Sıradan İnsanlar

0
55

Günün biri, henüz akademi yılları… Rektörle oturmuş konuşuyoruz. Laf lafı açıyor, oradan buradan, meslekten bazı isimleri dillendiriyoruz. Konu birine geldi. Nadiren de olsa açık sözlülüğüm tutar, dayanamayıp “rezilin teki” diye söyleyiverdim. Hoca, “aman hocam sonuçta o da akademiden biri, öyle demeyeydiniz iyiydi” diyerek kesmek istedi. Ne diyeceğini şaşırmış insanlar gibi kısa bir an durduk. Sonra “siz kendisini tanıyor musunuz?” diye sordum. “Hayır” diye yanıtlayınca “Hitler’i de tanımıyordunuz, değil mi?” diyerek konuşmama devam ettim. Damdan düşer gibi söylediğimden olacak “ne alaka” der gibi yüzüme baktı.

Zaman zaman odaya girenler oluyor, kimi acil, önemli konuları gerekçe gösteriyor, kimi yaptıkları işlerden dolayı bir gün başlarına bir şey gelmemesi için icazet almak istiyor kimileri de bir görünüp kendilerini hatırlatma, iyi ilişkilerine onay alma derdiyle boş lakırdı yapıyordu. Eh haliyle konuşma bölünüyordu.

Telefona uzandı, sekreterine bir süre kimseyi almamasını tembihleyerek çay, kahve getirmesini hatırlattı.

“İşte öyle” diyerek devam ettim.

“Eğer Hitler kazanan olsaydı, büyük olasılıkla onun hakkında burada bana methiyeler düzmeseniz bile olumlu bir şeyler söyleyecek, politik gücün bir yansıması olarak kelimeleri özenle seçecektiniz. Kim bilir aksini konuşan ya da havası öyle olan kim varsa rapor edecek, o kişilerle ilgili bilgileri ilgili yerlere bildirecektiniz. Belki öylesi bir düzen gereği her yerde adamlarınız olacak, işi gücü bırakıp böylesi bir akademik kurumda dahi istihbarat yapmakla gününüzü geçirecektiniz. Sonuçta şu an bulunduğunuz koltuk neye yarar?

Tüm eğitiminiz boyunca ve dahi egemen tüm medya ve iletişim araçları üzerinden kazanan bir diktatör sonrası gelen yeni liderler kimlerse artık, o kişilerin nasıl büyük, nasıl en üstün değerlere sahip olduklarını anlatan, methiyeler düzen propagandalara maruz kalmış biri olacak, aklınız ve ruhunuz ile içinde bulunduğunuz düzeni kabullenecektiniz.

Ancak kaybetti. Üstelik nasıl rezil biri olduğunu da açıkça gördük. İnsanlığa nasıl zarar verdiğini, nasıl bir diktatör olduğunu anladık. Ama düşünsenize bir an. Ya kazansaydı?”

Araya girmek ister gibi vücudunu doğrulttu, “ama neyle neyi karşılaştırıyorsunuz hocam?” dedi. Konuşmanın başında sergilediği sempatik hali gitmiş yüzünün rengi değişmişti.

Belki akademik yaşamın verdiği etik aklı, belki bir şekilde üstün bir yerlere koyduğu akademinin kendisi nedeniyle olacak savunma yapma ihtiyacı hissediyor, aklınca bir şeyler söylemek istiyordu. Oysa gerçek çok açıktı. Öylesi diktatör kafalı insanlar hayatın her yerinde, toplumun en önem verilmeyecek kesimlerinde dahi rast gelebileceğimiz kişiliklerdi. Ve böylesi insanların kişilikleri doğuştan gelmiyordu tabi. Tüm değerlerini, ahlak anlayışlarını, inanç ve kabullerini yaşadıkları toplumlardan alıyorlardı.

“Hitler’in savaş öncesi Almanya’sında nasıl bir etkisi olduğunu bilirsiniz. Sonuçta Alman halkının gözünde nasıl üstün bir yer edinmişti. Bir kazanan temsili olarak adeta kutsiyet sahibi bir şahıstı.

Hocam bugünün toplum düzeninde bizler de kazananlarız. Bizler toplumun egemen sınıfında yer alan, bundan dolayı toplumun alt kesimlerinin gözünde gücü ve yeri olan kişileriz. Siz, ben ve bahsettiğim o kişi akademi çatısı altında kazanan sınıfın birer temsiliyiz. Ve kamuoyu etkisi olan birileri olarak, sözlerimizle, yazılarımızla, şu hiyerarşik toplumun güçsüz, aşağı temsilleri nazarında da üstün değerler atfedilmiş kişilikleriz. Belletilmiş, egemen düşünce ve değerlerin temsilleriyiz.

Hem tarih kazananlar içinde yerini almış yalnızca bizim gibi temsillerle dolu değil.

Şahsi çıkarları, hayal ürünü değer ve inançları, kontrol edemediği, belki çocukluktan kalma travmalarının eseri hırsları, para pul şöhret düşkünlükleri ve hatta belki de nedeni belirsiz hastalıklı ruhları nedeniyle yıkıcı, zarar üreten varlıklar da her zaman kazananlar listesinde yerini almıştır. Ve bu türden insanlarla oturup kalkmışlığımız da eminim çoktur. Böylesi insanların akademi çatısı altında olamayacağını mı sanıyorsunuz?”

Sessizliğini koruyordu. Zihninde gelgitler yaşadığından emindim.

“Yoksa siz de sırf sizden daha güçlü bir yerde, misal daha üst bir devlet görevinde bulunan ya da aklımızda üst bir yerlere konumlandırdığımız okul, üniversite, ibadethane gibi bir yerde çalışan herhangi bir insanın daha üstün değerlere, neredeyse kutsiyetle kabul görecek, dokunulmaz, tartışılmaz üstün bir ahlaka, üstün bir düşünce biçimine sahip olduğunu düşünenlerden misiniz?

Hem bu arada hangi ahlaktan bahsediyoruz? Nietzsche’nin deyişiyle üstün değerlerle donanmış bir efendinin ahlakından mı yoksa kendi savunma duvarlarını yaratmak için başka bir değerler dünyasına sığınmış ve bunun esiri olmuş kölelerin ahlakından mı?

Sokaklara düşmüş, işsiz güçsüz kimsesiz biri için toplumda işi gücü olan biri, bir banka memuru, bir polis, bir belediye çalışanı daha mı üstündür? Daha beteri sırf öyle anlatılarla dolu hikayeler, dini anlatılar, atasözleri duyduğumuz için erkek kadından daha mı üstündür? Tüm canlılar insanlara hizmet için mi yaratılmıştır? Devlet baba mıdır mesela? Devletin görevlisi dokunulmaz mıdır? Öğrencinin gözünde öğretmeni neden yüce olsun? Ya da bir din görevlisi yalnızca görevini yaptığı halde orada ibadete gelmiş kişi gözünde neden ayrı bir yerde, bir kutsiyet mertebesinde bulunsun? Hangi değerleri konuşuyoruz? Bu değerleri kim üretir? Kim bu değerlerin kabulünü dayatır?

Benim bahsettiğim kişinin düpedüz bir sahtekâr, kendi menfaati için her şeyi yapabilecek, yalandan çekinmeyecek, iftira atabilecek, insanların ekmeğiyle oynayabilecek düpedüz bir zavallı olduğunu söylemem neden yanlış olsun! Kabul ediyorum, bir yerlerde sizin için de benim için de bazı olumsuz betimlemeler yapılıyor olabilir. Sonuçta herkes herkesle iyi olmak zorunda değil. Ancak esas konu bence şu: neyi, hangi değerleri temsil ediyoruz? Şu hayatta nerede duruyoruz?

Ben durduğum yeri biliyorum mesela. En azından eşitsiz bir dünyanın sebeplerini, toplumsal ilişkilerin, egemen güç yapılarının yarattığı şu eşitsizliği ve bunu yaratan akılları görebilen ve buna sebep olacak şekilde kimin nerede yer aldığını kavrayan biriyim. Bana göre ölçütler burada çok önemli hocam. Kanımca kiminle ilgili nasıl bir yargıya vardığınızı belirleyen şey, sizin hangi değerlerden beslendiğinizle ilgili.

Benim rezil diye tanımladığım kişiye elbette benimle aynı şekilde bakmayacak kişilikler de olacaktır. Buna eminim.  Nihayetinde sahip olduğumuz değerler yollarımızı da ayırmaz mı?”

“Biraz nezaketsizlik mi oldu?” diye düşünmedim desem yalan olur. Uzun konuşmuş, bir konuda içimi dökeyim derken adeta ayarı kaybetmiştim. Hoca yine de sözümü kesmemiş sakince dinlemişti. Nezaketini konuşturan biriydi.

“Çok iyi ifade ediyorsunuz sayın hocam” dedi. Ayağa kalktı, makam masasından ayrılarak karşımdaki koltuğa oturdu.

“Ancak bana göre akademi akademidir” diyerek sözlerine devam etti. “Sizin söylediğiniz türden ifadelerin kabul göreceği bir yer değildir. Hem bu çatı altında bunları konuşur hale gelirsek neyi nasıl yönetebiliriz? Kurumların saygınlığını sorgular hale getirmez miyiz? Toplum nazarında nasıl bir algı oluşacağını tahmin edersiniz herhalde.”

O an tüm konuşmanın anlamsız olduğu duygusu ruhumu sardı. Nedense Raskolnikov’un sıradan insanları geldi aklıma.

Uysal, söz dinleyen, adeta belletilmiş değerlere biat eden, aksini konuşmaktan korkarak suç işlerim düşüncesine teslim olmuş, hiyerarşik toplum düzeninin eseri kalıplara, yargılara boyun eğmiş insanlar… Onların yalnızca metroların, otobüslerin kalkış saatlerine, ay sonunda kazanılacak üç beş kuruş gelire, ruhların teskin edildiği ilahi sözlere, belirsizliğin umutla yatıştırıldığı hikayelere sıkışmış sıradan hayatlardaki insanlar olmadığını bir kez daha anlamıştım.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz