Güzellik Faşizmi

0
209

Sabahın bir vakti. Saatlerdir konuşuyorlar. “İzleyenler ne buluyor böylesi programlarda” diye içten içe düşünürken “alışkanlık yaratır mı acaba” diye bir endişe taşımıyorum desem yalan olur. Vakti zamanında eve gelen Gürcü bakıcı yüzünden birbirlerine eş arayanların buluştuğu evlilik programlarını bir inceleyeyim, elin Gürcü kadını bile bunu izliyorsa vardır bir hikmeti diyerek içeriklerin etkisini analiz edeyim demiş kendimi devamlı izleyicisi olarak bulmuştum. Koca bir ülkenin aklı nelerle meşgul…

Biri güzellik algısının hızla değiştiğinden bahsediyor. Bir diğeri kilolarından nasıl kurtulduğunu, aslında geçmişte de fazla kilolarına rağmen kendinden nasıl memnun olduğunu, insanların birbirine kiloları nedeniyle karışmalarının ne kadar kötü bir şey olduğunu anlatıp duruyor… Dile kolay iki yüz küsur kilodan yüz kilonun altına inmek önemli bir değişim. Beri ki lafa giriyor. Biraz agresif mi ne? Son noktayı koyuyor: “Uygulanan düpedüz güzellik faşizmidir!”

Öyle ya önlerine sunulan güzellik algısı ve tek tip, kalıplaşmış modeller nedeniyle kadınların “ben de güzelleşeceğim” diye bunca harcamayı yaptığı bir ülkede, her biri birbirini gazlayınca sanırım bundan daha güzel bir pazar yaratılamazdı. Hal böyle olunca küresel sermayenin kozmetik şirketleri ne yürümüştür!
Sunucusuna, dekora, tiplere, tarzlara bakınca zenginlik ve rüküşlüğün bir simgesi gibi algılanan Nişantaşı semti programa olduğu gibi taşınmış. Sanki cadde kenarındaki tıklım tıklım dolu kafelerde konuşmaktan sıkılmış, içi daralmış bir grup kadın “kız çağır biraz da senin programda konuşalım” diyerek bir araya gelmiş! Her biri hayatın biricik derdi gibi gördüğü güzelliğe, estetiğe vurgu yapan ağız dolusu lafla söze dalıp duruyor. Üstelik zaman zaman öylesine kaptırıyorlar ki biri cümlesini bitirmeden diğeri başlıyor, kimi zaman aynı anda konuşuyorlar. Birbirlerini nasıl anlıyorlar, pes doğrusu…

Programın reytingini merak ettim. Üşenmedim baktım, araştırdım. Hiç de azımsanmayacak bir izleyici oranına sahip. Yani o sabah birçok akıl sizlere ömür…

Düşün hele bir. Bir sabah uyanmış, televizyonu açmışsın. Ya da sosyal medyada karşına bir haber fotoğrafı çıkıyor. O da ne? “Faşizme karşı omuz omuza” diye yürüyen Nişantaşılı kadınlar…

Yalnız bir gerçek daha var. Aynı saatte ulusal kanal diye adlandırılan, yani genel izleyiciye hitap eden ve ülke geneli yayın erişimi sağlayan kanalların büyük çoğunluğunda da benzer tür programlar var. Yani birinden kaçsan diğerine yakalanmaktan kaçamazsın!

“Ya hocam, senin işin gücün yok mu, bu tür programları niye izliyorsun ki? Bak sen hayatına, sana ne bunlardan” diyenler.
“Yok, vallahi yok”.

Medya ve iletişim alanında akademik çalışmaları olan biriysen zaten işin bu. Eğer bu alanda akademik çalışma yapıyorsan etki-süreç odaklı iletişim araştırmaları tüm çalışmaların içinde önemli bir boyutu oluşturuyor. Ya da oluşturmalı. Yani medyanın kendisi kadar, içeriklerinin de “audience” dediğimiz izleyici, okuyucu, dinleyici üzerindeki etkisini araştırmak, analiz etmek ve yorumlamak işin önemli bir bölümü…

Zaten iletişim araştırmalarının tarihi büyük ölçüde etki araştırmalarının tarihidir. Etki araştırmaları ise medya içeriklerini alımlayanların içeriklerden nasıl etkilendiklerini anlamaya yönelik çalışmaları kapsar. ABD’de İkinci Dünya Savaşı öncesinde başlayan ilk çalışmalar izleyicilerin pasif birer alıcı ve etkiye tam anlamıyla açık olduğu kanısıyla başlasa da izleyicilerin içeriklerden olduğu gibi etkilenmediği, türlü nedenlerle pasif birer alımlayıcı olmadığı saptamalarıyla devam eder. Çalışmalar bunu göstermiştir. Janowitz ve Schulze, ilk ampirik (deneysel) çalışmaların temellerini atan isimlerdir. Paul F. Lazarsfeld, Harrold D. Laswell, Carl I. Howland ve Kurt Lewin ise iletişim araştırmalarının ilk temsilcileri olarak bilinir.

Bu kısa bilgi aktarımından sonra şunu söylemek icap eder. Kitle iletişim endüstrisinin tüm bileşenleri, yani içerik üreticiler, reklamverenler, finans sağlayıcılar ve politik-toplumsal iktidar odakları; medyanın izleyiciler üzerinde güçlü bir etkiye sahip olmasını, kısacası medya alımlayıcısı olan izleyen, okuyan, dinleyenlerin kendilerine iletileni (söylenen, gösterilen ne varsa) olduğu gibi kabul etmesini, davranışlarını ise iletinin amacına göre değiştirmesini arzular. Reklamveren yayınlanan reklamların istenilen düzeyde satış sonucu yaratmasını, politik-toplumsal iktidar güçleri fikirlerinin olduğu gibi kabul görmesini, sermaye sınıfı sınıfsal kontrolü sürdürebilmeyi bekler.

Dolayısıyla izleyici pasif değilse bile pasif hale getirilebilmesi için gerekli her tür çabayı harcamaktan kaçınmazlar. Yaşam alışkanlıkları, tüketim biçimleri, kültürel kodlara kadar iner, araştırmalar üzerinden edinilen verilerle davranışların ne yönde geliştirilebileceğine ilişkin çalışmaları yaparlar. Radyo, televizyon, gazete, dergi, sinema ve günümüzde dijital medya araçları, bunların dışında medya olarak maruz kalınan ev dışı iletişim içerikleri (reklam panoları, işaret panolar vb.), halkla ilişkiler, kamuoyu araştırma kuruluşlarının yayınları yekten hepsi aynı amaca hizmet eder. Tabi işin medya kısmı olarak kitle iletişim araçları bağlamında bunlardan bahsediyorum ama okullar, din kurumları gibi yapılar da kitlesel iletişim düzeyinde içeriklerin yani egemen fikirlerin paylaşıldığı alanlardır. Bunları da göz ardı etmemek gerekir.

Bu anlatımdan şunu anlayabilirsiniz. Kitlesel erişim gücüne sahip tüm iletişim araçları ve yayınladıkları, yaydıkları içerikleri, mülkiyet ilişkilerine indirgenmiş sermaye egemen toplum düzeninde egemen sınıfa, güç ve iktidar sahiplerine ve dahi onların temsillerine rızanın gösterilmesi işini görür. İnsanı pasifleştirmek ve içeriklere yani egemen fikirlere rıza gösterilmesini sağlamak bu araçların en temel işlevidir. Pasifleştirmek nedir derseniz, düşünme yetilerinizi kaybetmenizi sağlamak, anlama, sorgulama, yorumlama kabiliyetinizi kısacası “aklınızı öldürmek” demek en doğrusu olur. Modern dönemin propaganda düzeni tüm gizliliğiyle, böylelikle işler.

Şimdi “güzellik faşizmi” konusunu neden gündem olarak ele aldığımı sanırım yakalamışsınızdır. Yalnızca bu program içeriği değil tabii ki bunun gibi onlarca, yüzlerce program içeriğinden bahsediyorum. Bu yalnızca içlerinden biri… Ayrıca beş on kişiden oluşan bir izleyiciden de bahsetmiyorum, milyonlarca kişinin izlediği içeriklerden bahsediyorum. Her gün, her saat, her dakika yayınlanan içerikler birer bombardıman etkisi göstererek egemen fikirlerin dayatılmasını sağlar. Arzulanan insan tipleri ve kitleler, güç ve iktidar odaklarına göre tasarlanır, hazırlanır.

Aslında tarihin akışı içinde değerlendirirsek bütün bu olan biteni sanayi toplumu refleksi olarak değerlendirmek pek yanlış olmaz. Yani şimdi yaşanmıyor mu, geçmişte mi kaldı demeyin. Tabii ki içindeyiz, her gün yaşıyoruz. Zira henüz her ne kadar 4.0, 5.0 diyerek dijitalle bir şeylerin değiştiğini söylesek de halen bir endüstri çağının içindeyiz. Kitlesel, bir örnek ve standart üretim. Zamana ve mekana dayalı üretim, tüketim ve yaşam formları… Ama bir değişimin içinden geçiyoruz. Dünün ölmediği yarının henüz doğmadığı bir andayız. Toplumların, politik-toplumsal iktidar güçlerinin yeniden biçim aldığı, bilinen güç merkezlerinin değiştiği, insanın toplum içindeki rolü ve yerinin yeniden biçimlendiği, değişmekte olan bir dünyanın bugünündeyiz.

Kitle iletişim araçları ve yarattıkları etkilerin de köklü bir şekilde değiştiği, medya içerikleri kadar devlet aygıtı üzerinden yayılan okul kitaplarından cami hutbelerine kadar diğer kitlesel iletişim içeriklerinin insan üzerindeki baskın etkisinin sönümlendiği, dijital iletişim ile büyüyen alternatif içeriklerin hayatımızda öne çıktığı, insanın özgür iradesi ve tercih etme gücünün farkına vardığı, böylelikle kitlesel iletişim içeriklerine maruz kalma değil tercih etme ile hayatını yaşadığı bir dönemden bahsediyorum. Bundan elli yıl önce izlemek için bir televizyon kanalı seçim şansınız var mıydı? Hayır. Dijital medya ve içeriklerle birlikte geleneksel olarak adlandırılan gazete, dergi, radyo, televizyon içeriklerini izleme alışkanlıklarınız değişti mi? Değişti… Yani geniş kitleler tarafından kabul görmüş, geleneksel ve alışılmış fikirler, kısacası konvansiyonel düşünceler artık değerini yitirme yolunda mı? Evet…

Tabi biz o sürecin tam olarak içinde değiliz. Çok az bir kesimi saymazsak, geniş yığınlar anlamında hayır… Bana sorsanız zaten anlayanı, geliştireni, öncüsü, yapanı değiliz. Uygulayanı olsak ne yazar. Yeni bir sömürü düzeni, kölelik ilişkileri yaratmaktan başka bir sonuç çıkmaz ortaya…

Gelişmiş dünya ülkeleri ise sürece hakim ve öncü olmanın yanı sıra küresel egemenliğini bu gelişmelere dayandırmaya çalışıyor. Biz ise epey bir zaman kaybettik. Çünkü eskinin tutucu, statükocu güç merkezleri ellerindekini yitirmemek, toprağa, fabrikaya dayalı üretim ve yaşam biçimlerinin yarattığı servet ve olanakları, politik güç ve iktidar alanlarını kaybetmemek için değişimin önündeki en büyük engeli oluşturuyor. Bu sözlerden yalnızca siyasi iktidar ya da temsiller algılanmamalı. Sosyolojik olarak toplumsal düzeydeki tüm iktidar odaklarından bahsediyorum. Sermayedardan, sendika temsilcisinden, öğretmenden, imamdan, sivil toplum liderinden, bankacıdan, belediyecisinden… Toplumsal etki alanı olan herkes ve her yerden… Kimse değişmek için bir gram yerinden oynamıyor. Konfor ve güven tercihi herkes için ağır basıyor. Gözüyle görse, sonuçlarını yaşasa dahi kimse egemen düzenin yarattığı ağır koşullar, çıkmazlar karşısında durma cesaretini gösteremiyor. Büyük oranda tarım ve imalat ekonomisi seviyesine saplanmış, geçtim akıllı teknolojileri üretimde makineleşmesi dahi dışa bağımlı endüstri 2.0 boyundaki ekonomi-politik gücün, statükonun eseri bir ülkede kimse değişimden bahsedemiyor. Çünkü değişim demek, kendileri değişmedikçe ellerindekini yitirmek demek…

Genç kuşak ise süregelen bu egemen düzen ve onun eseri egemen yaşam biçimlerinin içinde umutsuz bir şekilde hayatına devam ediyor. Çoğunluğu bir şekilde ülkeden ayrılma dışında herhangi bir çözüm fikrine de sahip değil. Yalnızca izliyor, izliyor, izliyor… Pasifleştirilmiş olarak… Statükonun aklı öldürdüğü bir dönemin tanığı, güzellik faşizminin esiri olarak…

Görsel : Sam Moghadam Khamseh, unsplash.com