Şeytan diyor ki “bırak şu fikir yazılarını, yazacaksan yaz şöyle ülke gündemine dair bir şeyler”… Buyurun size Fukuyama varoşu…
Ama ülke öyle bir hal aldı ki arkadaş, ne yazacağımı şaşırmıyorum desem yalan olur. Ekonomi malum, üzerine dizi yazsam yetmez. Sözüm ona serbest piyasa düzenini savunuyormuş gibi yapıp alttan alta belirli sınıfların çıkarına “götür sistemi” kuranları, bu düzenin bir umut düze çıkacağına inananları, daha da beteri bu düzeni bir düzenmiş gibi savunan düzenin ezdiği kesimleri görünce nesini yazayım diye düşünmeden edemiyorum. Neyse ki iktidar sayesinde bu iş iyiden iyiye cıvıdı da ciddi bir şey yazmaya gerek kalmadı… Zaten yazsak da asgari ücreti asgari düzeyde savunan sözüm ona bir işçi sendikasının var olduğu bir ekonomik modelde kim neyi anlar o da ayrı bir konu.
İnsan hakları konusu ortada… Hadi uluslararası raporlardan birkaç alıntı yapayım birkaç örnek vereyim desem hemen “dış güçler” diye üzerime çullanırlar. Gücü eline geçirenin kafasına göre işlettiği bir hukuk düzenindeyiz işte…
Hayvanların, doğa ananın, şu topraklarda toprağın dahi çektiği çileye değineyim desem elimde kalır. Kürekle kafası ezilerek öldürülen zavallının görüntüleri hala akıllarda… Geçende “av turizmi” adı altında ülkedeki sayısı belli dağ hayvanlarının yabancı turistler tarafından vurulması konusu gündem olmuştu da bir tanıdığım şöyle bir yorum yapmıştı: “O konuyu bilerek büyütüyorlar abi. Orman Bakanlığı kontrolünde oluyor her şey. İşaretli olan, yaşlı ve seçilmiş olanları vuruyorlar”. Kardeşim nasıl bir akılsın sen, o turistlerden biri dağ keçilerini geçmiş yanındaki orman memurunu bile vurmuş… Sana ben daha ne diyeyim bilemiyorum.
“Tahıl ambarı diye övüne övüne bitiremediğiniz Konya’nın göbeğinde deterjan fabrikasının ne işi var desem” sermaye düşmanı ilan edilirim. Otel arazileri için yakılan ormanlar mı desem, verimli kamu arazilerinin yağmalanması mı… Mafya devletin yerini kapmış, neredeyse devlet adına konuşabilecek kadar… Medeni bir ülke olma yolunda bir arpa boyu yol alamadığımız gün gibi ortada…
Şirketler dünyasına, sivil topluma, üniversitelere baksan elinde kalır. Bir gram da olsa “ufuk açıcı, eleştirel, yaratıcı bir fikir çıkar mı” umudunu geçtim artık… Değil bir görüş, bir “tıs” bile yok ortada… Küresel şirketlerin montajcısı, yancısı olmuş bir üretim dünyası dünyanın en yüksek ve maliyetli ithal girdi ekonomisini ve buna dayalı sömürü düzenini yürütmekle meşgul.
Ülke sürdürülemezliğe doğru koşar adım gidiyor. Dünyada ticaretin akışını değiştirecek kurallar bir bir oluşurken, sürdürülebilir kalkınmaya ilişkin hedefler ülkeler arası ilişkileri belirleyen bir düzeye doğru giderken, büyük bir değişim yaşanıp yeni bir dünya inşa olurken, ülkedeki tüm aktörler sanki bu dünyada değilmiş gibi yaşayabiliyor ya, pes doğrusu…
Hadi buyurun, hangi birini yazayım?
Belki çıkıp bütün bunlardan şu Dünya Kupası organizasyonuna değinebilirim. Nerede bizim çocukluğumuzun dünya kupası? Kapitalizmin yeniden yarattığı şu organizasyona, yoksulların bilmem kaç bin dolar vererek Katar’da bir zengin eğlencesine katıldığını hayal ediyorum. Yani yanlış okumadınız. Yalnızca hayal edebiliyorum… Milyar dolarlarla ifade edilen bir büyüklük halini alan bu işin sahipleri gladyatörlerini sahaya sürmüş, küresel gösterisini yapıyor. Sınıfsal nitelik kazanmış olan bu eğlence endüstrisinin iplerini elinde bulunduranların yaptığı bu gösteriye en ufak bir eleştiri getirsem, ilk önce Brezilya’nın arka mahallelerinde yaşayan yoksullar, “altı üstü bir eğlencemiz var, tadımızı kaçırma abi” diye tepki koyar. Futbol, sportif bir faaliyet, futbol olmaktan çoktan çıkmış…
Derin bir yara şu eğitim sistemi… Zenginle fakir arasındaki uçurumun açıkça görülebildiği, toplumsal sınıfları birbirinden bıçak gibi keserek ayıran bir alan. Fiziksel, ruhsal ve düşünsel olarak çocukları adeta çirkinleştiren milli eğitim düzeninin aslında niyetinin memleketin çocuklarını küresel düzenin köleliğine hazırlamak olduğuna dem vursam, ilk olarak şu paralı eğitim düzeninin kazananları, hatta bu düzenden yararlanan toplumsal sınıflar tepki koyar. Sorsan herkes eşitlikten yana…
Acımasız din diktatörlüklerini, şu İran örneğini ele alarak “nedir bu kadınlarla alıp veremediğiniz, din adına kurduğunuz bu baskı rejimi nedir” desem yaptıklarına bir dönüp bakmazlar ama “din diktatörlüğü” kelimesinden beni yerin dibine sokup çıkarırlar.
Avrupa’da rafların boş olduğuna bir dokunayım desem, “ne alaka kardeşim, Avrupa’da bir gün git yaşa da gör bakalım rafları, refahı” desem, büyük ihtimalle “Yunan yandaşı” ilan edilirim. Vay halime…
Çocuk yaşta evlilik kisvesi altında yürüyen ve dinle savunulan tarikat sapkınlıklarına dokunsam, çocuk istismarları için “devlet nerede” desem, büyük ihtimalle market kapılarına yazdık ya “devlet burada” diye yanıt verirler.
Hadi boş ver bu beyhude düşünceleri deyip felsefi konularda yazsam ya da bilimsel bir yazı ortaya koysam, “abi çok ağır bir dil, neyi zorladın” der kimse okumaz. Zaten okumuyoruz… Ülke sosyolojisinin günden güne nasıl gerilediğini, toplumsal ilişkilerin nasıl yozlaştığını, medeni dünyadan giderayak nasıl koptuğumuzu anlatmayı denesem kendini beğenmiş, yabancılaşmış işte, çıktığı yeri yadırgıyor derler.
Yiyeceklerin tadı tuzu gitti, tarım endüstrileşirken yabancı ülkelerin zehirli diye geri gönderdiği ithal sebze meyveleri kendi insanına kakalayan şirketler, bunu görmezden gelen devlet bürokrasisi türedi desem, “lobi” faaliyeti yapıyor diye karalarlar. Küresel şirketlere ülke imkanlarının saçıldığından, yerli girişimciliğin gizliden gizliye önünün kesildiğinden bahsetsem ilk olarak kendilerini doğuştan “yerli milli” ilan etmişler “höst” der.
Halk sağlığını önemseyen mi var koca koca ticari sağlık kuruluşları dururken… Maden ocağında yitirilen hayatların ne önemi var? Ormanlar siyanürlü altın şebekelerine peşkeş çekilmiş, asbestli gemiler… Yok yok, yaz yaz bitmez bu konular…
Hangi birini yazayım be birader? “Taraftar aklı”yla düşünen böylesi bir toplumda hangisini yazsam neye yarar? Neyse zaten şeytan diyordu bütün bunları. Yazmasam belki daha iyi…
Ama şunu diyeyim, içimde kalmasın. Bir vakitler Fukuyama adında bir arkadaş vardı. 1989 yılında Sovyetlerin ve soğuk savaşın sona ermesi sonucu bir yazı kaleme almış Batı liberal düşüncesinin insanlığın ulaşabileceği son aşama olduğunu ileri sürmüştü. Hegel’den esinlendiği fikirlerinde artık karşıt bir başka ideolojinin var olabilmesinin mümkün olmadığını da eklemişti yazısına. Nedense kapitalizmin üzerinde çalışılmış ısmarlama bir görüşünün şiddetle pazarlandığı düşüncesine kapılmıştım o yıllarda. Öyle ya 12 Eylül darbe kadroları, neoliberal düzenin pazarlamacıları nasılda yere göğe koyamamışlardı Yoshihiro Francis Fukuyama’yı…
Peki kabul. Geldik şimdi bu yıllara… Nasıl gidiyor ileri aşamanız? Buyurun size Fukuyama varoşu… Artık hiçbir “ideolojik çatışmacı” rejimin liberalizm karşısında konum almayacağı görüşünün tarihsel gösterisini izliyorsunuz.
“Onca yazılan şeyin bu konuyla ne alakası var” diyenleri duyuyor gibiyim. O da sizin kapasiteniz işte…
Görsel : Abenteuer Albanien, unsplash.com