı. İşte bu fedakarlığın birikimleri, halkın emeği ve vergileriyle oluşan ve devletin yönetiminde, kontrolündeki ekonomik varlıklar, fabrikalar, madenler, bankalar zaman içinde hükümetler aracılığıyla bir takım sermaye sınıfı temsillerine, işte bildiğiniz bugünün burjuva sınıfına doğru aktarılacaktı. Tabi bu bir takım sermaye sınıf temsillerinin nasıl belirleneceği konusu ayrı bir başlık…
Özetle sermaye birikimi esasına dayalı kapitalist bir devlet ekonomisi dönemi başlamış, özel piyasa düzeni oluşturmak amacıyla girişimler hayata geçirilmiştir. Benimsenen bu yolda toprak mülkü ve devlet bürokrasisi gücüne sahip olan eskinin Osmanlı burjuva sınıfı Cumhuriyet döneminde de yeni ekonomi modelinin belirleyicisi ve mülkün sahibi olarak egemen varlığını sürdürmüştür.
1950’li yıllardan itibaren devlet eliyle büyüyen fabrikalar nedeniyle küçük çaplı da olsa bir işçi sınıfı doğmuş ve sendikalaşma girişimleriyle birlikte işçi hareketi düzeyinde gelişmeler yaşanmıştır. Her şey Batı’daki gelişmelere göre geç kalmış bir ülke için hızlandırılmış olarak yaşanmaktadır. Kısa zamanda işçiler ve devletin yükü altında ezilen diğer sosyal sınıflar, üniversitelerde aydınlanan gençler, merkeze egemen olan, devletin bürokrasi gücüne dayanmış burjuvayla çıkar çatışmasına düşer. Merkezde yaratılmış olan refahtan daha fazla pay almayı içeren bir çıkar çatışmasıdır bu. Kentin sanat ve kültürü, eğitim olanakları devlet eliyle kurulu sanayinin işçi sınıfında etkisini göstermiş ve merkezin olanaklarından pay talepleri artmıştır.
Belki de tarihi bir kavşaktır bu. Kaçırılmaması gereken bir kavşak. Ama kaçar…
Sanayi devrimi ve fabrikaların gelişimi kapitalizminde doğuşu demektir. Burjuva ve işçi sınıfı arasındaki uzun yıllara dayalı çıkar çatışmaları yalnızca kapitalizmi doğurmamış, kapitalizm kurallarının ve Batı’da bugün bildiğimiz, Jean Jacques Rousseau’nun ifade ettiği “toplum sözleşmesi” düzeninin, yani değerleri, hukuku olan bir medeniyetin de gelişimini sağlamıştır. Cumhuriyet için de böyle bir süreç yaşanmaktaydı. Ancak bizim burjuva fabrika görmüş, sanayi deneyimlemiş olmadığından bu sürece daha fazla göz yumamadı. “Yoz kapitalizmi” tercih etti. Kurallı kapitalizmde fabrikadaki alın terini, üretimin, kazanımın zorluklarını burjuva bilir. Ama kolay kazançla, ranta ve finansa dayalı ekonomi ile gelişmiş bir burjuvazi fabrikadaki alın terini, emeği yani üretimin ne olduğunu bilmez. Dolayısıyla sözleşmeye dayalı, uzlaşmaya dayalı ilişki nedir onu da bilmez. Güce inanır, güce tapar. Bizdeki burjuva işte böylesi bir burjuvadır. Üretimin yarattığı değerleri, toplum düzenini anlamış ve özümsemiş değildir.
Tabi hatırlamak lazım, ilk büyük satış da işte bu dönemde olur. Merkezin sahibi olan Cumhuriyet temsilini (!) yani bürokrasi gücünü elinde tutan burjuva sınıfı ekonomi-politik egemenliğini kaybetmemek için ilk iş olarak palazlanmakta olan bu emek sınıfını satar. Tıpkı Fransız Devrimi’nde eşitlik, özgürlük, kardeşlik sloganıyla devrimi yapmak için işçilerle, köylülerle birlikte hareket edip, devrim sonrasında işçi sınıfını satan burjuva gibi… İşte bu sınıf, askeriyle, mülki idaresiyle Soğuk Savaş dönemi içinde ABD ile yakınlaşan, ülke kaynaklarının sömürülmesinin, ülkenin neredeyse bir manda durumuna düşmesinin yolunu da açan sınıftır.
Bu dönemde merkezin yani topluma egemen değerlerin üretildiği kentin anatomik yapısında da değişimler olmaktadır. Okuyan, emek veren, aydınlanan, sorgulayan işçiler ve üniversiteli gençler merkezin yani kentin dışına doğru atılırken merkezin ihtiyaç duyacağı “tedarik zinciri” modelinin işgücü olarak merkezin hemen yanı başındaki çevreden, taşra insanlarından oluşan yeni bir nüfus kente alınır. Bu nüfus neredeyse feodal yaşam biçiminin devam ettiği sanrısıyla yaşayan, Cumhuriyet değerlerini hiç anlamamış, hatta kısmen reddetmiş bir nüfustur. Zira Cumhuriyet değerlerini duyabileceği, öğrenebileceği eğitim kurumları, iletişim araçları henüz yaygın değildir. Üstelik fabrika üretim kültüründen de bihaberdir. Dolayısıyla tedarik mallarının üretimindeki, toptan satışındaki küçük boy işletmelerin ve esnaf düzeninin bir insan kaynağı olarak kentin yeni kültürünü inşa etmeye başlarlar. Kent egemeni burjuva ile de uyumludurlar, kültürel bir çatışma içinde değildirler.
Kasıtlı bir operasyondur bu… Bugünü anlamak isteyenler o dönemin toplumsal olaylarına, esnaf ve küçük tüccar sınıfının şehirlerdeki gelişim macerasına, “Alamancı”larına ve nüfus hareketlerine, soğuk savaş nedeniyle neredeyse ülkeye üs kurmuş ABD’nin dönemin politik yapılanmaları içindeki rolüne bir baksınlar. İşte bugünün burjuvası bu dönüşüm sürecinin uzantısı olan bir burjuvadır. Osmanlı’dan devam eden mülkünü, mirasını, ekonomi-politik saltanatını devam ettirebilmek için Cumhuriyet’le kurulmakta olan sanayi ekonomisi modeline ve gelişmekte olan Cumhuriyet değerlerine tekmeyi ilk atanlar da onlar olmuştur. Bu satışı resmi söylemin dışından bir tarih incelemesi yapabilirseniz görebilirsiniz, aksi halde anlayabilmeniz biraz zor…
İpucu olması için birkaç satır yazayım… Bizde 1960’ta Güney Kore’de ise 1961’de askeri darbe olmuştur. ABD’nin her iki ülke içinde teklif ettiği ekonomi modeli sermaye birikimi esasını alan, belirli ailelerin kontrolünde devletin desteklediği ekonomik örgütlenmelerdir. Diyeceksiniz ki ABD’ye ne oluyor da dayatıyor bize böyle şeyleri. Orasını da varın biraz siz düşünün…
Güney Kore’de, zenginlik, mülk ve klan anlamlarındaki “Cheabol” adıyla gerçekleşen ekonomi modelinde birden fazla ve farklı iş kollarında ticaret yapan kuruluşların genelde bilinen bir ticari isim altında toplanması yani bir ailenin yönetiminde buluşması söz konusudur. Geleneklerine bağlı, biraz önce saydığım nüfus yapısına sahip bir ülke olması gerekçesiyle Türkiye modelinin de Güney Kore’ye benzer bir şekilde geliştirilmesi için ABD yönlendirmeleri olur. İşte bu yönlendirmelerle ilerleyen yıllarda, 1971’de TÜSİAD’ın kurulması sağlanmıştır. Ve bu burjuva Soğuk Savaş döneminde ABD ile yakın işbirliği içinde bir yol izlemiş, “ithal ikamesi” adı altında bir ekonomi modeliyle Cumhuriyet’in ekonomi hedeflerine ilişkin ilk satışı da gerçekleşmiştir. Uçak motoru üreten Cumhuriyet’in motor fabrikalarından, yerli sanayisi olan bir ülke hedefinden çıkılmıştır. Şimdikilerin “yerli ve milli” tekerlemesini devamlı söylemelerinin nedeni de budur. Yapacaklarından değil, sömürüldüğünü hisseden ama ifade edemeyen bir toplum için cilalı bir kandırma cümlesi olduğundan…
Bizim burjuva ile ilgili en büyük yanılgılarımızdan birisi de onların merkezin sahibi olarak, otoriter, merkeziyetçi, batıcı, laik, bütüncül, milliyetçi ve inşacı bir değerler sistemine sahip oldukları düşüncesine itibar etmemizdir. Resmi söylem böyle. Yıllarca böyle anlatıldı, böyle bir algı oluşturulmaya çalışıldı. Oysa kazın ayağı hiç de öyle değil. Üretim araçlarının, mülkün sahipliği ellerinde olduğu müddetçe ülkeye ne olduğunun umurlarında olmadığı bir burjuvadan bahsediyorum ki bunu da 1980 sonrası göstermişlerdir.
Ekonomik olarak ortaya çıkışları ve gelişmeleri, sanayiye, fabrika üretimine, emek-sermaye ilişkilerine dayanmayan, bu yüzden de toplumsal sözleşme, anlaşma, uzlaşma kültüründen bihaber, dolayısıyla da hukuka dayalı bir medeniyet üretme kabiliyetinden uzak, anlamayan, toprağa dayalı bir ekonomi modeliyle büyümüş güç ilişkilerinin burjuvasıdır bu burjuva… Batılı transfer girişimlerinin dışında yerli olarak entelektüel düzeyde bir kültür geliştirememesinin, evrensel ve toplumsal kültürden anlamamasının nedeni de budur. Bugün montaj sanayisini yani Batı şirketlerine hizmetkarlığı bir yana koyarsak, bizim burjuva gerçek anlamda sanayi üretiminden değil farklı yollardan, küçük boy tüccarlık ve parasal oyunlardan yolunu bulur. Bu tarihsel dizgede ise halk yine aynı halktır. Reayadır. Kravatla, fötr şapkayla, etek boyuyla medeniyet tanımlama aklından bir gram öteye gidememiş koca bir memleket…
İşte bu burjuva politik egemen olarak, ekonominin araçlarına sahipliğiyle iki günlük çıkarları için ülkenin neyi var neyi yok demeden satılmasını sağlayan, bunu da politik iktidar kurumları üzerinden gerçekleştiren bir burjuvadır. Öyle mal mülk satışından bahsetmiyorum yalnızca. Biraz sabırlı olun anlatacağım…
Ülkede gözle görebildiğin, halkın emeğiyle ortaya çıkmış olan mal varlıklarını satmakla, rant uğruna talan etmekle kalmadılar. Daha büyük bir sorunu da bıraktılar önümüze… Bir ülkeye yapılacak en büyük kötülüğü yaptılar. Soyut değerlerini de sattılar. Gençlerini ve geleceğini de sattılar. Yani bilinçsiz, neyin ne olduğu hakkında bir fikir ve bilince sahip olamayacak düzeyde politik aklı büyük yanılsamalar ve cehaletle dolu bir gençlik yarattılar… Kimse bunu söylemez. Bak iyi dinle… Yanlış bilinci ürettiler. Medyası, eğitim kurumları, dini, üniversiteleri üzerinden zihinsel bir fakirlik ve dahası kölelik yarattılar. Ondandır gencecik çocukların ülkeden gitmek istemesi, üç otuz paraya küresel şirketlere ırgat olmak için yarışmaları…
Üretim gücünü sattılar. Sırf kendi varlıklarını garanti altına alabilmek için sanayi döneminin bir sömürü anlayışı olarak egemen devletler tarafından yürütülen politikalara boyun eğdiler. Ülkenin yalnızca yer altı ve üstü kaynaklarını satmakla kalmadılar, üretim yeteneğini, yaratıcı zekasını sattılar. Daha beterlerini de yaptılar. Neoliberalizm politikalarını hayata geçirdiler, milyonlarca insanın ihtiyaç duyacağı tüketim malları, hizmet pazarını yani ihtiyaç ürünleri pazarını sattılar. Önce her türlü ihtiyaç ürününün yerli imkanlarla üretimini yok ettiler, sonra küresel şirket baronlarına pazar yarattılar. Yediğiniz, içtiğiniz, giydiğiniz her tür malzeme küresel şirketlerin kontrolüne girdi. Ondandır hastalıkların bu kadar çok yaygınlaşması. Çünkü ilaç için de hastane için de onlara bağımlısınız…
Zaten sanayiciliği yaşamamış olan bu burjuvazi, montajcılık işinden şimdi küresel şirketlerin komisyonculuğu rolüne geçti. Halk mı? Halen aynı, bildiğin reaya…
Küresel şirketlerin menfaatine ucuz üretimin yerli kaynaklarla sağlanmasının yolunu açtılar. Ucuz bir emek yaratmak için hukuk düzenini bozdular, ülke parasının değerini sattılar. Yetmedi ülkenin doğasını, canlısını, havasını da sattılar… Şimdilerde ihracat yapıyorum diyerek küresel tekellerin tedarikçisi olan yerli şirketlerin maliyet düşürme gerekçesiyle ülke parasının değerinin düşürülmesini talep etmesinin nedeni de bu… Küresel şirketlere sağlanacak ucuz girdiler için ülkenin her tür kaynağının değeri düşmeli değil mi? Üstelik bunu talep eden de yerli üretici diye bildiklerin… Sevsinler sizin ekonominizi… Yıllar geçti ve bugün devlet küresel üretim ve finans şirketlerinin karlarını garanti eden bir aracı kuruma döndü.
Bütün bunlar sırf bir avuç burjuva temsilinin kendi goy goy hayatlarının, mülklerinin ve refahının garanti edilmesi için. Halkını satan bir sınıf için…
Merkez işte bu burjuvanın kontrolünde. Okuduğun yayınları, izlediğin televizyonu, gittiğin ibadethaneyi kısacası düşünce araçlarını da kontrol edenler onlar. Nasıl düşünmen gerektiğini, nasıl yaşaman gerektiğini ve kendine nasıl yabancılaşacağını da onlar belirliyor. Kendileri için doğru ama senin için yanlış olan düşüncelere esir olmanı bilinci yöneten iletişim araçları üzerinden sağlıyorlar…
Derin bir yanılgının uzun yıllar boyunca içinde kalman için televizyondan gazeteye, okuldan ibadethaneye, kitaptan müzik içeriklerine kadar iletişimin olduğu bütün alanları, büyük bir bilinç endüstrisini ve düşünce içeriklerini kontrol altında tutuyorlar. Öyle ya kazara uyanırsın, olan bitenin farkına varırsın!
Kısaca söylemek gerekirse, satışa geldin haberin olsun…
Görsel : Quentincc, unsplash.com