“If you got everything and you don’t want no more. You’ve got to just keep on pushing, keep on pushing. Push the sky away. Because when you can’t see the sky, you can’t see your limits. Push your car to fucking Geneva”
Bazı insanlar kasvetlerini, kara bulutlarını heybelerinde taşırlar; onların gölgelerine bile dikkatli bakarsanız gök gürültülü sağanak yağışlı ruh hallerini görebilirsiniz. Kasvetin çağrışımı genellikle olumsuz olsa da orada günümüzün yapaylığının aksine hakiki bir şeyler saklıdır. Belki de bu yüzdendir siyahın asilliği; çünkü her şeyi olduğu saklamadan gösterebilme kabiliyetine sahiptir. Bu halet-i ruhiye aynı zamanda güçlü bir sanatsal ifadeyi tarif eder. Nick Cave örneğin, tam da bu havaların müzisyenidir. Melankolik havaların, atmosferin öz hakiki kahramanlarından biridir. Pozculuk, maskeler, roller onun kitabına pek uygun değildir bu yüzden. Şarkı sözlerinden, müziğinin karanlık tonlarına ve yüzünden her daim eksik etmeği ciddiyetiyle güneşli bir havada kara bulutları tepenize toplayacak kudretindedir.
Nick Cave, 1980’li yılların ortalarından itibaren aktif olarak müzikle uğraşan, şarkı sözü yazarak aşkı, cinselliği, kaosu, insanın karanlık yönlerini hikâye anlatıcısı titizliğinde ele alan, kurduğu Bad Seeds grubuyla Punk ve Greengrass türlerini müziğinde harmanlayan birisi. 30 yılı aşkındır müzikle ya da sanatla uğraşıyorsanız elbette anlatılacak bir dolu hikâyeniz oluyor. Iain Forsyth ve Jane Pollard’ın yönettiği 20.000 Days on Earth belgeseli Nick Cave’in dünyadaki bir gününe odaklanan ilginç bir yapım. Film, Cave’in Push the Sky Away albümünün kaydedilme sürecine, şarkı yazımına, ilham kaynaklarına, müziğin dünyayı anlamlandırma çabasına ve müzisyenin çocukluğuna, babasıyla olan ilişkilerine, ilişkilerine varana dek hayatından kesitler sunuyor.
Müzisyen belgeselleri genellikle sanatçılarının yaşamlarının epikleştirildiği ya da aşırı övgülere bulandığı anlatılardır. Dolayısıyla o tip belgesellerde müzisyenlere dair hakiki bir şey göremezsiniz. 20.000 Days on Earth bu anlamda bilindik müzisyen anlatılarına benzemiyor. Film klasik belgesel anlatıları kalıplarının dışına çıkarak Nick Cave’le sıkı muhabbetin döndüğü güzel bir içki masasında sohbet ediyormuşçasına, samimi bir ortam yaratarak, müzisyenin iç dünyasına dâhil oluyoruz. Nick Cave, sözünü sakınmadan zihninden geçenleri doğrudan bize aktarıyor, nelerden ilham aldığını, nasıl bir çocukluk geçirdiğini, babasıyla olan ilişkilerini, Berlin’deki “yüksek kafalı” dibine kadar Punk günlerini bir film şeridi gibi bize aktarıyor. Sohbetin istikameti yağmurlu bir günde Brighton caddelerinde dolaşırken oluyor bazen de hoş bir masada sohbet giderek koyulaşırken gerçekleşiyor. Film boyunca direksiyonun başında Nick Cave’ın olduğu arka koltukta da Kylie Minogue’un oturduğu arabayla şehir turu atıyoruz, yağmur damlacıklarının arabanın üzerine düştüğü, sileceklerin hızla sağa sola sallandığı anlarda ikili arasında sohbet geçmişten, yüzleşmekten kaçınılan korkulara geliyor sonra Warren Ellis’le öğle yemeğinde bir araya geliyoruz. Nina Simone’lu hatıralar, geçmiş ve gelecek aynı sofrada buluşuyor ya da çocuklarıyla pizza yiyip kovboy filmi izliyor. Film boyunca karşımıza çıkan hasbihal anlarında en çok öne çıkan vaziyet şarkı sözü yazarlığı ve hikâye anlatıcılığı oluyor.
Kurmaca ve gerçek arasındaki Nick Cave
Şarkı sözü yazarlığı 1960’lı yıllardan günümüze çok önemli bir gelenek olarak kabul edilmektedir. Nick Cave de hiç kuşku ki yok bu geleneğin günümüzdeki en güçlü temsilcilerinden biri. Kendisinin müziğini poem-rock olarak kabul edilebiliriz. Melankoli, uç noktalarda gezen aşklar, yarıda kalmış aşk hikâyeleri, insanın arayışı, karanlık patikalar Cave’in parçalarında mesele ettiği mevzular ola gelmiştir. 20.000 Days on Earth’nin de ağırlık merkezlerinden biri bu olması şaşırtıcı değil. Şarkı sözü yazarlığı ya da müzisyenlik, Nick Cave’in şu galakside tek başına dönüp duran sıkıcı mavi küredeki anlam arayışlarından hatta özgürleşme çabalarından biri. Kendi ifadesiyle: “Günlerimiz sayılı. Boşa geçirmemeliyiz. Kötü bir fikre göre hareket etmek, hareket etmemekten daha iyidir. Çünkü fikrin değeri, uygulayana kadar asla kendini göstermez. Bazen bu dünyanın en küçük fikri olabilir, içinizde baş gösteren küçük bir alev. Kendisine karşı çıkan bütün zorluklara karşı sönmeyecek bir ateş. O ateşe tutunursanız eğer, etrafında harika şeyler oluşturulabilir. Kütlesel, güçlü ve dünyayı değiştirecek şeyler. Hepsi küçücük fikirlerden ortaya çıkarlar.”
Film boyunca müzisyenin zihin dünyası şeffaflıkla ortaya dökülüyor; Nick Cave yazar olarak kendisine kurduğu dünya ile kuru gerçeklik arasında nasıl salındığını, gündelik hayatta yaşadığı deneyimlerin şarkı sözlerine nasıl yansıdığını topu çevirmeden açık yüreklilikle aktarıyor. Özellikle gerçek ve kurmaca arasındaki ince çizginin farkında birisi olarak, Nick Cave canavarların, kötü adamların, kahramanların, mutlu sonların, yarıda kalan melankolik öykülerin, fırtınanın, yağmurun eksik olmadığı dünyasında daha mutlu gibi görünüyor. Kuru gerçeklik rasyonalitesi, kolaylıkla öngörülebilmesi jilet gibi takım elbisesini sırtından hiç çıkarmayan Nick Cave’ın pek uğramadığı bir topoğrafya haline gelmiş. Cave, önüne konan katı gerçeklik perdesini yırtmış, sadece kendisinin ilgi gösterdiği şeylerle kendine ait evreninde mutlu mesut takılıyor gibi görünüyor.
Jilet gibi takım elbiseleri her daim ciddiyetiyle Nick Cave, müzik dünyasının nev-i şahsına münhasır kişilerinden. Yerküredeki 20.000 gününe tanık olduğumuz belgesel de Nick Cave’in biraz az bilindik dünyasına yolculuğa çıkarıyor. Nick Cave, film boyunca bizler için “gökyüzünü ileriye itiyor” manzara ortaya çıkıyor, gerçeklikle kurmaca iç içe geçiyor. Sonra da “dünyada karşılaşmış gibi” direksiyonun başına geçip radyodan Robert Johnson parçaları açıp bizi gece yolculuğuna çıkarıyor. Derin hakikatlerin konuşulduğu ıssız otobanda ilerliyoruz kendi gerçekliğimizi arayarak….