“Çalmadık,
Çırpmadık.
Yediysek cebimizden,
Harcadıysak ömrümüzden…”
Can Yücel
23 Ocak Salı günü işe iade davam vardı. Kendimce bir beyan hazırlayıp avukatım Fatih Gökçe ile birlikte mahkemeye katıldık. Meslek örgütüm TMMOB Başkanı Emin Koramaz ve sendikam KESK’e bağlı Yapı-Yol Sen Genel Başkanı Gültekin Narinli’de beni yalnız bırakmadı.
Beyanım genel olarak OHAL Komisyonu’nun ret kararının neden hukuki olmadığı, olumsuz kurum görüşünün neden objektif olmadığı üzerine kuruluydu. Komisyon kararı hukuki değildi çünkü ret için gerekçe gösterilen üç davadan biri beraatle sonuçlanmış, biri halen devam etmekte olup hakkımda bir karar verilmemiş, bir diğeri ise memuriyetimden önce karara çıkmış ve kamuya atanmama engel teşkil etmemişti. Kurum görüşü objektif değildi çünkü görüş verenler hakkında ihracımdan önce mobbing davası açmıştım ve davalık bir ilişkimiz vardı. Her ne kadar Heyet Başkanı özetlemem konusunda ısrarcı olsa da bu duruşmayı 7 yıldır beklediğimi ifade ederek avukatımla beraber olabildiğince kendimi anlatmaya çalıştım. Başkanın duruşmanın sona erdiğini söylemesinin ardından hepimiz çıkmak için toparlanırken hakimlerden birinin şu sorusuyla karşılaştım: “Yani terörist dürüst olamaz mı?”
Terörist Dürüst Olamaz Mı?
Heyet Başkanı, duruşma sona erdi diyerek salonu boşaltmamızı istedi. Aklımda soruya verilecek cevaplarım varken oradan ayrılmak içime sinmedi. “Bence terörist dürüst olamaz.” dedim. Öyle ya bu bakış açısıyla terörist dürüst olabilirse vatansever de hırsız olabilirdi, katil olabilirdi, ahlaksız olabilirdi, namussuz olabilirdi pekala? Bence vatanını seven biri hırsız olamaz, katil olamaz, ahlaksız olamaz, terörist hiç olamazdı.
Hakimlerin birinden gelen bu soru esasen tüm muhalefetin karşı karşıya kaldığı yaftalardan yalnızca biri. Onlara göre bizler ne kadar dürüst olursak olalım, ne kadar ahlaklı olursak olalım, ne kadar halkın/kamunun çıkarını korumuş olursak olalım hiçbir önemi yok. Mesele “benden misin, değil misin?” sorusunun cevabında kilitleniyor. Örneğin Doç. Dr. Tayfun Kahraman’ın halkını ve ülkesini ne kadar sevdiği, mesleğinde ne kadar dürüst ve etik davrandığı ile ilgilenmiyorlar. Avukat Can Atalay’ın halkını ve ülkesini ne kadar sevdiği, ne kadar dürüst ve namuslu bir avukat olduğu ile de ilgilenmiyorlar. Esas mesele “benden misin, değil misin?” Pek tabii benim de halka ve ülkeme duyduğum sevgi, halkın beş kuruşunu ona-buna peşkeş çekmemiş olmam ya da kamunu çıkarını tüm baskılara rağmen korumuş olmam değil kimden taraf olduğum tartılıyor o terazide. Dolayısıyla emekten ve halktan yana taraf olmak cezasız bırakılamaz. Çünkü sermaye düzeni böyle işliyor, çünkü çarklar böyle dönüyor.
Kalitesiz beton dökenler, kalitesiz demir kullananlar ya da betondan-demirden çalanlar, bilime ve tekniğe aykırı imalat yapanlar, depreme ya da diğer yüklere karşı dayanımı olmayan yapı inşa edenler bir gecede onbinlerce insanın ölümüne sebep olduklarında vatanseverliklerine halel gelmemesi de bundandı herhalde? 6 Şubat depremlerinin ardından ölümlerden sorumlu olanlar sadece bilinçli taksir ile katil oldular, bazıları olmadı bile. İnsanlar sevdiklerini, yakınlarını enkazlar arasında ararken bazıları ise kaçtı gitti. Yapının beton kalitesini ölçmek amacıyla yapılan karot testi için numune alınacak tek bir kolonu ayakta kalmayan binaların milyonluk müteahhitleri solcular, sosyalistler gibi yıllarca hapiste kalacak değildi ya?
Benden misin, değil misin?
Bu bağlamda, mahkemeye vermiş olduğum beyanımdan bir paragrafı paylaşmak isterim. “6 Şubat Kahramanmaraş Depremlerinin yıldönümü yaklaşıyor. 50 binin üzerinde insanımızı bir gecede kaybettik. Ben bu acıyı 18 yaşımdan beri tanıyorum. Hayatımda tanıklık ettiğim ilk ve en büyük toplumsal acıyı unutmam mümkün değil. 99’da yaşanan Gölcük ve Düzce Depremleri’nden bahsediyorum. Maraş Depremlerinde olduğu gibi o gün de aynı hendekler kazılmış, cenazeler battaniyelere sarılıp yan yan gömülmüş, hastalık yayılma riskine karşı kireçlenmişti. Ben tüm olanı biteni televizyonlardan ve gazetelerden takip etsem de yaşıma göre çok ağır gelen görüntülerden derinden etkilenmiştim. O yıllarda mesleğimi seçme aşamasındaydım ki binlerce insanın kendini en güvende hissettiği evlerinde saniyeler içinde çöken betonlar arasında hayatını kaybettiğini görünce bir daha depremlerin can almaması için mimar olmayı tercih ettim. Bir patronu zengin etmektense mesleki bilgi ve birikimimi kamunun çıkarına kullanmaya karar verip kamu emekçisi oldum. Depremzede bir kent olan Düzce’ye atanarak hayallerimi gerçekleştirmiştim. Ömrümü, bu kentin ve bu ilin insanının daha güvenli, daha sağlıklı yapılarda yaşaması için tüketmeye hazırdım. Aklımdan çıkmayan enkazlar altındaki insan görüntüleri nedeniyle onlara kendimi hep borçlu hissettim. Sorumluluğumun müteahhitlere değil kamuya olduğu bilinciyle çalışarak onlara bir nebze de olsa borcumu ödemeye çalıştım.”
Ve bugün “dürüst terörist” kavramıyla tanışmış oldum. Oysa daha geçen sene Cumhuriyet Gazetesi yazarı ve Tele1 programcısı Prof.Dr.Emre Kongar bir köşe yazısına benim hikayemi konu etmiş, yazıya şu başlığı atmıştı; Bir Kahraman: Alev Şahin. Solun kahramanca gördüğü ranta ve talana karşı mücadele onlar için en fazla “dürüst terörist” olarak görülüyordu.
Çalıştığım dönemde de karşılaştığım manzara buydu. Betondan çalan ve yaptığımız deprem dayanım testlerinde düşük değer veren kalitesiz beton üreten firma sahiplerinden biri, devlete bağlılığını ifade etmek adına itirafçı olduğunu açıklıyordu. İfadesinin bir yerinde ise “cemaat ile bağımı kopardıktan sonra Düzce Çevre ve Şehircilik İL Müdürlüğü tarafından üst üste idari para cezaları almaya başladım. Bir idari para cezam 16 bin TL, bir idari para cezası 42 bin TL, bir idari para cezası ise 72 bin TL idi. Ancak bunlardan 72 bin TL olanı dönemin Valisi ….’ne bu durumu izah ettik. Aynı durumu dönemin milletvekillerine ve il başkanlarına söyledik….O zaman da Düzce Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’nde görevli Alev isimli, DİSK üyesi, Ankara’da PKK lehine yapılan yürüyüşlere katılan bir bayanın görev aldığını, çevre komisyonunda görev aldığı dönemde bu cezaları yazdıran kişi olduğunu tespit ettik. Ankara’ya durumu bildirdik ve görevden alındığını daha sonradan öğrendik. “ diyordu.
Betonun kalitesi, betonu döken şirketin sahibine göre değişen bir durum değil elbette. Alınan numunenin dayanım testine verdiği tepki sonucunda anlaşılabilen bilimsel bir gerçek. Ama olsun. Çamur at, izi kalsın. Şirketinin kasasından devletin kasasına giren 130 bin TL’den rahatsızlık duyan ama düşük kalite beton dökmekten hiçbir rahatsızlık duymayan onların tarafında iken ne önemi var ki? Depremzede bir kentin, depremzede bir halkın canını, malını korumak için dürüstçe çalışan onlardan taraf değilse milletvekili, il başkanı, vali bırakmadan gezerek iftira atmak serbest. Alın size betondan çalan bir vatansever ile çaldırmayan dürüst bir terörist(!) hikayesi. Nazım Usta’nın nitelediği gibi vatan kasalarının, çek defterlerinin içindekiyse bizim hikayemiz de böyle yazılıyor.
6 Şubat Depremlerinin Yıldönümü
Depremlerde neden öldüğümüz çok açık değil mi? Sermaye için canımızın, malımızın hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. Sınıfsal bir ölüm biçiliyor bize. Fabrikalarda, inşaatlarda, tarlalarda, sokaklarda ölen biz, öldürülen biz. Patronun, müteahhidin, toprak ağasının, motokuryeleri zamanla yarıştıran şirketlerin karı bizden daha değerli çünkü. Depremlerde, sellerde, yangınlarda ölen biz, öldürülen biz. Kalitesiz beton üretimine göz yumanların, dere yatağına konut yapılmasına onay verenlerin, yangın merdiveni olmayan, olsa da kilitli tutulan yapıları denetlemeyenlerin çıkarı bizden değerli çünkü.
6 Şubat Maraş depremlerinin yıldönümündeyiz. Benim gidip yerinde görme olanağım olmadı. Yaşananları güvenilir gazetecilerden takip ediyorum. Görüyorum ki depremzedelerin sorunları aradan geçen bir yıla rağmen hala çözülmüş değil. Barınma, sağlıklı ve yeterli su ve gıdaya erişim, güvenli kentler talebi devam ediyor. Ölen canların yakınları adaletin sağlanması için mahkemelerde. Ölüsünü bulamayanlar kayıp canlarını bulmak için seslerini duyurmaya çalışıyor. Halkın yaşadığı sorunları pek çok gazeteci hafta boyunca yerinden haberlerle paylaşacaktır eminim. Eksik bilgim ile bu konuda daha fazlasına değinemeyeceğim.
18 yıllık olanca mesleki bilgi ve tecrübemle söylemek zorunda olduklarımı paylaşarak yazımı sonlandıracağım. İçinde yaşadığımız gezegenin milyonlarca yıllık gerçeği olan yer sarsıntıları yani depremler değil, bizi öldüren burjuvazinin kar ve rant hırsıdır. Dürüst teröristler(!) değil, bizi öldüren sermaye düzeninin vahşi politikalarıdır.
Depremde kaybettiklerimizin anısına saygıyla…