Bir Engizisyon Mahkûmunun Son Gecesi

0
82

1791’de Bentham’ın tasarladığı panoptikon modeli, merkezde bir gözetleme kulesi bulunan ve etrafında hücrelerin dairesel şekilde dizildiği bir yapı öngörüyordu. Bu tasarım, mahkûmları sürekli gözetim altında tutarak daha az personelle maksimum kontrol sağlamak amacıyla önerilmiş bir hapishane modeliydi. III. Georges döneminde bu hapishanenin hayata geçirilmesi için devlet girişimde bile bulundu. Foucault, Hapishanenin Doğuşu’nda Panoptikon modelini disiplin ve biyo-politika açısından yeniden ele alır. Gözetleme, otorite, disiplin, birey üzerinde kurulan psikolojik şiddet, özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra totalitarizm, konformizm, uyum ve itaat gibi kavramlar üzerinden oldukça sık tartışılan bir konular haline geldi. Yıllar içinde gözetleme ve denetim meseleleri birçok kritik tartışmanın konusu olarak karşımıza çıktı. Bugün sosyal medya algoritmaları ya da CCTV sistemleri gibi yapılar, Panoptikon fikrinin çağdaş uzantıları olarak düşünülebilir.

Bentham’ın tasarımından aşağı yukarı yarım asır sonra Villiers de L’Isle-Adam kontu Jean-Marie-Mathieu­ Philippe-Auguste (Villiers de L’Isle-Adam olarak kullanıyor, ben yazı boyunca Kont diyeceğim) bir  engizisyon mahkûmunun gözaltında yaşadığı -o karanlık- son gecesinin öyküsünü kaleme aldı: La torture par l’esperance (Umut İşkencesi) öyküsünden bahsediyorum. Bu enteresan Kont’un adını ilk kez Remy de Gourmont’nun Dekadans dönemi yazar ve şairlerinin biyografilerini yazdığı meşhur kitabında görmüştüm. Gourmont, çağının en sansasyonel yazarlarından biri olan Auguste Villiers de l’Isle-Adam için şu yorumda bulunuyordu:

“Kutsala saygısızlık eylemlerle, küfür ise sözlerle olur. Sözcüklere, sözcüklerin somut gölgelerinden başka bir şey olmayan gerçeklerden daha çok inanıyordu, çünkü çok basit bir kıyasla, sözcüklerin olmadığı yerde düşünce yoksa, düşüncenin olmadığı yerde de madde olmayacağı oldukça açıktır. Kont kelimelerin gücüne batıl inanç derecesinde inanıyordu.”[i]

Villiers de l’Isle-Adam’ın radikal yazınının tepe noktası bilim kurgunun ilk örneklerinden biri diyebileceğimiz meşhur Eva Futura (1886) romanıdır. Bu romandan kısaca bahsetmek önemli çünkü bu öncü çalışma özellikle 20. Yüzyıl içindeki birçok distopya fikrine fazlasıyla ilham verdi. Bu roman Ewald adında bir İngiliz soylusunun kendi zekâ kriterlerine uygun bir insan eş bulamamasından dolayı, mucit Edison’un, Ewald’ın insan sevgilisi olan Alicia’nın fiziksel bir kopyası olan “Hadaly” adında bir android yaratmasının öyküsünü anlatır.  Kitap İkinci Sanayi Devrimi’nin patladığı, Edison’un altın çağında kaleme alındı ki Kont, endüstri ve elektrikle biçimlenen geleceğin karanlık ve totaliter taraflarını ön gören nadir isimlerden biriydi.  Auguste Villiers de l’Isle-Adam birçok açıdan Edgar Allan Poe ile kıyaslanır. Poe’dan etkilendiği birçok metin olsa da bazı noktalarda Poe’dan daha ileriye geçer.  Auguste Villiers de l’Isle-Adam’ı büyük ölçüde uluslararası okurla tanıştıran kişinin Jorge Luis Borges olduğunu söyleyebiliriz. Borges, Buenos Aires’teki Ulusal Kitaplık’ın yöneticiliğini yaptığı dönemde, kütüphanede çoğu modern dünyaca pek fazla bilinmeyen tuhaf metinleri bir araya getirdiği büyük dizisi Babil Kitaplığı’nı 1975 ile 1985 arasında yayınladı. Türkçeye ‘Son Şenliklerin Davetlisi’ başlığı ile çevrilen ve yayınlanan Villiers de l’Isle-Adam’ın öyküleri de Babil Kitaplığı içinden yayınlandı. Yukarıda bahsettiğim öykü, Umut İşkencesi de bu öykülerin ilkidir.

Kitabın önsözünde Borges, Kont ve Poe arasında şöyle bir ilişki kuruyor:

“Umut İşkencesi, seçkimizin en iyi öyküsü ve aynı zamanda en başarılı kısa öykülerden biridir. Olay çok kişisel bir İspanya’da geçer ve tarih be­lirsizdir. Villiers İspanya’yı pek iyi tanımazdı; Edgar Allan Poe da pek iyi tanımazdı, buna karşın Umut İşkencesi ile Kuyu ve Sarkaç aynı dere­cede unutulmaz öykülerdir, çünkü her iki yazar da insan ruhunun ne denli acımasız olabileceğini biliyordu. Poe’da dehşet fiziksel düzeydedir. Bu konuda daha usta olan Villiers ise bize ahlaksal bir cehennem sunar.”[ii]

Bu ahlaksal cehennem, öykünün tamamına yayılmış olan psikolojik baskının yarattığı tansiyonun her satırına yayılmıştır. Öykü, Segovya Dominikenlerinin altıncı başrahibi, İspanya’nın üçüncü büyük engizisyoncusu, saygıdeğer Pedro Arbuez d’Espila’nın yeraltındaki zindana inmesiyle başlar. Bu zindanda engizisyon tarafından tutuklanmış olan idam mahkûmu Aragon Yahudisi haham Aser Abar­banel tutsak olarak bulunmaktadır. Şafak söktükten sonra idam edilecek olan hahamı inancından döndürmek için gelen başrahip ona şunları söyler:

“Oğlum, sevinin: Nihayet bu dünyadaki sınanışınız sona erecek. Bu denli inatçılık karşısında zora başvurulmasına içim k an ağlayarak izin verdiy­sem de benim kardeşçe ıslah etme görevimin de bir sınırı var. Siz meyve vermemekte direttikçe sonunda kuruyan dik kafalı bir incir ağacısınız. Ama ruhunuzla ilgili kararı verecek olan yalnızca Tanrı’dır. Belki sonsuz Merhamet ecel saati geldiğinde sizin için parıldayacaktır! Umalım ki böyle olsun!”[iii]

Başrahip, tutsak hahamın yanından ayrıldığında, haham sabah gerçekleşecek olan idamını düşünür, bir zaman sonra hücresinin kapısının tam olarak kapalı olmadığını fark eder ve kendini zindandan kaçarken bulur. Hahamın hücresinden çıkıp, hapishanenin avlusunun dış kapısına ulaşacağı o gergin kısacık yol, okur için neredeyse bütün gece süren bir kâbus anlatısına döner. Haham sürekli yakalanacakmış tedirginliğinde yolu tamamlar ve hapishaneden dağlara kaçacağı kapıya ulaşır. Hahamla birlikte derin bir nefes aldığımız o an- başrahibin hahama sarılmasıyla sarsılırız. Başrahip, hahama şunu söyler: N’oldu, evladım? Tam kurtuluşun esiğindeyken… bizi terk etmek mi istediniz? Hahamın umuda kaçış girişimi aslında önceden planlanmış, gözetlenen ve adımı adımına hesaplanmış bir engizisyon işkencesidir. Kont’un tabiriyle; hahamın uğursuz gecesinin tüm evreleri önceden tasarlanmış bir işkenceden, Umut İşkencesinden başka bir şey değildir.

Hahamın yaşadığı umut işkencesini okuduğumda aklımda çağrışan ilk şey; Agamben’in Tanık ve Arşiv (Auschwitz’den Artakalanlar)[iv] çalışmasının girişinde bahsettiği Primo Levi’nin Toplama Kamplarında yaşadıkları oldu. Malum Tanık ve Arşiv, Agamben’in Homo Sacer: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat kitabının devamı olan bir çalışma ve özellikle Homo Sacer’in son kısmındaki biyo-politika tartışmasını genişletiyor. Primo Levi, İtalyan Yahudisi bir kimyagerdi, Auschwitz toplama kampından sağ kurtuldu ve Holokost’a tanıklık etti. Savaştan sonra ise yazar olarak kariyerine devam etti.  Primo Levi, Auschwitz toplama kampında bir Sonderkommandoydu. Sonderkommando, Nazi toplama kamplarında krematoryumlarda çalışmaya zorlanan Yahudi mahkûmlardı. Yani mahkumlara fırınlara ya da gaz odalarına giderken eşlik eden mahkumlardı. Levi, deneyimlediği bu korkunç durumun ahlaki ve insani açmazını tartışırken, bir anlamda “gri bölge”de olduklarını söylüyordu. Bu gri bölgede olma hali, Umut İşkencesi’ndeki hahamın içinde olduğu – olmak zorunda bırakıldığı ahlaksal cehennemi yineliyordu. Yani bu insanlar ne tam anlamıyla kurbanlardı ne de tam anlamıyla faildiler; hayatta kalabilmek için Nazi sisteminin bir parçası olmak zorunda bırakılmışlardı.

Sonderkommandoluk, Nazilerin (otoritenin) onları tamamen haklarından mahrum bırakıp “siyasi bir özne” olmaktan çıkardığı, sadece biyolojik olarak var olan bireylere dönüştürdüğü korkunç bir yöntemdi. Agamben’e göre, Nazi toplama kampları modern biyo-politikanın uç noktasıdır ve Sonderkommandoluk, egemen iktidarın tam anlamıyla la vita nuda[v] haline getirdiği bireylerdir.

Engizisyon zindanındaki haham Abarbanel’e sunulan kaçma fırsatı bir sınamadır. Bu sınama bir tuzaktır ve kaçma umudu aslında işkencenin tasarlanmış ve gözetlenerek denetlenen bir parçasıdır. Haham, umutla hareket eder, ancak bu umut onun sonudur. Primo Levi’nin Auschwitz’de yaşadığı deneyim de öyküdeki haham Abarbanel ile örtüşür. Umudun hem bir kurtuluş (burada Ernst Bloch’a göz kırpalım) hem de bir işkence biçimi olabileceğini gösterir. Her iki durumda da biyo-politkaya biçim veren; disiplin, gözetim, beden üstünde tahakküm kurmak, ölüm ve yaşam hakkı gibi Foucaultcu tanımlara yaklaşıyoruz. Hahamın bedeni fiziksel işkencelerle yıpratılmış olsa da, esas işkence onun zihninde filizlendirilen umut fikri ve sonra bu umut fikrinin tamamen yok edilişidir- totalitarizmin en iyi çalıştığı saha burası. Bir başka perspektiften başrahip, mahkûmun ölümünü doğrudan infaz etmek yerine, onun umut yoluyla kendini yok etmesini sağlamıştır. Primo Levi, kamplarda yaşadıkları üzerine ona yöneltilen eleştirilere karşı “yaşayıp- tanık olduklarımı anlatmam gerektiği için hayatta kaldım” diyerek direnmiştir. Bir Sonderkommandonun Auschwitz’ten sağ çıkıp, tanık oldukları ile yaşamaya mahkûm edilmesi, haham son gecesini tüm ömrü boyunca yeniden yeniden yaşamasından başka bir şey değildir.


[i] Remy de  Gourmont’un Book Of Masks: French Symbolist & Decadent Writing Of The 1890’s kitabı. Atlas Press (1994).

[ii] Villiers de l’Isle-Adam’ın Babil Kitaplığı serisinden yayınlanan Son Şenliklerin Davetlisi kitabı için Borges’in yazdığı önsöz. Çeviren: Işık Ergüden. Dost Kitabevi (1999).

[iii] Villiers de l’Isle-Adam’ın Babil Kitaplığı serisinden yayınlanan Son Şenliklerin Davetlisi kitabı içindeki Umut İşkencesi öyküsünden. Çeviren: Işık Ergüden. Dost Kitabevi (1999).

[iv] Giorgio Agamben’in Tanık ve Arşiv Auschwitz’den Artakalanlar kitabı. Ali İhsan Başgül çevirisi ile Dipnot’tan yayınlandı.

[v] Çıplak Hayat

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz