Şu sıralar etrafımda kime selam versem, kiminle iki lafın belini kırıyor olsam hep aynı şey. Neredeyse herkeste bir yılgınlık, bir umutsuzluk, bir iç sıkıntısı. Hayat gailesi içinde zorluklarla verilen çabaların bir yere varmadığını görmek, çoğunluğun giderayak yozlaşmış bir düzene ayak uydurduğuna, boyun eğdiğine tanık olmak, insani değerlerin her geçen gün anlamını yitirdiğini bilmek… Kim olsa bu ruh haline gelir. İyiye, doğruya, adalete olan inancımızı gün ve gün kaybediyoruz.
Ülkenin haline bakınca hani pek anormal gelmiyor şu durum. Ekonominin gidişi ortada, siyasal hak ve özgürlükler bakımından da yolumuz yol değil. İnsan yaşamı, temel haklar derken havasıyla suyuyla, toprağıyla ormanıyla, sokaktaki köpeği havadaki leyleğiyle tehdit altında olmayan şey kalmadı maşallah.
Sanırım tüm bunlar farkındalığı bir nebze de olsa gelişmiş insanları önemli oranda etkiliyor. Dünyadan bihaber olanlara ne mutlu!
Ortak dilin kodları bozuldu, iletişimin bağları kopuyor. Devlet vatandaş ilişkisi bakımından zaten yabancı muamelesi gördüğümüzü fark ettiğimiz şu ülkede artık birbirimize daha bir yabancılaşıyoruz. İnançlardan mı desem kültürel kabullerden mi yoksa sosyal değerlerden düşünce biçiminden mi? Sebebi ne olursa olsun yaşananlara, tanık olduklarımıza yüklediğimiz anlamların ciddi farklar taşıdığını görmemek mümkün değil.
Eh çağın dışında kalınır, inançlar, etnik özellikler, kültürel değerler derken bir devleti yönetmek için ihtiyaç duyulacak tek şey olan akılcılık dışında her yol üzerinden politika yapılır, uyduruk propaganda yöntemleriyle insanları, toplumu ayrıştırıcı yol izlenirse olacağı bu…
Yaşanan bu hal yalnızca toplumsal, politik alana ve gelişmelere özgü bir sorun değil tabi. Kişisel dünyamızda deneyimlediğimiz hemen hemen her konu için de geçerli. Saç tıraşından kılık kıyafete, okuldan öğretmene, alışverişten yeme içmeye, çocuktan yaşlıya, evlilikten boşanmaya, dostluktan aşka, müzikten resme, aklınıza ne gelirse işte her şey ama her şey için atfettiğimiz anlamlar çok farklı. Çünkü öğrendiğimiz, öğretilen, algıladığımız dünya farklı. Nesnelere, insanlara, tabiata yüklediğimiz anlamlar farklı.
Neden olmasın ki? Neticede durup dururken olmuyor tüm bunlar. Testiye ne koyarsan içinde de o oluyor.
Her işi kuşaklar arası farklılıklara bağlamak da bir moda oldu. Belki bu yolla açıklamak kolay olduğundandır.
Siz bu kuşaklar konusuna nasıl bakıyorsunuz bilemem ama ben baştan söyleyeyim, her konuda olduğu gibi bu mevzuya da yüklediğim anlam tamamıyla ekonomi-politik nedenlere dayalı. Yani egemen toplum düzenini yaratan üretim ve tüketim ilişkilerine, sınıflı toplum düzeni yapısına ve buna yön veren üretim araçları sahiplerine…
Çoğu görüşe göre kuşaklar belli zaman aralıklarını anlamak, yaşam biçimlerini açıklamak için elverişli bir yöntem. Neticede toplumun belli bir zaman aralığındaki genel geçer davranışlarına, alışkanlıklarına, düşünüşlerine açıklama getirdiğinden olacak, yaşadıklarımızı, özellikle başımıza gelen ve saçma bulduğumuz şeyleri anlamlandırmak için kolay bir yol. Neden olmasın? Misal biz televizyonun moda olduğu, televizyon içeriklerinin etkili olduğu bir döneme doğmuştuk, şimdilerde doğanlar ise dijitale, sosyal medyaya. Dolayısıyla hayata bakışımızda önemli farklar olması kaçınılmaz.
Şu zamana kadar bu işle ilgilenenler çok farklı kuşak ve dönemlere vurgu yapmışlar. Tabi bu dönemsel tespitlerin, anlamlandırmaların da neye hizmet ettiğini sorgulamak lazım. En azından bu tür çalışmaların endüstri kapitalizmiyle gelişen modern toplum düzenini anlamak ve biçimlendirmek için yapıldığını unutmamak gerekiyor.
Buna göre “Baby Boomers” denen kuşak 1946-1964 doğumlulardan oluşuyor. İkinci dünya savaşının yıkımından çıkmış olan bu neslin sosyal aktivizme, idealizme ve yeniliklere açık olma gibi özellikler taşıdığı, genellikle çalışkan, öğrenmeye açık ve hırslı olduklarına vurgu yapılıyor. Teknolojiye diğer kuşaklara göre daha az yetenekliler. Yıllara göre bakıldığında 1965-79 doğumlu olanlar “X Kuşağı”; 1980-94 arası doğanlar “Y Kuşağı” ya da “Millennials”; 1995-2012 arasında doğanlar “Z Kuşağı” ya da “Gen Z” ve 2013-2025 arası doğanlar ise “Alpha Kuşağı” ya da “Gen Alpha” olarak adlandırılıyorlar. Her bir kuşağın kendi zaman dilimine özgü farklı alışkanlıkları, davranışsal eğilimleri, özellikleri tespit edilmiş. Toplumsal değerleri, tüketim tercihleri, düşünsel-duygusal referansları, egemen bilgi kaynakları gibi…
1946 öncesi kuşaklar yok mu?
Var tabi. Batı literatüründe 1880’lerle başlatılmış bu iş. Yani anlayacağınız bu da bir batı işi. Eh nedensiz değil mutlaka. İlkin bu tarihin endüstri devrimine denk gelen büyük bir politik değişimin yaşandığı; feodal, toprağa bağlı ekonomi-politik devletten modern, ulus devletlere dönüşümün gerçekleştiği önemli bir tarihsel kesit olduğunu göz ardı etmemeliyiz. 1900’lere kadar devam eden bu süreçteki nesil için “Kayıp Kuşak” demişler. Sonra gelen 1901-1927 arası dönemin doğanları için “Muhteşem Kuşak” adını takmışlar. Sanırım bu dönemin kuşağı modern ulus devletin doğuşu, feodal imparatorlukların çöküşüne sebep oldukları için böyle adlandırılmış olabilir. Sonra 1945’e kadar geçen dönemde doğanlar için “Sessiz Kuşak” ifadesi kullanılıyor. Pek şaşırtıcı değil tabi. Bu sessiz kuşak adını ilk kez Time dergisi kullanmış. 5 Kasım 1951’de yayınladığı “Genç Nesil” başlıklı bir makalede şöyle dile getirmiş: “Genç neslin en şaşırtıcı gerçeği sessizliğidir. Nadir istisnalar dışında, gençlik kürsüye yakın değil. Babalarının ve annelerinin ateşli gençliği ile karşılaştırıldığında, günümüzün genç nesli hâlâ küçük bir ateştir. Manifesto yayımlamaz, konuşma yapmaz, afiş taşımaz. ‘Sessiz Nesil’ olarak adlandırılmaktadır.”
Pek şaşırtıcı değil benim için bu saptama. Siz de ikinci dünya savaşı yıllarına tanık olup başınıza bombalar yeseydiniz savaş bitiminde bir süre şok içinde, politikadan uzak yaşardınız.
Çoğunlukla kuşakların özelliklerini belirleyen şeylerin dönemlerinde tanık oldukları politik gelişmeler olduğu söyleniyor. Mesela X kuşağından olanlar dünya tarihindeki birçok önemli olaya, Soğuk Savaş, Berlin Duvarı’nın yıkılması, HIV/AIDS salgını, teknolojik devrim ve 11 Eylül saldırıları gibi olaylara tanık olmuş. Dolayısıyla bu gelişmelerin onların yaşamlarını şekillendirdiği varsayılıyor. Kendinden önceki Baby Boomers’a kıyasla daha bağımsız, yeniliklere açık ve özerk olarak tanımlanan bu kuşağın çalışma hayatında başarıya önem verdiği, eleştirel düşünme, özgürlükçü yaklaşımlar ve teknoloji konusunda hızla uyum sağlayabilme becerisine sahip oldukları belirtiliyor.
Yaşadığımız hayatı anlamlandırma, içinde bulunduğumuz dönemin koşullarını yorumlayabilme bakımından değerlendirdiğimde kuşak özellikleri ve kuşaklar arasındaki farkları, yapılan yorumları yok saymam mümkün değil. Ancak kuşakların tanımlanmasına kaynaklık eden şeylerin ne olduğuna ilişkin görüşler konusuna da katılmadığımı belirtmem lazım. Zaten esaslı olarak yol ayrımı da buradan kaynaklanıyor. Çünkü kuşaklar sanıldığı gibi yaşanan dönemin politik gelişmelerinin doğal sonucu olarak ortaya çıkmış bir sosyal şema değil, yaşanacak olan şeyler için tasarlanmış bir ürün bana göre. Kapitalist düzenin bilinçli bir ürünü…
Burada sayfalar dolusu yorumlar ortaya koyabilirim. Ancak benim derdim kuşakların özelliklerine ilişkin görüşler vermekten çok hangi nedenlere dayanarak oluştuğu, biçimlendiği sorunsalı üzerine. Zira çoğu insanın sosyal bir olgu, tarihin içinde bir gelişme olarak yorumlayacağı bu konu aslında kapitalist düzenin kendini var etme çabasının bir sonucu, bir yaratımı. Nasıl mı?
Kapitalist piyasa düzeninde sermaye ve üretim ilişkileri temel bir konu. Üretim araçlarına sahiplik, bu araçlara sahiplik üzerinden politik egemenliğin sağlanması için belli üretim ilişkilerinin ve bu üretim ilişkileri için gerekli tüketim toplumunun tasarlanması, kontrolü lazım. Nihayetinde üretim ve tüketimin kontrol altında yönetimi için de insan davranışlarının, tercihlerinin, eğilimlerinin yönlendirilmesi gerekiyor. Üretimin mükemmelleştirilmesi ve toplumun fabrika üretim düzenine hizmet edecek şekilde biçimlendirilmesi konusu 1950’li yıllara kadar sağlandı. Tabi bu gelişme yol almaya devam ediyor. Üretimde sağlanan ilerleme, yüksek miktarda seri ve çeşitlilik içeren üretimin gerçekleşmesiyle birlikte kapitalist piyasanın egemenleri gözlerini tüketim pazarlarının yapılandırılmasına çevirdi.
Tabi tüketim deyince ortaya bir sorun çıkıyor: İnsan.
Nihayetine türlü türlü insan var dünyada. O zaman tıpkı üretimin robotlaştırılması gibi tüketimin de bir tür robotlaşma yaşaması gerekli. İnsanlar biz nasıl istiyorsak öyle tüketmeliler, tercihleri, beğenileri ya da nefretleri bizim istediğimiz yönde olmalı. Biz dediğime bakmayın, egemen sınıf, kapitalizmin ağababaları için böyle diyorum.
Özellikle 1950’li yıllardan sonra batı kapitalizminin merkezinde bulunan bu konu için yapılmış, insan davranışları, eğilimleriyle ilgili tonlarca çalışma var. Yani insanlar hangi durumda hangi davranışları, eğilimleri sergiler, onlara ne yaparsak davranışlarını, eğilimlerini istediğimiz yöne doğru çekeriz türünden… Doğal olarak da araştırma yöntemlerine ilişkin buluşlar, insanı anlamaya yönelik psikoloji, sosyoloji, antropoloji ve benzeri alanlardaki gelişmeler de bu zaman dilimiyle birlikte yükselişe geçiyor. Tabi insanları dil, din, ırk, kültür vb. çeşitliliklerine göre yakalayacak kitle iletişim ve eğitim araçlarının gelişmesini de unutmamak lazım.
Nihayetinde insanın bilişsel, duygusal, davranışsal alanlarını yönetebilmek yani tutumlarını yönlendirmek istiyorsanız ne düşüneceğine, nasıl düşüneceğine en baştan biçim vermeniz lazım. Bilinci kontrol altında tutmalısınız. İşte burada kitlesel nitelikteki tüm bilinç araçları ve onların oluşturduğu bacasız devasa bir endüstri devreye giriyor.
Konunun odak noktası egemen düşünce ve değerlerin yaratımı olunca da okullardan medyaya, din kurumlarından sanat ve eğlence kurumlarına kadar her yapı önem kazanıyor. Ne için? Tabii ki beni, sizi ellerinde tutmak, yönlendirmek, egemen üretim ve tüketim ilişkilerindeki yere rıza göstermemizi, itiraz etmememizi, boyun eğmemizi sağlamak için. Her yanımızı sarmalayan tek tip düşünce, inanç dayatmaları, popüler imgeler, yaşam biçimleri. Bugün popüler olarak görülen ne varsa aslında üstümüze giydirilmiş bir mumya sargısından başka bir şey değil.
Tabi egemenlerin ihtiyaçları için kapitalizmin piyasası yeni gelişmelere doğru ilerledikçe buna uygun insana da ihtiyaç duyulacağı kesin. İstenildiği gibi üretime koşan, istenildiği gibi tüketim yapan yeni tür bir insan: Meta insan!
Bugün öyle bir zaman geldi ki yalnızca tüketim için insana ihtiyaç kaldı. O alınıp satılabilecek bir sürü üyesinden başka bir şey değil artık. Teknoloji insansız fabrikalar, insansız üretim ilişkileri ve hatta devlet yönetimleri inşa ediyor. Buraya dikkat! İçinde insan olduğunu sandığımız insansız bir hayat yaşıyoruz. İnsanlıksız bir hayat. İnsani değerlerin beş para etmediği bir hayata sürükleniyoruz. Bunu yaratan bir bilinç endüstrisinin elinde değersizleşiyoruz.
Şimdilerde benden sonra gelen kuşaklarla aramda fark olarak gördüğüm şeylerin temelinde tam olarak bu yatıyor işte. Y ve Z ile anlaşamadığım yer. Sonra gelenleri saymıyorum bile. Tüketimin ve popüler kültürün esiri olmuş, “Pokemon”la politik mücadele verebileceğine inanan, sözde mizahla eskinin çatışmacı, yok edici değerlerini taşıyan gladyo iktidarlarına, egemen düzene karşı baş edebileceği sanrısını yaşayan kuşakla aramdaki fark bu. Çünkü benim kuşak “Güliver’in Seyahatleri”, “Don Kişot”, “Alice Harikalar Dünyası” gibi çizgi filmlere “Fix’in tuzağına” doğmuşken bu çocuklar “He-Man”, “Heidi”, “Şirinler”, “Temel Reis”, “Tom ve Jerry” çizgi filmlerine doğdu. Sonra gelenler ise daha bir beter. “Scooby-Doo”, “Kaptan Tusubasa”, “Sünger Bob” vs…
Y’nin, Z’nin ve dahası sonra gelenlerin doğru bildiği şeyler propagandalarla yaratılmış, insan dışılığı belleten içeriklerden başka bir şey değil. Zihni ilkokuldan bu yana ele geçirilmiş. Tıpkı bizim bir zamanlar ele geçirilişimiz gibi.
Kuşaklar arası fark olarak gördüğümüz her şey temelde çocukluktan itibaren edinilen hayat görüşüne ve buna biçim veren öğretilere dayanıyor. Ve sanıldığı gibi bu konu toplumsal dinamiklere, toplumun doğasına ve akış biçimine bağlı değil. Üretim ve tüketim ilişkilerine yön veren egemen düzenin sahiplerine bağlı. Demem o ki gelecek on yıllar boyunca ne tür insan formunun ortaya çıkması gerektiğine karar veren, buna özgü olarak ilkokulları, liseleri, üniversiteleri, din kurumlarını, medyayı, sanat ve eğlence kurumlarını ve bunların yayacağı içerikleri belirleyen bir kapitalist düzen var. Bu yüzden eğitim müfredatlarıyla, medya yayın içerikleriyle, dini metinlerle oynanır. Bu alanları ellerinde bulunduranlar insan bilincine ve yaşam biçimlerine ve dolayısıyla gelecek kuşakların özelliklerine yön verir.
Egemen sınıf ekonomi-politik anlamda bir dünya tasarlarken insanın da nasıl bir form olacağına karar veriyor diyebiliriz.
Direnebilirsiniz ama ezilmeye mahkumsunuz!
Çünkü üretim araçları elinizde değil, meta dünyasının egemenlerinde. Misal gelecekte üretim ve yönetim işlerinde robotların etkili olacağı bir kapitalist dünyaya doğru gidildiğini görebiliyorsanız eğer bunun sosyal ve kültürel olarak yeni bir insan türüne, yeni bir forma işaret edeceğini şak diye anlayabilirsiniz.
Üretimin robotlarla tüketimin meta verilerle yapılandırıldığı ve buna uygun insanların istendiği yakın gelecekte benliği ve iradesi olan, yaşamı kutsayan, doğanın değerleriyle hayata tutunmuş insanlara yer yok. Bu yüzden bu türden insanların toplumsal alandan dışlanması, insani nitelikteki tüm anlamların yozlaştırılması gerekiyor. Yalnızca tüketimi yücelten değerler, davranış ve eğilimler insanı ele geçirmeli, politik araçlar ve yönetici sınıf buna göre biçimlendirilmeli. Robotumsu insanlar tüketirken insanımsı robotlar üretimde kullanılmalı. En düşük maliyet en yüksek karlılıkla. Hikâyenin özeti bu.
Birbirini anlamayan, anlamak istemeyen, güvenmeyen kimi zaman reddeden kırılgan insanlar haline geldik. “Nasıl olsa sonu belli, ne gerek var” türünden düşüncelerle yaşama dair her konuda iradenin törpülendiği bir anlayış hastalıklı bir şekilde yaygınlaştı. Ortak dil giderek yitiriliyor. Yalnızlık bir sonuç olmaktan çıktı tercih haline geldi. Çözemiyorsam uzak kalayım duygusu benliği ele geçirdi. Toplumsal alana ilişkin konularda mücadele ettiğini sananların mücadeleden anladığıyla, bir önceki ve sonraki kuşakların anladığı şey farklı. Kuşaklar arası bir çatışma değil kuşaklar arası bir yanılgının içindeyiz. Bu yüzden ortak bir aklın gelişmesi pek mümkün gibi görünmüyor. Yarının kuşakları çok ele geçirilmiş…