Oneironaut

0
77

Gelişigüzel vurulmuş yağlı boyalı sıvanın altından biriket izlerinin belli olduğu, duralit tavanından paslı çivilerle tutturulmuş floresan lambanın sarktığı küçük salondayım. Çocukluk evi. Her zamanki gibi salona açılan kapının bitişiğinde kömür sobası duruyor. Öte köşede ise duvara yaslanmış kanepenin hemen önünde siyah beyaz televizyon açık. TRT ekranında bol paça pantolon geniş yakalı gömleğiyle İskender Doğan var.

“Kan ve gül, gülle diken

Sevgim ve sen

Birbirine dönük sırt

Sen ve ben

Bilmem anlatabiliyor muyum?”

Ablam çok severdi. Gençlik aşkı. Babamın her akşamüstü pinekler gibi oturduğu sünger minderli sandalyenin üstüne bacaklarını karnına çekerek kurulmuş, pencereden dışarıya bakıyor. “Charlie’nin Melekleri” dizisindeki “Kelly”e benzetirdim. Zaman insanları nasıl da değiştiriyor?

Elinde bir tığ salonun orta yerine kadar şerit biçiminde uzanmış beyaz bir şeyi işliyor. Ne olduğunu tam olarak anlamıyorum. Bir yandan şarkıyı mırıldanıyor diğer yandan da göz ucuyla bahçe kapısını gözlüyor. O sırada bitişik gecekondunun balkonundan birilerinin atladığını duyuyorum. Adımlarının giderek hızlandığını ve yaklaştıklarını anlıyorum. Kapıya çok sert vuruluyor. Bir telaşla oraya yöneliyorum. Genç kısa boylu bir jandarma er karşımda. Adımı öğrendikten sonra beni aradıklarını söyleyerek, üzerinde sefer görev emri yazan bir zarf uzatıyor. Postal seslerinden askerlerin geldiğini anlamalıydım diye iç geçiriyorum o an.

Gecekondu mahallesinde olağan bir durum. Askeri darbe olmuş. Şehrin kıyısında kalmış bu arka sokaklarda her gün bir hareket. Anarşist gençleri de arıyor olabilirler. Burası işçi sınıfının, ırgatların yaşadığı bir yer sonuçta.

Çocukluk anılarımın içindeydim ama askere çağrılıyorum. Tuhaf bir his. Asker yüksek bir sesle derhal Gaziantep’e gidip birliğime katılmamı emrediyor. O sırada nedense üniversiteden izin almam gerektiğini söylüyorum. Doktora tez aşamasında olduğumu askerliğimin tecilli olduğunu falan anlatmaya çalışıyorum. Üniversite kayıtlarının kendi bilgi işlem sistemlerine de düştüğünü, ancak benim kayıtlı görünmediğimi söylüyorlar. Diplomamın geçersiz olduğunu er olarak teslim olmamı söylüyorlar.

Apoletsiz bu jandarma erinin hemen arkasından bir subay yüzü belli belirsiz ortaya çıkıyor. “Biz senin gibileri çok gördük, adam ederiz talimde” diyor. O sırada ablam cep telefonuyla babamla konuşuyor. Ne alaka diye geçiriyorum. Çevirmeli ev telefonu halen yerinde ve üzerinde bir dantel örtü var.

“Ne oldu ne konuştunuz?” diye soruyorum. Her yerde orman yangınlarının çıktığını babamın derhal evden ayrılmamız gerektiğini aktarıyor. “Yakıyorlar memleketi” diye söylene söylene yerinden kalkıyor. Mahallenin yamaçları ormanlık bölgeye bakıyor. Alelacele önemli eşyaları toplamaya çalışıyoruz. Ben bej rengi suni deri kaplı orta büyüklükte bir çantayı kapıyorum. Onda tüm ailenin hatıraları var. Askerler yangını duyunca telaşla kayboluyor. Neler olup bittiğini anlamak için kafamı çevirip televizyondaki haberlere bakmak istiyorum.

Kenan Evren konuşuyor. Hemen sağında Turgut Özal ve CIA başkanı olduğu kulaktan kulağa fısıldanan biri ile onların da etraflarında generaller duruyor. Anarşinin başını ezdiklerini, din dersini neden zorunlu kıldıklarını anlatıyor. Referandum yapılacağını, halkın buna katılması gerektiğini, çok önemli olduğunu falan söylüyor.

Başka bir kanal bulmak için televizyonun döner tuşunu çevirip duruyorum. Ama nafile. Levent Kırca’yı görüyorum bir ara. “Bizler Ali, Veli, Makinist. Bunlar vagonlarımız” şarkısının ritmi ve sözleri yankılanıyor. Ne kadar da genç!

Kapıdan fırlıyoruz. Bitişik evlerin arasındaki dar merdivenli yoldan aşağı doğru koşuyoruz. Akşamüstü sanıyordum ama güneş hala tepede ve gökyüzü masmavi. Sıcak bir ağustos ayı, ortalık kavruluyor. Mezarlığın üstündeki toprak yokuş yoldan aşağı doğru giderken ayaklarımda tokyo terlik olduğunu fark ediyorum. Toza bulanmış pantolon paçası, ayak parmaklarım, yokuşun başına yakın bir yerde metruk, tek göz hane bir bakkala yöneliyoruz. Onun hemen önünde iki jandarmanın birkaç kişiyi çevirdiğini görüyorum. Biri tanıdık geliyor. İlkokulda çarpıldığım kıvır kıvır saçlı, sarışın, çilli yüzlü kız. Göz göze geliyoruz. Ama o an üniversitede beni terk eden kızın bakışlarını görüyorum onda. Jandarma ceplerinden çıkardığı mark ve dolarları nereden bulduğunu soruyor. Kız “dil eğitimi için Londra’ya gideceğim, bunun için” diye yanıt veriyor. Tek duyduğum bu. İteleyerek götürüyorlar onu. Korkudan olacak bakkala doğru koşturuyoruz. O an Sezen Aksu’nun “Hayat bazen öyle insafsız ki/Küçük bir boşluğundan yakalar/Hissettirmez en zayıf anında/Seni ta yüreğinden yaralar” şarkısının sözlerini mırıldanıyorum. Ne alakaysa…

Bir itiş bir kakış…

Kapı önüne vardığımızda geriden bir uğultu, çığırış duyuyoruz. Dönüp bakıyoruz. Mezarlığın öte yanında giriş kapısının hemen önünde büyük bir güruhu fark ediyorum. Demir sürgülü kapının önü ana baba günü.

Ablam beni içeri doğru çekiştiriyor. Loş, bakliyat ve şeker çuvalları arasına sıkışmış ufak bir yer. Paslı terazinin kurulu olduğu masanın üstündeki karton kutularda renkli “Tipitip” sakız ambalajlarına ve hemen önünde ise “İmbat” gazoz kasalarına gözüm ilişiyor. Bakkal Süleyman amcayı üstünde pijaması, başında takkesiyle görünce şaşalıyorum. Her zamanki gibi sigarası dudağında “eh işte hayat böyle, eninde sonunda oraya gitmiyor muyuz?” diye söyleniyor. Birinin adı Erdal’mış. Tepe mahalledendi diye aklımdan geçiriyorum. Tanımıyorum aslında ama lise çağında diye düşünüyorum o an. Süleyman amca Kürk kökenli, tepe mahalleyi de iyi bilir. Zamanında memleketindeki olaylardan göçüp gelmiş çok akrabası var. Yaşananları anlatıyor. İki genç bildiri dağıtıyorlarmış. “Parasız eğitim” diye şehrin merkezinde slogan mı atmışlar ne… Önce esnaf kovalamış bunları. Sonra jandarma peşlerinde. Yakalanmışlar. Bir sağdan bir soldan diye emir gelmiş, her ikisini de idam etmişler. İmam namazları kılınmaz demiş gençler için. Mahalleli de isyan etmiş. İmamı kovmuşlar. Olay büyük.

Bakkaldan hızla çıkıyoruz. Babam ablama yolun öte yakasına geçmemizi, büyük binaların olduğu yere gitmemizi söylemiş. Orada daha güvenli olabiliriz diye tembihlemiş. Tek gidiş geliş asfalt yolun kıyısına varıyoruz. Yolun karşı yakası bambaşka bir yer sanki. Babam şehrin bu kesimlerinin hep farklı olduğunu derdi de inanmazdım. Havuzlu siteler, üstü açık lüks arabaları görüyorum. Giyimiyle kuşamıyla rahatı yerinde insanlar. Yolun hemen karşısı… Sanki oraya hiçbir şey olmamış. Karşıyı görüyoruz görmesine ama geçemeyeceğimiz düşüncesi alıyor bizi. Hem geçsek acaba kovarlar mı diye de ablamla aramızda konuşuyoruz.

Birden o taraftan birinin el salladığını görüyorum. Silik bir yüz. Tam olarak seçemiyorum başlangıçta. Sonra biraz daha dikkatlice baktığımda fark ediyorum. Annem. Ama çok genç. Tıpkı babamla evlendiklerinde çektirdikleri gelinlikli fotoğraftaki gibi. Çabuk olun dercesine el kol işareti yapıyor. Yüzünde bir kaygı, endişe var çok açık belli oluyor.

Tam geçecekken büyük bir kalabalık önümüzde beliriyor. Ağaçları sökmüşler bir yerde. Halk ayaklanmış. Üstümüzden uçaklar geçiyor hızla. Sonra birden pantolon yerine üzerimde açık krem rengi kanvas bermuda bir şort olduğunu görüyorum. Yan cebinde eski tip tuşlu Netaş marka cep telefonun titreşimini hissediyorum. Üniversiteden hocam arıyor. Açıyorum. Tezimi uzatmamam gerektiğini hatırlatıyor. Ülkede büyük olayların çıktığını, sarı zarfla bir soruşturma mektubunun adıma geldiğini, Fransız kız arkadaşımın aradığını ve bir an önce Fransa’ya çağırdığını söylüyor. Telaşla “Uğur Mumcu’yu öldürdüler” diye son sözlerini söylüyor. Sonra telefon kesiliyor. Neyimi soruşturuyorsunuz arkadaş diye iç geçiriyorum.

İşte böyle Muzaffer Abi. Sonra birden gözümü açtım. Terlemişim. Uzun bir süre öylece kalakaldım. Bir süre çıkamadım yataktan.

“Ya arkadaş ne biçim rüya bu böyle. Tevekkeli yüzün gözün bu yüzden gitmiş. Film gibi.”

“Dedim ya Muzaffer abi sersem sepelek oldum. İnan her şey gerçek gibiydi. Uyandığımda sanki hepsini yaşamış hissiyle uyandım.”

Tebessüm ediyor. Yan tarafındaki cama tıklayarak el ile “iki çay” işareti yapıyor. Sonra metal yuvarlak çerçeveli gözlüğünü yavaşça çıkararak masanın üstüne koyuyor.

“Arkadaş bu ülkede sağlıklı kalmak ayrı bir dert oldu. Rüyalar da tuhaflaştı gerçekten. Bilinçaltı üstü kalmadı, her zerremizi ele geçirdiler. Sen bildiğin oneironaut olmuşsun.”

“Ne olmuşum ne?”

“Oneironaut.”

“O da ne Muzaffer Abi.”

“Yahu gerçek gibi bir rüya görmüşsün. Lüsid rüya diye bir şey var. Biliyor musun?”

“Yok. İlk defa duyuyorum.”

“Hem gördüğün rüyanın rüya olduğunun farkındasın hem de gerçekmiş hissiyle yaşıyorsun. Hatta rüyanı adeta yönetiyor gibi oluyorsun. Bir yerde okumuştum. Oneironaut eski Yunanca bir kelimeymiş. Aklımda kaldığı kadarıyla rüyasında seyahat etmeyi öğrenmiş kişiye deniyormuş. Ama bilinçli bir şekilde. Sen de kendi bilincinle bazı bölümlerini yönetmişsin rüyanın.”

“Çok saçma birçok şeydi doğrusu ama çok gerçekçi hissettim.”

“Öyle zaten. Uyanık olduğundaki gibi hissediyorsun, tat alıyorsun, kokluyorsun. Bildiğin rüyalar gibi değil. Hem rüya gibi hem de yönlendirebiliyorsun. Yani görmek istediklerin ya da istemediklerin için.”

“Bende ki nasıl bir bilinçaltıysa. Keşke dediğin gibi olsa da yalnızca görmek istediklerimizi görebilsek Muzaffer Abi? Ama sanırım bizim gibilerin bu bakımdan şansı yok.”

“Bu topraklarda zor hocam zor. Daha ne rüyalar görürüz bilinmez.”

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz