Neredeyse her şey aynı… Çam ağaçlarının etrafını sardığı asfalt zeminden bir bahçe, göndere çekilmeyi bekleyen bir bayrak, Atatürk büstü. Gözün alabildiği bir alanda iptidai halde duran banklar, derme çatma bir giriş kulübesi, hemen yanı başında demir parmaklıklı büyük kapı. Mimarisi, kapısı, pencereleri, duvarlarının rengiyle tipik bir devlet okulu. Neredeyse o günlerin kokusunu alıyor gibiyim. Böylesi bir sabah içtiması görmeyeli uzun zaman olmuş…
Hey gidi günler… Yine böyle küçüğe büyüğe, kısadan uzuna ikişerli sıra halinde dizilirdik. Biraz dağınık, derme çatma isek derhal uyarı gelirdi.
“Hizaya geç!”
Belki de bizim kuşak hizaya geçmeyi, toplum ortalamasının dışına çıkmamayı, çıkmaması gerektiğini buralarda öğrendi. Komut geldi mi öndeki arkadaşın omuzuna kol uzatılır, yalnızca onun ensesi görülecek şekilde ip gibi sıralanırdık. Hele o spor derslerinde öğretilen “hazır ol” duruşu yok mu? Korku zihinlerimizi işgal etmiş bir kere, sıkıysa yapma… Her haftanın ilk günü müdürden payımızı alma günüydü. Tabi o yıllar bu yıllar gibi değil. 12 Eylül’ün önüne katıp sürüklediği zamanlardı…
Öğretmenlerden biri öğrencilerin arasına dalmış uyarılar yapıyor. Bizim oğul da acaba benzer duygular yaşıyor mudur?
Müdür sahnede. Boyu çok uzun olmasa gerek önümüzdeki öğrencilerden dolayı zaman zaman yüzünü görebiliyorum. Tok sesli, konuşmasıyla kendini dinletmekte etkili. Ama yine de ara sıra uğultular yükseliyor. Dayanamıyor. Son sınıf öğrencilerin olduğu yöne bakarak aba altından sopasını gösterircesine tatlı sert uyarısını yapıyor.
“Gençler sessiz olun, tamam yaz dönemi nedeniyle biraz ara verdik, beni epeydir görmediniz ama sanırım unutmamışsınızdır.”
Yeni eğitim öğretim döneminin “hayırlı, uğurlu” olması adına yapılan bildik konuşmalardan biri. Veliler duygulu, bir o kadar da kaygılı. Ya da bu duygulu halleri kaygılarından. Belki bizimki gibi onlar da uzun bir özel okul macerasından sonra devlet okuluna adım atarak akıllarını karıştırmış olabilir. Öyle ya eğitimi tartışmalı bile olsa konforu bakımından daha iyi olduğu söylenebilecek özel okul deneyimini yaşamış hangi veli bu hislere kapılmaz?
Bana gelince… Kendimi sürekli biçimde “iyi oldu” diyerek telkin ediyorum. Eğitimin özeli-devleti olur mu arkadaş? Temel eğitim herkesin hakkı ise böyle bir ayrımcılığı kim kabul edilebilir?
Ama sonuçta gerçekler var. Onca yıldır özel okul piyasası yaratacağım diye devlet okullarının bilinçli ve devamlı olarak niteliksizleştirildiği bir ülkede yaşıyoruz. Bunu nasıl göz ardı edebilirim? Üstelik sınıfsal nitelikte bir eğitim aklının egemen olduğu şu politik düzende imkân varken hangimiz çocuğunu belirsiz bir duruma, kör kuyuya atmak ister?
Öyle bir noktadayız işte. Devlet okulu algısı yerlerde sürünüyor. Güven vermiyor. Bugün devlet okulu kavramının ne türden anlamlar taşıdığını size açıklamama gerek var mı? Bilirsiniz işte, imkansızlıklar içinde eğitim öğretimin yapıldığı, niteliksiz, daha ziyade fakir ailelerin çocuklarını zorunluluktan dolayı gönderdikleri yerler…
Oysa tercihler, sosyo-kültürel geçmiş, maddi durum, kısacası gelinen mahallenin sağladığı koşullar ne olursa olsun her vatandaş devletin vermekle yükümlü olduğu bu tür kamusal hizmetlerden eşit koşul ve haklarla neden yararlanmasın?
Ama nerede? Eşit koşullar ve haklarla bu devletten bir hizmet alabilmeyi hayal edebilen mi var?
Her neyse… Sonuçta puanla kazandı bu okulu, öyle az buz bir puan da değil üstelik. Alacağı eğitim kötü olamaz herhalde…
Hem bu durum belki de onun için gerçek bir fırsat olabilir. Kim bilir? Biraz olsun toplumu, ülkeyi tanısın, farkındalık kazansın, Hanya’yı Konya’yı anlasın. Öğrenme yalnızca okul binalarının içinde olmaz ki!
Nihayet müdürün konuşması da bitiyor. Tam tören bitecek hissine kapılmışken sahneye gelen öğretmen mikrofonu kapıyor.
“Şimdi geçtiğimiz yıl okul birincisi olan ve üniversite sınavında derece yapmış öğrencilerimizi buraya çağırıyorum.”
Cılız alkışlar arasında iki gencecik kız öğretmene yaklaşıyor.
Dedim ya geçmişi yeniden yaşar gibiyim… Her şey sanki dün gibi, keskin bir şekilde hala zihnimdeki yerini koruyor. Okulun son günü karneler dağıtılmış, her zamanki gibi takdir belgesini kapmıştım. Nihayet son tören için oldukça büyük bir alanda, okul binasının arka tarafında kalan, küçük kantinin de yer aldığı asfalt zeminli okul bahçesinde toplanmıştık.
Müdür, müdür yardımcıları arka giriş kapısına yükselen merdivenlerin üstünde diğer öğretmenlerle birlikteydi. Merdivenlerin bittiği yerde bulunan kürsüden konuşmalarını yapmışlardı. Sıra okulda derece alan öğrencileri anons etmeye gelmişti. Yani bunun olacağını o ana kadar bilmiyorduk. Okul birincisi olarak adım okunduğunda alkış kıyamet koptu. Şaşırmamıştım ancak çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Lakin heyecanımı daha da arttıran gelişme henüz olmamıştı. Yani sınıf öğretmeninin beni kürsüye çağıracağını hiç düşünmemiştim.
Tıpkı bu gençler gibi konuşma yapmak için kendimi birdenbire herkesin önünde bulmuştum. O güne kadar değil mikrofon önünde üç beş kişilik ortamlarda dahi konuşmuşluğum yoktu. Derslerde yaşadığımız sözlü sınavlar dışında tabi. Bir anda oluşan sessizlik içinde herkesin bana baktığı anı yakaladım. “Kuş uçsa kanadının sesi duyulur” derler ya öylesi bir andı. Düpedüz bocalamış, saçmalamıştım.
O yıllar, şimdiki gençler kadar özgüvenli değildik. Koşullar çok farklıydı. Sindirilmiş bedenlerimiz, bastırılmış duygu ve düşüncelerimizle hayatı yalnızca iç dünyamızda yaşayabiliyorduk. Ne dediğimi nasıl dediğimi ne kadar hatırlamaya çalışırsam çalışayım hala hatırlayamıyorum. Ama yerin dibine girdiğim o anı hiç unutmadım.
Sahnedeki kız öğrenci yeni kayıt çaylaklara tavsiyelerde bulunuyor. “Eğlenceli ve başarılı” bir öğretim yılı dileyerek sahneden ayrılıyor. Şimdiki gençler hayatı bizim gibi algılamıyor sonuçta. Eğitimin eğlenceli bir yönü de var demek ki. Neden olmasın ama, değil mi?
Tören bitiyor nihayet. Yavaş yavaş içeri girişler başlıyor. Önce lise son sınıftakiler. Belli ki bizimkinin sınıfı en son girecek. Öğrenciler okul giriş kapısına doğru ilerlerken tanıdık bir görüntü gözüme ilişiyor.
“Allah’ım bu hala devam ediyor mu?”
İkişerli sıra halinde yüzü birbirine dönük iki öğretmenin arasından geçiş yapıyorlar. Küpe, hızma gibi takılar için kontrollerin yapıldığını yüksek sesli uyarılardan anlıyorum. “Bunlar da bir şey mi?” diye iç geçiriyorum. Nerede o “ense tıraşı”, “tırnak” kontrolü? Ya öğretmenlerin ellerindeki cetveller? Sigara, çakmak, kesici aletler için üst baş aramalarına ne oldu?..
Hepsi gitti. Karışık duygular içinde arkalarından bakakalıyoruz bir süre… Bernard Shaw’ın sözü geliyor aklıma: “Öğrenimim yalnızca okuldayken kesildi”.