Kerli ferli adamlar oturmuşuz oradan buradan sohbet halindeyiz. Hani öyle ciddi konular da değil. Futboldan, gezmeden tozmadan, gençlik yılları maceralarından… Arada birkaçı borsa, yatırım mevzusu yapıyor.
Ne olur ki bu adamlarla? Hepsi ellisini devirmiş kimisi altmışa doğru yola çıkmış. İçlerinde tek cıbıl ben. Kimi kendi şirketinin sahibi, kimi büyük bir holdingin genel müdürü, kimi yatırımcı. Aralarında bir akademisyen olması renk katacak diye düşünmüş olmalılar ki idare ediyorlar işte…
Laf dönüp dolaşıp sinemaya geliyor. Nasıl olduğunu ben de hatırlamıyorum şimdi. İçlerinden biri “ya bu hafta sonu sinemaya gidelim. Şöyle hanımları da alalım hep birlikte bir faaliyet olsun” diyor.
Bir diğeri atılıyor, “oh ya iyi fikir, ne zamandır böyle bir şey yapmamıştık” diyor.
Bu grupta böylesi bir konu nasıl olurda gündeme gelir diye şaşkın şaşkın bakakalıyorum. Heyecanla cep telefonumdan o hafta vizyona girecek filmleri araştırıyorum. Çok zamandır tanıtımlarını gördüğüm “Büyük Budapeşte Oteli” filmine gitmekten konuyu açacağım. Tam bir Avrupa filmi, eminim çok sevecekler.
Ama ben lafa giremeden masaya çaylar, kahveler geliyor. İçlerinden biri “Abi harika bir film başlıyor bu hafta” diyor. “Tamam” diyorum içimden sanırım bu filmi anlatacak. Sonra heyecanla devam ediyor:
“Recep İvedik serisinin yeni filmi vizyona giriyormuş.”
Birden masada kısa bir sessizlik oluyor. Sonra neredeyse grupta yer alan herkesin yüzleri gülüyor, hatta bazıları kahkaha atarak “yaşa be, tamam gidelim” diyor. Ben araya girip yine de fikrimi söylemek istiyorum. Ama masadaki gürültüden sanırım sesimi duyuramıyorum.
Sonra biri duymuş olacak bana dönüp:
“Ya hocam sen de böyle sanat manat işleri önerip durma, bırak biraz keyfimizi bulalım” diyor. Yani Recep İvedik filmine karşı bir alerjim yok da…
İçlerinden biri “epeydir yüzümüz gülmedi, son filminde ne gülmüştük” diyor, bir diğeri “abi benim karnıma kramplar girmişti, o ne filmdi” diye lafı tamamlıyor.
E birader toplumun yoksul kesimlerini ne diye eleştirip durursunuz o vakit? Ülkenin koşulları dikkate alındığında birçok kişinin özeneceği bir hayat sürüp, ne diye bu kesimleri “kültürsüz, cahil, kendini bilmez” diye niteleyip durursunuz!
Üstelik o film esasen bu kesimler içindi. Onların içinde büyüyen itirazın yatıştırılması, aranızda büyüyen uçurumun anlaşılmaması, zihinlerin uyutulması için yapılmış bir baş yapıttı. Şimdi bunu, bunun nedenlerini anlatsam, geçtim anlamalarını dinlerler mi acaba?
Kültürsüz gelişen, büyüyen bir ekonominin toplumsal ilerlemeye ne faydası olurdu ki zaten! Ben de ne bekliyorsam…
……
Uzun zaman sonra ilk defa görüşmüşüz. Öğle yemeğini hızlıca yemeliyiz, mesaisine dönecek. Hal hatır, oradan buradan derken müzmin bekar hayatından memnun olduğunu anlatıyor. Geçmişten laf açılıyor, şimdi yaşadıklarından konuşuyoruz ama bir robotla oturuyor gibiyim. Ne oldu sana böyle?
Hepsine kısa kısa yanıt vererek geçiştiriyor. Sanki “niye geldin be kardeşim”, “hadi bittiyse dağılalım” diyecekmiş gibi hissediyorum.
“Her şey istediğin gibi mi peki?” diyorum. Bir ara elindeki kaşığı bırakıp derin bir nefes bırakıyor.
“Yok be oğlum, nasıl olsun? Vasat işte. Vasat bir hayatı sürdürüyoruz” diyor.
Yıllar boyu finans şirketlerinde debelenip durdu. Sabah akşam düzenli mesai, her gün, her Allah’ın günü aynı hesap kitap işleriyle boğuştu. Sosyal yaşamı çok sınırlı olsa gerek dilinden serzeniş dökülüyor.
“E madem şikayetçisin, değiştir hayatını be birader?”
“Nasıl?”
Evet ya nasıl yapacak? Hayatının monotonluğu içinde kaybolup gitmiş. Sanki yıllardır aynı koğuşta, aynı ritimle yaşamış bir mahkumun ifadesini görür gibiyim.
Zaman akıp gidiyor, insanlar bir rutinin peşine takılmış, aklını harekete geçirecek bir dünyanın varlığından bihaber yaşıyor. Belledikleri değerlerin, yaşam biçimlerinin, popüler imgelerin ve tüketimin esiri olmuşlar.
Birçoğu için hayat belirli kavramlarla tanımlı. Akıllarında “toplumda var olmak ancak uyumdan geçer” düşüncesi egemen. Eleştirel yönlerini rafa kaldırmışlar. Sanki büyük bir gücün elinde oyuncak gibiler. Aksi bir hal, hareket sanki onları yok edecekmiş gibi sınıra yaklaştıklarında duruyorlar.
Ne isteniyorsa onu yapıyorlar, onu yaşıyorlar. Bunların dışına çıkmaya, kavramları yıkıp yeni düşünceler kurmaya, yeni yaşamlara kapılarını kapatmışlar.
Nasıl değişebilirler ki?
Öyle bir kabın şeklini almış, öyle bir kalıbın içinde yaşam sürdürüyorlar ki değişim için bir çare bulmanın yolları çıkmazlarla dolu.
Büyük bir kitle iletişim sistemi düşüncelerini ele geçirmiş. Adeta bir hamurla oynar gibi, kabullerini, değerlerini, inançlarını dilediği gibi biçimlendiriyor. Herkes kendi eliyle, kendi iradesiyle içindeki çocuğu bu düzene teslim etmiş.
….
Yan masada konuşuyorlar. İstiklal Caddesi’nin bu daracık arka sokağında yan masaları duymamak imkansız. Bir dizi filmi anlatıyor biri. Diğeri izlemediğinden dem vuruyor. Kadın tipik bir aldatma sahnesini anlatıyor sanırım. Sonra konuyu karşısındakinin davranışına getiriyor. Dizi filmde gördüğü, öğrendiği davranış ile ilişki kuruyor.
Kalıp yargılar ediniyoruz sürekli olarak. Rolleri, ilişki biçimlerini, değerleri, davranış tiplerini sürekli olarak öğreten bir kitle iletişim sisteminin içinde yaşıyoruz. Yalnızca gazete, radyo, televizyon, sinemadan bahsetmiyorum. Eğitim kurumları, din kurumları ne varsa… Sürekli olarak nasıl düşüneceğimiz, nasıl davranacağımız, neyi nasıl anlayacağımız, neye nasıl tepki vereceğimizi öğreten araçların içinde geçen koca bir ömür.
Sonra… Sonra onların filtresinden geçerek sunulan hayatları gerçek hayata indirerek yaşıyoruz.
Kültürel çıpalar sunuluyor devamlı olarak.
Kapitalizmin, piyasa düzeninin istediği rekabetin, kavganın, hırsın öğretildiği kitle iletişim içeriklerinden beslenen koca bir toplumun her kesimi için popüler kültür algısı yeniden inşa ediliyor.
Tüm insani değerler yozlaşıyor, anlamsızlaştırılıyor. İyi olmak enayilik, sevmek saflık, inanmak aptallık haline geliyor. Herkes anlık bir tüketimin vereceği haz dünyasına teslim olmuş…
Kitle iletişim araçları dünyasında içerikler birer toplumsallaşma metni haline getirilirken, her kelime, her söz, her görüntü, her ses ince ince hesaplanarak hazırlanıyor. Adı üstünde toplumsallaşma… Egemen ilişki biçimlerinin, egemen temsillerin ve değerlerin belirlendiği devasa alan.
Ve bu alanda egemen ilişki biçimleri aynı zamanda ekonomiye egemenlik, iktidar düzenine egemenlik demek. Bunu sağlamak için kitle iletişim araçları piyasa egemenlerinin emrinde çalışan bir makineden başka bir şey değil.
Sizin değil, piyasa egemenlerinin emrinde çalışan bir araçtan bahsediyorum… İnsanlığın değil, eşyaya, metaa, mal ve hizmetlere ve hatta emeğe ve insana sahip olanların, üretim araçlarına sahip olan piyasa efendilerinin araçları bunlar…
Peki ne yapar bu kitle iletişim araçları, böylesi büyük bir gücü elinde bulunduran sahipleri, efendileri için?
“Normal insanı” üretir, seni, beni, gördüğün tüm insanları… Olması beklenen, olması gereken insanı…
Dikkatinizi çekerim, bir gerçek insanı, bir insan insanı değil. Normal insanı üretir. Yani piyasa efendileri tarafından arzulanan, toplum düzenine uyum sağlayabilecek, iktidara, egemen düzene rıza gösterecek “normal” insanı…
Öğrencilerime diyorum ki, Foucault adında biri var, Fransız bir düşünür. Egemen düzeni sorguluyor, yazıyor, anlatıyor. Ve bir gün şu sözler dökülüyor ağzından:
“Normal insan kurgudur”.
Öylece bakıyorlar yüzüme. Belki de “hayır, ben bir kurgu değilim” demek için iç dünyasında bir çırpınıp duruyor.
Garibim kurgu olduğunun farkında olamayacak kadar güzel kurgulanmış…
Seni buraya getiren büyük bir düzenin, kurgunun ürünü, olması beklenen kişilik, olması beklenen karaktersin. Biz bu koca kitle iletişim düzenini boşuna mı kurduk?
Her gün seni baştan yaratıyoruz. Ne yiyeceksin, nasıl yaşayacaksın, nelere itibar edeceksin, neleri önemseyecek neleri yok sayacaksın, nelerden hoşlanacak nelerden nefret edeceksin. Neye inanacak neyi kabul edeceksin, hangi değerler yüce olacak, hangileri aşağılık diye nitelenecek… Evet, hepsini ama hepsini tek tek ayarlıyoruz.
Ne için mi? Tabii ki ekonominin ve politikanın efendileri için. Reklam endüstrisi bunun için var. Devletin güç araçları, eğitim düzeni bunun için var. Bunun için çalışan yüzbinlerce profesyonel var. Sana hangi televizyon kanalında, hangi saatte, hangi dakikada, hangi temsil kişisiyle yani sevilen bir popüler kişilikle, hangi sözü ilettiğimizde senin de tam anlamda ve istediğimiz şekilde bu söze itibar ederek hangi tepkiyi vereceğini biliyoruz. Senin nasıl davranman, hangi tercihleri yapman gerektiğini çok iyi biliyoruz, seninle ilgili elimizde bir ton veri var. Sen kendini değil, bizim amaçlarımızı yaşıyorsun…
Şimdi sana kurgu olduğunu daha nasıl anlatabilirim bilemiyorum.
Belki de bu saatten sonra aklını karıştırmaya hiç gerek yok. En iyisi mi gel Recep İvedik filmine gidelim…
Kapak Görseli: Anne Nygard/Unsplash