Ortadoğu Yeniden…

0
178

Amerikalı yazar David K. Shipler, Pulitzer ödülü kazandığı, “Arab and Jew, Wounded Spirits in a Promised Land – Araplar ve Yahudiler, Vaat Edilmiş Topraklarda Yaralı Ruhlar ”adlı kitabının giriş bölümünde bazı tarihi saptamalarda bulunuyor… Paylaşmak isterim…

“Her iki halk da kurban. Her ikisi de dışarıdan gelenlerin ellerinde acı çektiler, her biri diğerini yaraladı. (…)

Yahudiler, Yahudiliklerini gururla yaşayamadıkları geniş Diasporanın ücra köşelerinden geldiler. En iyi durumda, eşit vatandaş haklarından yararlandıkları geniş toplumların içinde dahi, dini bayramlarını ya da geleneklerini uygularken, yabancılaştırıldılar, garip gözlerle bakıldılar. En kötü durumda, ezildiler, kovuldular, katledildiler. (…)

Filistin’deki Araplar (…) Osmanlı idaresinin, Milletler Cemiyetinin marifetiyle oluşturulan Britanya Mandasının, sonrasında Ürdün Krallığının kovucu ve nihayet İsrail’in kontrolcü baskısı altında yaşadılar. (…) Her dönemde güçsüz kılındılar, özgürlüklerinden mahrum bırakıldılar. (s.10-11)

Geçtiğimiz yüz sene içinde gelişen olaylara bakarsak, Filistinli Arap kimliğinin, 1948’de İsrail’in bir Yahudi devleti olarak kurulması ve akabinde Arap başkentlerinin ona karşı giriştikleri savaşlarla anlam kazandığını görürüz. Oysa, 1947 Kasım’ında BM Genel Kurulunda imza altına alınan taksim planı uyarınca, Filistin Manda idaresinin sınırları dahilinde oluşacak bağımsız bir Yahudi varlığı Arap dünyası tarafından tanınmış olsaydı ve bir ölüm kalım savaşı ile karşı karşıya bırakılmasaydı, tarihin akışı çok değişik olurdu diye düşünüyorum.

Ortadoğu tarihinin önemsenmesi gereken bir esnekliği var. Bir toprak sorunu olarak ortaya çıkan ve aslında böyle de olan İsrail – Filistin meselesi, ateşle barutun yan yana geldiği bir ortam misali, bugün içinden çıkılamayacak bir hal almış durumda. İşin kötüsü, bundan nemalanan çevrelerin güçlü kalması, bu sorunun her daim pişirilip gündeme getirilmesine bağlı… İşin korkuncu ise, konunun dini kimlikler üzerinden görülen bir savaşa evrilmeye çalışılması, ve özellikle ülkemizde, Yahudi – Müslüman kavgası olarak tanımlanması…

Yaşanan son olayları bu perspektifte değerlendirmek gerekir. Nitekim Kudüs’ün Şeyh Cerrah mahallesinde yaşanan ve ortamın kızışmasına neden olan olay da, esas itibarı ile bir toprak sorunudur.  Bunu “Araplar topraklarını Yahudilere satmasalardı…” şeklinde yorumlamak ise, tüm yaşanmışlıkların ışığında, sorunu basite indirgemek olur… Yüz yıla varan birikimin getirdiği problemleri çözmek için buna niyetli olmak gereklidir, hiç şüphesiz.

***

Son on gün içinde olup biteni nasıl özetlememiz gerekir? Hukuki bir süreci ilgilendiren ve uzun yıllardır devam eden bir sorunu önce Mescid-i Aksa’ya taşıyıp dinileştirmek, sonrasında da bunu fırsat bilip, karşılığının geleceğinden emin olarak, İsrail’e roket yağdırmak…

Karşılıklı bombalaşmanın içinden varılan nokta hiç de iç açıcı değil. Her iki halk da yoğun ateş altında. İsrail’e gönderilen daha önce benzeri görülmemiş miktarda roket, “demir kubbe” tarafından büyük oranda etkisiz hale getirilirken, hedefe inenlerin aldığı canlar, yarattığı travma ve yıkım hiç de az değil. Demir kubbenin olmaması halinde, İsrail’in nasıl bir tablo ile karşılaşılabileceği konusu yanıtsız…

İsrail saldırılarından bezen Gazze halkının durumu ise içler acısı. 2005 yılında tek taraflı olarak boşaltılan bölge, o tarihten bu yana rahat yüzü görebilmiş değil. Ülke içindeki büyük protestolara rağmen Başbakan Ariel Sharon’un ısrarlı takibi ile buradaki sivil nüfus ile askeri birlikler çekilmiş, yönetim Filistinlilere geçmişti. 2007’de yapılan seçimlerin sonucunda Gazze’deki çoğunluğu Hamas almış, FKÖ’yü sert çatışmalar ve kıyımla Ramallah’taki evine göndermişti. Filistin halkı iki düşman kardeş arasında ikiye bölünmüştü ki o fiili durum halen devam etmektedir.

Batı Şeria’da olsun Gazze’de olsun halkın durumunun sorumlusu kim peki? İsrail’i bölgedeki tüm musibetlerin tek nedeni olarak görmek ne kadar doğru? Ramallah’ta oturan ve yapılması gereken seçimleri erteleyen Filistin Özerk Yönetimi’nin hiç mi kusuru yok? Davanın değişmez lideri Yaser Arafat’tan bu yana, yozlaşmış, boğazına kadar yolsuzluk ve rüşvete batmış bu FÖY’ün durumunu bir kenara bırakıp, Gazze’ye gelelim.

2007’den beri İsrail’i füze ile defalarca vuran Hamas ve onun kontrolü altında olup olmadığı tam da belli olmayan İslami Cihat, şu son hafta gönderdikleri roketlere harcayacakları parayı Filistin halkının yararına harcamış olsalardı ne güzel oldurdu? Oysa Hamas, bir yanda İsrail’e ders verme peşinde koşarken öte yandan Mahmut Abbas’a mesaj veriyor, Ramallah’a korku salıyor. Bunu da Gazze’de bin bir sefalet içinde yaşayan halkın sırtından yapıyor, ne yazık ki!

Doğrudur ki İsrail’de yükselen sağ bir görüş var. Doğrudur ki Araplar arasında da bugünkü çatışma ortamını istismar eden aşırı uçlar var. Ve doğrudur ki sokaklara taşan, daha önce yaşanmamış Yahudi – Arap çatışmaları görülmekte, İsrail kentlerinde. Hamas’ın roketlerinden çok daha vahim sonuçlar çıkartacak bir durumdur bu… Toplumsal barışın nasıl korunacağı, bitmek bilmeyen siyasi boşluğun buna ne kadar yansıdığı konusunu ayrıca irdelemek gerekir.

Burada altını çizmemiz gereken şiddetin şiddet doğurduğu ve her iki toplum içindeki aşırı uçların görüşlerini konsolide ettiği gerçeğidir. Yapılan hataları tekrarlayarak doğrunun bulunması mümkün değildir, şüphesiz.…

Son tahlilde, Filistin’de, savaş durumunu bitirecek ve halkına hak ettiği refahı sağlayacak güvenilir bir siyasi otoritenin oluşması gerekmektedir. Bu kalıcı barış için gerekli ancak yeterli olmayan bir adımdır. Gerisi için bundan böyle, önceden denenmemiş adımların atılması gerekir. Savaş halinin soruna bir çözüm olmadığı, ancak acı ve umutsuzluk getirdiği açıkça belli iken, barışı tesis etmenin yollarını aramak her iki halk için de geleceği teminat almak açısından elzem…