“Nasılsın kardeşim?”
“Ya ne diyeyim, iyi diyelim, iyi olsun işte.”
“Aman hepimiz öyle, takma kafana. Ev ahalisi nasıl? Herkes iyi mi?”
“İyiler, iyiler.”
“Canın sıkkın gibi?”
“Biraz öyle… Biliyorsun evde bir ergen var, nasıl iyi olayım?”
“Çok üstüne gitme, olacak o kadar. Biraz sabırlı ol. O da zamanla farkına varacak, anlayacak her şeyi.”
“Ya nereye kadar sabredeceğim? Bu yıl sınava girecek. Düşünsene tüm hayatını ilgilendiren bir sınav. Sanki sınava ben gireceğim…”
“Zaman lazım zaman. Bak göreceksin, onun da farkındalığı gelişecek. Benim kızı biliyorsun, o da öyleydi. Çalışmıyordu. Herkesin bir farkındalık zamanı var. Öyle bir an geliyor bir şey demene gerek kalmıyor, farkına varıyorlar.”
“İş işten geçtikten sonra farkına varsa ne olacak?”
“Anlıyorum ama farkında olmadıkları sürece de zorla olmuyor. İstersen her gün söylen, dövün. Olmuyor, bunu bilmelisin.”
….
Tabii ya nasıl düşünemedim ben bunu? Aradığım şey tam da bu işte… Farkındalık.
Aldın mı şimdi dersini?..
“Nasıl olur da göremezler, üstelik her şey bu kadar açık seçik iken nasıl olur da anlayamazlar?” diye aklını kemirip duruyordun ya, al sana cevabı…
Öyle ya… İnsan bunca adaletsizliği, bunca eşitsizliği, bunca sömürüye tanık olup şu kısacık hayata türlü deneyimleri sığdırıp, her Allah’ın günü kuyruklarında beklediği, “devletimiz büyüktür” diyerek kapısına vardığı vergi dairesinde, postanede, okulda, camide, hastanede, veznede tepeden bakan bir dünyanın davranışlarına, sözlerine maruz kalıp nasıl olur da olan bitenin, insanlıktan çıkmış bu yaşam düzenindeki güç ilişkilerinin, bu güç ilişkilerinin hayatı için yarattığı bedelin, devletin her daim mülkün sahibi, kendisi üzerindeki efendisi olduğu inancına dayanmış biçimsiz devlet-vatandaş ilişkisinin farkına varamaz? Bir insan devlet karşısında haklı olduğu halde, hakkı olduğu halde, nasıl olurda hakkını koruyamaz, kendini savunamaz, susar pusar, sineye çeker…
Tüketme, mülk edinme, yağmalama, dünyanın kaynaklarını sömürme derdinde olan, handiyse doğuştan ayrıcalıklı olmanın altın tepsi içinde sunulduğuna tanık olduğumuz bir dünya düzeninde, güç merkezlerinin içinde yerini almış uyduruk insanların yürüttüğü, yönettiği ve dahi işlettiği uyduruk, çağ ve insanlık dışı devlet yapılarını ve bunun üzerinden, bunu düzeni sürdürmek amacıyla tasarlanmış uyduruk toplum düzenleri ve sömürü değerleriyle biçim almış uyduruk egemen ilişkileri, bunları üretenleri nasıl olur da göremez?
Nasıl olurda üzerinde ustaca kurulmuş olan derin, sinsi ve insanlık dışı baskının ne olduğunu, nasıl oluşturulduğunu ve bu baskıyla hayatı boyunca bir makinenin dişlisinden başka bir şey olamadığını, kendine ait olan benliğin, özgürlüğün kendi elinden alındığını nasıl anlayamaz?
Nasıl ama nasıl, nasıl?…
Ya ben? Nasıl oldu da onca yıllık eğitime, onca yıllık deneyime rağmen bu farkındalığa ulaşmak için bugünü bekledim? Şu konuşma olmasa bunları düşünmeyecek, belki de aklımın ucundan dahi geçirmeyecektim.
Sanırım “farkındalık” bu olsa gerek. Seni biçimlendiren üzerindeki gücü, özne olarak seni bu güç ile nasıl hizaya soktuğunu, egemen sınıf düzeninin politik toplum üzerinden nasıl işlediğini görebilmek… Yani olan bitenleri algılayabilmek, yaşadığımız şu hayatta kendi aklımız ve bilincimizle gerçekleri kavrayabilmek, etrafımızı bulanıklaştırmadan görebilmek…
Politik toplumu, güç ilişkilerini, insanı nasıl biçimlendirdiğini, egemen düzenin bir parçası haline nasıl getirdiğini anlamak… Kısaca söylemek gerekirse politik farkındalığa sahip olmak.
Ama öyle burada yazdığım gibi fark edilmesi de o kadar kolay olmasa gerek. Yani böyle ifade edildiğinde, “hadi hop oldu bitti, şimdi anladım her şeyi, var ya görebiliyorum artık ben de farkındayım” demek ne mümkün…
Nihayetinde insanın üzerinde, ona karşı orantısız güçlerle donanmış, kontrolün, ezmenin her türlü olanağına sahip totaliter devletler çağında yaşıyoruz. Her biri yalnızca silahla, silahlı güçlerle, yasa gücü ve hapishanelerle, düşünceyi bastıran şiddet araçlarıyla yani yalnızca “sert güç” ile değil, aynı zamanda medya, eğitim, din gibi fikirleri dolaşıma sokan, dolaşımda tutarak belleten araçları ve egemen sınıfın nitelikli icatlarından biri olan sivil toplum araçlarıyla, yani “yumuşak güçlerle” de donanmış durumda. İnsan zihnini eline almış, düşünce biçimlerini kontrol eden öylesine güçlü araçların kontrolü altındayız ki!
Kurnazca düzenlenmiş hapislere çoktan konulduk ama farkında değiliz. Rosa’nın da dediği gibi “hareket etmeyen zincirlerinin farkına varamıyor”…
Peki böylesi bir toplum düzeninde, farkındalığımızı engelleyen, algılarımızı körelten, görüşümüzü yok eden böylesi güçlü politik araçların kontrolü ve baskısı altında olan biteni ne kadar açık seçik, net olarak görebiliriz?
Egemen politik kurumların, yalnızca iktidarın değil, devlet araçlarını ele geçirmiş toplumsal iktidar sınıflarının, politik kontrol araçları üzerinden toplumun ve dahi bireyin yaşam alanında her yere sızmış olduğu bir dönemde, insanların farkındalıklarının gelişimini nasıl sağlayabiliriz?
Belletmenin her türlüsünün ustaca işlediği eğitim kurumları, inanma ihtiyacının her şekilde kontrol altına alındığı din kurumları, söylemin her türlüsünün incelikle aktarıldığı medya içerikleriyle yıllarını geçirmiş ve bildiğinin tek doğru olduğu inancıyla hayatını sürmüş bir kişiden, kendini yıkıp yeniden inşa etmesini nasıl bekleyebiliriz?
Politik güçlerin, medya, din, sivil toplum gibi “yumuşak güçlerin” ruhunu ele geçirmiş olduğunu, yaşadığının ne olduğuna ilişkin gerçek anlamda da bir farkındalığının olmadığını hangi deneyimini yaşatarak aktarabilir, farkındalık yaratabiliriz?
Üstelik bütün bunların farkında değilken…
Kapak Görseli: Jess Bailey/ Unsplash