İthaka’dan uzakta : Paris

0
55

“Eğer gençliğinizde Paris’te yaşamak şansına erişmişseniz, ömrünüzün geri kalan bölümünde nereye giderseniz gidin, o da sizinle birliktedir artık, çünkü Paris devingen bir şenliktir”

E. Hemingway

Abidin Sermet haberinin gerçekleşmemesi Çoşkun abide büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Günlerce ofisindeki odasından çıkmıyordu.  Gazetecilik mesleğinde yalan haber çok sık rastlanan bir durumdur. Bir yalana inanmıştı, kandırılmıştı ve gururuyla oynanmıştı. Yıllarca kitap eklerinde editörlük, edebiyat dergilerinde genel yayın yönetmenliği yapmıştı. Edebiyat emekçisi olarak görüyordu kendisini. Bu haberin sansasyon haricinde mesleki anlamda önemi vardı. Belki de hayatının ilk ve tek büyük haberi olacaktı Abidin Sermet röportajı ama olmamıştı.

Bastille Günü kutlamalarını yerinden takip etmek için hazırlık yapıyordum. Her yurtdışı seyahatim öncesinde yaptığım gibi yanına uğramak için ofise gelmiştim. Kapısı kapalı, storları inik ve kilitliydi. İçeride olup, olmadığını bile bilmiyordum. Kapıyı nazikçe vurdum ama ses çıkmadı bir daha tıklattığımda ise günlerce aralıksız sigara içen birinin çıkaracağı patlak bir egzoza benzeyen bir öksürük, yere düşen bardak sesi duyuldu ardından yine sessizlik.  “Her gün böyle, Kayahan abi. Akşama kadar çıkmaz dışarı”, dedi bilgisayarın başında çalışan sosyal medya editörü Firuzan. Gözlüğü burnun ucuna kadar düşmüş, camlarına girdiği haberin yazıları düşmüştü. Kafasını bile kaldırmamıştı benimle konuşurken.  Suratında çalıştığı kadar maaş alamayan, yorgun ve bitkin bir ifade vardı. Gece haberleri editörüydü. Cinsellikle ilgili içerikleri o hazırlardı. Coşkun abi çağı yakalamak ve “tık” almak istiyordu. Belirli bir saatten sonra saçma bir fotoğraf üzerine erken boşalma, iyi bir cinsel ilişkinin sırrı temalı haberlerin çok okunacağını düşünürdü. Twitter’da aldığımız reaksiyonlara bakınca Coşkun abi haklı gözüküyordu. Onun vedalaşamayacaktım, Coşkun abi yalnız, işten ayrılmanın şafağında olan Firuzan ise yurtdışında bir şey istemiyordu.

Uçağa bindiğimde son bir ayda yaşadığım Abidin Sermet lanetini, Jüpiter kavuşumlu dolunay etkili Ecem’i çoktan unutmuştum bile. Emniyet kemerini takıp, uçağın kalkmasını bekliyor, Bastille Günü ile ilgili gerçekleşecek etkinliklere göz gezdiriyordum. Fransızlar bu yıl Bastille Günü’ne çok önem veriyordu. Bastille Günü’nü temsilen anmalar, kutlamalar yapılacaktı. Paris’in en şenlikli günlerinden biri olacaktı.  

Yanımda oturan Fransız yolcu, telefonda hararetle bir şeyler anlatıyor, tabletinden seçimleri kazanan sağcı Başkan’ın açıklamalarını okuyordu. Fransa’nın her yıl gururla kutladığı Ulusal Bayram, seçimleri yeni kazanan Başkan Gerrard Le Fout’un “Demokrasi bana göre değil. Napolyon’un izinden gitmemiz lazım” sözleriyle çalkalanıyordu. Sol ve muhalif gruplar Başkan’ın açıklamalarına öfke kusmuşlar, Bastille Günü’nü anmak için her zamankinden daha coşkulu bir şekilde sokakta yerlerini alacaklarını duyurmuşlardı.

Temmuz ayı olmasına rağmen Paris’te serin ve bahar mevsimini hatırlatan bir hava vardı. Gazete, La Villette’de bir hostel kiralamıştı. Oda temiz, mobilyalar yeniydi ama sular akmıyordu. Hostelin manzarası bir kafeye bakıyordu. Sokak ise gündüzleri sakin, akşamları oldukça gürültülü izlemini veriyordu.

Paris yalnızlar, bohemler, gönüllü sürgün yaşayanlar için ideal kentti. Şehrin kendine has kimliği o kadar baskındı ki, bir noktadan sonun kendiniz onun parçasından alı koyamıyordunuz. Birkaç gün içinde burada kendime bir rutin oluşturmuştum. Turistik hiçbir yere uğramıyordum. Müzeler, tarihi yerler, ölmeden önce mutlaka gitmeniz gereken lokantaların hiçbirine gitmemiştim. Her sabah hostelden çıkıp şehir etrafında turluyordum. Yürüyüşümü hep Le Peloton’da bir kahveyle sonlandırıyordum. Kafeye gide gele mekân sahibi Jean Pierre’le ahbap bile olmuştuk. Jean Pierre fanatik bir Marsilya taraftarıydı. Ne zaman gitsem Cantona ve Marsilya’yı övüyor, Paris St. Germain’nden ne kadar hoşlanmadığımız üzerine konuşuyorduk. Le Peloton, Paris’in şöhretli kafelerinin aksine küçük ve sıklıkla öğrencilerin ve akademisyenlerin takıldığı bir yerdi.  Öğrencilerin sıklıkla uğrak noktası olduğundan da kozmopolit bir ortamı vardı. Bir masada İtalyan, karşılarında Senegalli öğrenciler oturabiliyordu. Funda Kırmızı’yla da işte burada, Bastille Günü’nde tanıştım. Funda da kafenin müdavimlerinden biriydi. Hafif kumrala kaçan siyah renkli kâküllü saçları, ela gözleriyle her gün aynı saatlerde ya arkadaşlarıyla ya da tek olarak kafeye gelir. Sigara tiryakisine (Paket, paket Gitane içiyordu) yakışır bir şekilde peşi sıra sigara içiyor, heyecanlı bir beden diliyle arkadaşlarına bir şeyler anlatıyor, kitap okuyor ya da telefonuna bakıyordu. Masasında her zaman fotoğraf makinesi oluyordu.  Düz siyah saçları vardı. İlk bakışta hemen fark edilecek mavi gözleri vardı. Onu ilk bakışta Fransız sanmıştım ta ki Jean-Pierre bizi tanıştırana kadar. 

Bastille Günü kutlamalarına gitmeden önce her zaman olduğu Le Peloton’da kahve içmeye gelmiştim. Funda da arkadaşlarıyla kafedeydi. Kahve almak için Jean Pierre’nin yanına geldiğimde, Funda da arkamdan Jean Pierre’e şarj aleti olup olmadığını sormak için gelmişti. İkimizi yan yana görünce Jean Pierre, ikimizin de Türkiye’den geldiğini hala tanışıp tanışmadığımızı sormuştu. Bunu duyunca ikimiz de şaşırmıştık. Ben onu ne kadar Fransız sanıyorsam o da beni Yunan sanıyormuş. Yüzümde tatilci yanığı vardı. Yunan adasından hemen dönmüş bir turist gibi duruyordum. Beni öyle sanması normaldi bence de. Birbirimize gülümseyip, merhabalaşmıştık. Yabancı bir ülkede aynı milletten iki insanın karşılaması tüm yabancılığı ortadan kaldırıp, hızlı bir kaynaşmayı sağlayan bir durumdur. İki Türkiyelinin ayrı coğrafyada buluşmasında ise ortak konu her zaman Türkiye’nin bitmek bilmeyen sorunlarıdır. Kısa süre sonra Türkiye’nin hal ve gidişinden, yaşanmaz oralarda artık muhabbetine giriş yapmıştık bile.  Yahya Kemal “Paris’e gidilmez, kaçılırdı” demişti. Tarih, Paris’e politik sebeplerden ötürü kaçan yazar, sanatçı hikayeleriyle doluydu. 21. Yüzyılda bizim payımıza düşen gönüllü sürgünlüklerdi, kendimizden kaçmaktı. Funda’yla ikimizi Paris’te buluşturan da buydu. İnsan nedense başka bir ülkede bir tek kendi milletinden insanlardan şüphe duymaz zaten.

Funda Kırmızı, fotoğrafçı, belgeselci ve gazeteciydi. Herhangi bir medya kuruluşuyla bağlantısı yoktu. Bir İtalyan dergisi için Bastille Günü’nü takip etmek için üzere görevlendirilmişti. Bir haftadır buradaydı. İnsanlarla iktidar partisiyle yaşanan gerilimi, seçimi nasıl kazandığını dair derinlemesine röportaj yapmış. Göçmenlerle, yeni sağcılıkla ilgili dolu bir dosya hazırlıyordu. Burada Rue de Lancry’de bir ev kiralamıştı. Kısa bir süre önce İstanbul’dan taşınıp önce Köln’e sonra da Roma’ya yerleşmişti. Aslına bakarsanız yurtdışında yaşamaktan yorulmuştu. Yurtdışında yaşamak zordu. Hayatınızı sil baştan sürekli yeniden kurmak durumuna kalabiliyordunuz. Tanımadığınız bir dolu insan, yabancısı olduğunuz kültürle mücadele ediyordunuz. Funda da tüm bu zorlukları yaşıyordu. Yazları İstanbul’a ailesinin yanına geliyormuş. Paris’ten sonra onları ziyarete gidecekti.

Onunla kısa sohbetimizi bizi yeni tanışmış iki yabancıdan öteye götürmüştü. Bunda aynı yerden gelmemiz ve ertesi gün  ikimizin de Paris’e veda edecek olması da etkiliydi. Kafeden kalktıktan sonra Funda’yla etkinlik alanına gitmeden önce kısa bir Paris turu yapmaya karar verdik. Paris klişelerden ibaretti. Modernizmle beraber Paris de çökmüştü. Roland Barthes gibi Eyfel’den hoşlanmıyordum. Ben ne kadar klişe isem Paris de bir o kadar klişeydi bana göre. Her yer turist kaynıyordu. Balzac haklıydı Paris’te herkes ölü ve kitap sahibiydi. Benim de kitaplarını okuduğum tüm Parisliler mezardaydı…  Yol boyunca ilişkilerden, hayal kırıklıklarından, her yerden uzak olma üzerine konuştuk. Funda, olgun ve ciddi biriydi. Hayatla mücadelesi erken yaşlardan başlamıştı. Üniversite döneminden beri türlü işlerde çalışmış, yurtlarda kalmış, hayatını yıkmış, sil baştan yeni hayatlar kurabilmiş, cesaret edebilmiş özgür biriydi. Fotoğrafçılığa üniversite zamanlarda başlamış, küçük hobisi kısa zamanda büyük bir tutkuya dönüşmüş, arkeoloji bölümünde mezun olunca da profesyonel olarak bu işle ilgilenmeye başlamıştı. Özgüvenli olduğu kadar çok güzeldi. Kaküller ona çok yakışıyordu. Sıcak, güven veren bir gülümsemesi vardı.  Onunla geçirdiğim iki saat bana bir film karesi gibi göründü. Paris her şeyi bir şiire mi dönüştürüyordu yoksa?

Etkinlik alanına yaklaştığımızda, dev bir kalabalık bizi karşıladı. Öğrenciler, muhalif gruplar şimdiden sokağa çıkmışlardı bile. Her biri ya dönemin kıyafetlerini giymiş ya da Fransız Devrimi’ni sembolize edecek şeyleri yanında taşıyorlardı. İçlerinden biri şeffaf büyük bir torbanın içerisine sarı renkli Lego karakterlerinin kafasını koymuştu. Mesaj çok açıktı! Liberaller olayın polis ve halkı karşı karşıya getirmesinden çekiniyorlardı.  Solcular ise “Bu daha başlangıç” öfkesi hakimdi. 1968’den beri ilk defa Fransa’da sokak bu kadar hareketliydi. Hükümeti istifaya çağıranlarla, Napolyon ruhunu destek verenler arasında sokakta ufak bir arbede bile yaşanmıştı. Polis grupları güçlükle ayırmış, çöp kutuları yere devrilmiş, bir arabanın camı kırılmıştı. Bu anların fotoğrafını çekmeyi başarmıştık.

Gündüz gerçekleşen resmi törenin ardından Eyfel Kulesi’nde havai fişekler patlatılacak gökyüzü görkemli bir şekilde aydınlanacaktı. Muhalif gruplar burada da hükümeti istifaya çağırıyordu. Turistler, lanet olası vlogcular, Lanet olası vlogcular, selfie çubuklarını gökyüzüne tutarak, olayları kaydetmeye çalışıyordu.

Haber için yeterli malzemeyi topladığımıza ikna olduğumuzda onlardan, turistlerden, klişelerden uzakta olmaya çalışıyorduk. Funda, beni Seine Nehrin’in Eyfel manzaralı, turistlerin pek de bilmediği bir yerine götürdü. Üniversiteden çıktıktan sonra burada yürümeyi, nehri izlemeyi ve sigara içmeyi çok severmiş.  Şehir buradan kartpostala benziyordu, büyüleyici bir manzarası vardı. Güneşin kızıllığı nehrin üzerine düşmüştü. Kulenin aydınlatmaları açılmıştı. Yeni ay tepemizdeydi. Dünyanın en güzel kentlerin birindeki iki yabancı olarak evimizden uzakta, tüm kimlik, bayrak, aidiyetten ve geçmişten arınmış bir şekilde manzarayı seyrediyorduk…  Havai fişekler tüm görkemiyle patlatılmaya başlandı. Kulenin etrafı mavi, kırmızı, beyaz renklerle bezendi. Harika bir görüntüydü. Fotoğraf makinelerimizi aynı anda bir silahşor gibi çekip bu anları da kaydettik.

Ne Parisliydik ne tam olarak Türkiyeliydik. Türkiye’de doğmuş bir türlü farklı müziğe, filme, kitaplara âşık olmuş, başka ülkelerde yaşamaya çalışıyorduk. Evimiz neresi bilmiyorduk, nereye aittik bilmiyorduk, her yer çok uzaktı ama bir yerde yabancı olmak her yeri de yakın kılıyordu. Funda’yla olan yakınlığımızı hem derinleştiren hem de muğlak kılan da buydu. İkimiz de şimdi yetiyordu. Birbirimize bu denli hızlı yakınlaşmamızda da yaşadığımız bu anın tek seferlik olduğunun bilincinde olmamızdı. Bir süre hiç konuşmadık. Funda elini elime yakınlaştırdı, parmaklarımız buluştu. Birbirimize gülümsedik ve öpüşmeye başladık. Klişeler ancak böyle anlarda anlamlıydı zaten.

Geceyi onun evinde geçirdik. Funda’nın evi küçüktü ama anlattığına göre tipik bir Paris eviydi. Portekizli bir ev arkadaşı vardı. Ailesinin yanına gittiği için evde yalnızdık. Yerler parke, manzarası idare ederdi, balkonu ferahtı. Duvarda da eski ev kiracıdan kalma dev bir Clint Eastwood posteri vardı. Evin tek sorunu tesisattı. Üst katın akıtan borularının oluşturduğu nem tavanda olduğu gibi kendini belli ediyordu. Tavanda dünya haritasından tanıdık adaları görebileceğiniz küçük çatlaklar bile oluşmuştu. Funda bazı çatlakları bana gösterip “Şurası Kıbrıs’a benzemiyor mu?” diye takılıyordu. Paris’te yaşamanın en zor tarafı bürokratik ve usta işlerinin çok yavaş ilerlemesiydi. Üç gün önce çağırdığı tesisatçı hâlâ gelmemişti

Paris, kısıtlı bütçeye sahip öğrenciler, flanörler, bohemler en ideal kentti. Hiçbir şey almasanız bile kent atmosferi bedavaydı.

Sabah kalkıp kahvaltı ettikten sonra balkona çıkıp kahvelerimizi içmeye başladık. Birazdan ona veda edecektim. Funda bir sonraki durağımı merak ediyordu bunu ben de bilmiyordum. Evden biraz daha uzak kalırsam o kadar iyi olacaktı. Funda da geleceğini tam olarak bilmiyordu ama tek bildiği onun da eve henüz dönmek istemediğiydi. Bir süre hiç konuşmadık. Yüksek katlı eski Paris apartmanlarının arasından gözüken gri bulutlar arasından bir uçak geçiyordu. Sigaralarımızı aynı anda tüttürerek uçağın gidişini izledik. Hikâyeyi en güzel yerinde bitirmeye kararlıydık. Hemingway haklıydı Paris her şeye rağmen şenlikti, her şey olasılık dahilindeydi burada. Türümüz unutmaya teşne ama hatırlanmaya değer anlar hafızamızın en yakınındadır; geri çağırdıkça iyi hissedeceğimiz… İyi hafıza sahipleri gördükleri her şeyi değil hatırlamak istedikleri şeyleri kaydede bu yüzden. Zaten hafıza ile nostalji arasındaki ince çizgi de tam olarak burada başlıyor galiba. Funda’yla yaşadıklarım da tam böyle bir şeydi, hatırlandıkça güzelleşen…

İçeri geçtiğimizde Funda hazırlanan kadar salonundaki ahşap kütüphanede biraz vakit geçirmek istedim. Ciltli, ilk basım kitaplar, nadide Proust seçkisi, Marguerite Duras kitapları yan yanaydı… Ancak bir yazarın sahip olabileceği türden bir kütüphaneydi. Gizemli ev sahibinin hatırı sayılır bir Türkiye edebiyatı külliyatı vardı. Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Latife Tekin ilk gözüme çarpanlardandı. Ama esas çarpışma aynı şimdi geliyordu, evet, o lanet döne dolaşa beni yine bulmuştu. Abidin Sermet! Sonlu Saat kitabının Fransızca edisyonu burada tam karşıma dikilmişti. Kitabın kapağını açmamla birlikte ikinci şoku yaşadım, ilk sayfanın içinde “Sevgili dostum Didier’e sevgilerle… Abidin Sermet, 1978, Paris”. Abidin Sermet’in varlığına dair en büyük kanıtı burada dün tanıştığım Funda’nın evinde bulmuştum.  “Ben hazırım” deyip yanıma geldiğimde Funda, halimi görünce şaşırdı. “İyi misin” diye sordu bu sefer de. “Bu evin sahibini biliyor musun?”, “Biliyorum. Didier Dumas, eski şair. Barcelona’ya taşınmak üzereymiş, evini geçici olarak kiralamak istiyormuş. Ne oldu ki?”, “Şu anda edebiyat tarihini değiştirecek çok acayip bir olayın tam ortasındayız. Yolda anlatırım, Barcelona’ya gidiyoruz.”

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz