Türkçesi: “Amerika’yı Yeniden Harika Yap!”…
Önce İsrail saldırdı, tabi baskın bir saldırı. Ardından çok geçmedi İran füzeleri salladı. “Vurduydu, vuramadıydı, tutturduydu tutturamadıydı” derken bir de baktık tehlikeli bir savaşın içine girilmiş. “Nereye gider bu iş”, “ne olur bunun sonu” diye tüm dünya endişe içindeyken o kırmızı beyzbol şapkasıyla kameraların önünde boy gösterdi.
Trump’tan bahsediyorum herhalde. Ve “Make America Great Again” yazılı şapkasından.
“Ne dediğini niçin dediğini anlayan beri gelsin” türünden konuşmalar yaptı, iki haftalık bir süreden bahsetti, İran’a “yavaş ol ezerim seni” diyerek göz dağı verdi. İsrail tarafında saf tuttuğunu tüm dünyaya açıkça gösterdi. Ha bu tavrına rağmen en son ateşkes olduğunda İran’a teşekkür etmiş İsrail’den hiç memnun olmadığını da söylemişti zaar. Bu da ilginç bir durumdu tabi…
Neyse o gece savaşın ilk günleri, gecenin bir vakti ülkecek kan çanağı gözlerle “ABD savaşa girecek mi? Girerse nasıl girecek? Bu durum kime girecek?” türünden düşünceler içinde TV başında tetikteyken Trump her zamanki şovunu yaptı. Bildiğiniz racon kesti. Belki o gün hızını tam olarak alamamış olacak ilerleyen günlerde de bunu düzenli şekilde yapmaya devam etti.
Bana göre zırva bir basın açıklamasıydı. Ama bana göre… Tıpkı İran’la İsrail’in karşılıklı saldırılar öncesinde yaptıkları açıklamalar gibi.
Nihayetinde dünyanın Trump’ı ciddiye almaması mümkün mü arkadaş? Sıkar…
Adam “İran’la görüşüyoruz” diyor ardından “bak vururum ayağını denk al” diye çıkışıyor. “Bu İran’ın son şansı” diyor sonra vursun diye İsrail’e “gaz veriyor”. Yetmiyor İran’a “masaya gel” diyor sonra gidip gece vakti vuruyor.
Hadi madem vuracaksın, vuruyorsun, vurdun. Bak gıkımız da çıkamadı sonuçta. Öyle mal mal izledik tüm Ortadoğu hep birlikte. İyi de arkadaş niye hemen ertesi gün “şimdi barış zamanı” diyorsun? Dalga mı geçiyorsun, adam mı seçiyorsun? Ne işsin? Madem barıştan yanasın -ki bizim coğrafyada barıştan yana tavır almak “barış istiyoruz” demek şey ister- adama demezler mi “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” diye? Gerçekten derdin nükleer mi yoksa ABD’de konsolide etmek istediğin bazı iç politik mevzuların mı var?
Neyse sonuçta zırvalasa da zırvalamasa da herkes onu dinleyecek. Bizim gibileri dinleyecek değiller herhalde…
O ki yüce şeylerin temsili, o ki “Great” olanı temsil ediyor. Güç, servet, ihtişam, yüksek yakalı tiril tiril bir gömlek, etkileyici mavi bir takım, kol düğmeleri, kırmızı bir kravat… Görkemli, ışıltılı bir Amerikan rüyasının vücut bulmuş hali.
Tıpkı Gazze gibi…
Bilemedim şimdi, Amerikan küstahlığı mı desem? Benim de dilim bazen çok tatsız, çok rahatsız edici…
Ama onun da ağzının bir ayarı yok. Uyarına geldiği gibi söyleyebiliyor.
Eh tabi devir onların devri. “Türkiye Yüzyılı” olacak değil ya. Onca zaman çalışmışlar çabalamışlar. Dünya istedikleri ayara gelmiş mi? Gelmiş. O sallamasında kim sallasın?
Kapitalizmin acıtarak da olsa kucağına oturttuğu, tüketimin tatlı hazlarıyla aklı yerinden oynamış, medya, din, eğitim, teknoloji ne varsa her tür araç üzerinden üzerine çullanılmış, boyun eğdirilmiş, iradesi bitirilmiş, alıklaştırılmış bir insanlık var ellerinde. Yani ben olsam, fırsat bu fırsat ben de sallar dururdum. Nasılsa önlerine ne koysan yiyorlar…
Hele şu propaganda duayenlerinin ince zevkleriyle seçmiş oldukları o kırmızı beyzbol şapkası yok mu? Bir türlü çıkmıyor aklımdan. O gece herkesi fena etkilemiş olmalı…
Ne büyük yatırım yaptılar bu işler için? Bizim için neler neler göze almadılar? Neler feda edilmedi? Ama nankör ezik bir sınıfız işte. Kıymet biliyor muyuz? Tabii ki hayır. Adam olmayız…
Bir kez olsun, hani arkadaş bir kez olsun “God Bless America” desen dilin mi şişer?
Şişmez tabi. Hem biraz şişse ne olacak, amaca giden yolda bu ne ki? Yeter ki ben de o rüyayı şu dünya gözüyle göreyim. Benim neyim eksik?
Ama önce koşulsuz, şartsız kabul etmeli, boyun eğmeli, göz yummalı, dil tutmalı, sağırı oynamalı değil mi? Hatta biraz da ne bileyim, “ben bilmem o işleri, aklım ermez” demeyi sıradan bir rutin haline getirmeli. Burası önemli. Sonrası mı? Sonrası çok kolay. Tekerleme gibi söyler gidersin. İşte bu kadar…
Galiba şu “God” işi beni bozuyor olabilir. Bilemiyorum belki de bu yüzden söyleyemiyorum.
Hangi bozguncu bir vakitler aklımı çeldiyse artık. Ne zaman “God” diyecek olsam ya da desem, mesela “Oh my God” gibi, oradaki “God” bana taraflı bir “God”mış gibi geliyor. Şimdi “benim ‘God’ımla başkasının ‘God’ı aynı mı?” diye içimden geçiriyorum istemsizce.
Anlaşılır bir durum tabi. Misal bir tarafta koskoca “America”, onun dosta güven düşmana korku veren bir “Trump”ı var. Diğer tarafı söylemeye gerek var mı bu denklemde bilemiyorum. Ne yani sana, bana, herkese niye eşit davransın bu “God”? Bak bir aydınlanma geldi şimdi. Belki de bu yüzden tutturamıyorum şu hayatta bazı şeyleri. Adamların “God”ına biraz yaklaşmalı mıyım ne?
Onların “God”ı bir kez olsun beni bir tanısaydı, hani şöyle ucundan da olsa görmüş olsaydı eminim mevzulara farklı bakardı. Belki de gözüne perde indi, belki de şah damarımı bulamıyor. Yoksa neden görmesin. O herkesin “God”ı değil mi? Bak öyle sıradan bir “God”dan bahsetmiyorum. Paralarında bile “In God We Trust” (Tanrıya Güveniriz) yazıyor. Sanırım orası “God”ın ayrıcalıklı bir ülkesi. Şu Gazze’dekiler de paralarına böyle şeyler yapsalardı “God” onları da görürdü.
Neyse herkesin “God”ı kendine. Bu “God” ile sorunumu çözemeyeceğim aşikâr.
Yok yok öyle kötü kötü bakmayın. Ne vazgeçtim ne umudu yitirdim ne de pes ettim. Vallahi de billahi de sabah akşam deniyorum. Ne provalar ne telkinler yapıyorum, bilemezsiniz. “Yaparsın, çok da güzel yaparsın, üstelik okumuş adamsın, profesörsün sen. Senden ala yapacak insan mı var bu dünyada?” diyorum devamlı kendime. Allah inandırsın uyanır uyanmaz daha yataktan çıkmadan başlıyorum denemeye. Amentü gibi benim için bu mesele. Diş fırçalıyorum deniyorum, kahvaltımı yapıyorum deniyorum, kapıdan çıkarken deniyorum, eve girerken deniyorum, yetmiyor her öğün sonrası her defasında bir draje tok karnına deniyorum. Olmuyor, olmuyor, olmuyor… Dilimin ucuna gelir gibi oluyor, birkaç hece belki bir kelime çıkacak sanki. Ama yok, yine aynı şey, yine hüsran. Nafile…
Hay dilini eşek arıları soksun. Bir türlü beceremiyorum. Hep aynısı oluyor. Tam söyleyecek gibi olmuşken, pat, başka bir cümle dökülüyor ağzımdan: “Yankee go home!”.
Yahu şu bizden önceki kuşağın bize verdiği zararı fincancı dükkanına girmiş fil vermemiştir herhalde! Yok neymiş “tam bağımsız Türkiye”… He ya çok bağımsız…
Arkadaş “Go home!” diyecek “Yankee” mi kaldı ortada? Hangi devirde yaşıyoruz? Yetmiş iki millet ülkeye göçüp gelmiş, sınırlar sınır olmaktan çıkmış, elek gibi… “Go home!” desen şimdi “kime dedin?” diye sorarlar. Hem üstelik “Yankee”lerime her yer “home” olmuş. Sen neden bahsediyorsun?
Sonra “işler neden ters gidiyor” diye söylenip dur! Böyle haltlar yersen, değişen zamana ayak uyduramazsan ne olmasını bekliyorsun?
Kırık da olsa döktür İngilizceni, söyle şu sözleri. Hep bir eleştiri hep bir şikâyet. Öv biraz, sosyal medyada yücelt. Bak vize vermek için bile sosyal medya hesabının açık olması şartını koymuşlar. Belli ki yakından tanımak istiyorlar seni. Fırsat ver onlara da… “Büyüksün abi” de “senden alası yok” de “kralsın” de… Yap işte bazıları gibi. Kap, nemalan devam et gitsin. Niye zıtlaşıp duruyorsun?
Ne yani Nâzım’a yaptıkları gibi senin için de “vatan hainliğine devam ediyor hâlâ” densin mi istersin?
Yok yok ne kadar söylensem de nato mermer nato kafa! Değişmez insanoğlu. Yedisinde neyse yetmişinde de aynı. Lanet bir iç sesim var. Durmak bilmiyor. Neymiş, “akıl sahibi bir insan böyle bir dünya düzenini hiç kabul edebilir miymiş?”.
Belki erken yaşlarda olsak “great”, “mreat” kaptırır giderdik. Ama ne olduysa olmuş işte. O “Great”i göremiyorum bir türlü.
Kimine “Great” belki ama bana mümkün değil!..
Çocukluğumda izlediğim Bonanza dizisindeki Kızılderilileri yerinden etmiş, soyunu kurutmuş, yok etmiş, yüzbinlerce insanın atom bombasıyla ölmesine sebep olmuş, Vietnam’da My Lai katliamını ve daha nicelerini yapmış, Irak’ta bir camiye sığınmış sivilleri kameralar önünde canice öldürmüş, Afganistan’da insanları cellatlara teslim etmiş bir “Great” bu…
Bununla da kalmamış, kendi vatandaşlarına zulmetmiş, siyahileri yok saymış, şiddetin, yok etmenin üzerine kurulmuş, “bir avuç dolar” için silahlanmış, vurmuş, kırmış, dünyanın jandarması olmuş bir “Great”. Yerin altıydı üstüydü demeden zenginlikleri ele geçirmek, göstere göstere nadir dedikleri elementleri çalmak için sözde bağımsız devletlerin içine “gladyo” düzenekleri kurmuş bir “Great”…
“23 sent” hesaplarıyla savaşacak ucuz insan peşine düşmüş, her tür sömürünün dibini yaptığını sağır sultanların dahi bildiği bir “Great” bu… Yazmaya anlatmaya sayfalar yetmez.
Şimdi böyle yazınca da pek olmadı. Ağır mı şey ettik, bilemedim. Ama içimiz daralmasın. Madem bir “Great” takıntımız var, belki şu beyzbol şapkası “Great” olabilir…
Bütün hafta ne olacak bu burnumuzun dibindeki savaş diye takip etmeye çalışırken televizyonda son dakika haberi olarak karşıma çıktığında aklıma neler neler getirmedi ki o şapka.
Küresel kapitalizmin rüzgarında savrulmuş, tozuna buzuna karışmış insan siluetleri, arsızca tüketmeye, yok etmeye kendini adamış, bir katil sürüsüne dahil olmaya hazır cahiller, densizler, satılık, satılmış, satmış, satmakta olanlar. Üstelik tarihin değişmediğinin kanıtıymışçasına.
Amerika’yı yeniden “Great” yapmaya koşuyorlar.