Geçmiş yazılardan birinde savaş sanatları ile alakalı bir şeyler yazmıştım. Gelen geri bildirimlere göre beğenilmiş olduğunu anlıyorum. O zaman bu işi biraz derinleştirelim.
Dövüş sporlarına olan merakımı öğrenmişsinizdir. Birden fazla branşta eğitmen, öğrenci, antrenör gibi kimliklerim bulunduğu ve bu konu hakkında araştırmalar yaptığım bilindiğinden sürekli şu soruyla karşılaşıyorum; “kaç ayda birini dövebilirim?” Benimse aklıma tek bir soru geliyor; “Neden?!” Pelerinimizi takıp geceleri suçla mı savaşacağız, bir müsabakaya mı hazırlanıyoruz, korktuğumuz bir durum mu var, trafikte üzerimize doğru kıran dolmuş şoförüne dersini mi vereceğiz? Yoksa ruhsal ve bedensel anlamda kendimizi tanımak, gelişmek, istemediğimiz ancak olası kötü durumlarda kendimizi ve çevremizdekileri koruyabilmek, kafamızı dağıtmak, merak etmek, disipline girmek gibi sebepler mi? Amacımız ne olursa olsun adı üstünde “Savaş Sanatı” öğrenirken bir savaşın içinde olabilme ihtimalimizi görmek ve savaşa girmenin bedelini hesaplamak gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden aşağıdaki hiçbir satırı yaşanmamış olup, yaşansaydı da pek bir şey fark etmeyecek olan kurgusal öyküyü huzurlarınıza sunuyorum. Buyurunuz;
Bir gece antrenmandan çıkmış Maltepe köprüsünün altından geçerek karşı taraftaki Halı sahaya gidiyordum. Yaklaşık 1,5 saat antrenman yaptıktan sonra yoğun adrenalin ve enerjim ile fiziksel kapasitemin en üst noktasındaydım. Şimdi arkadaşlarımla kıran kırana bir maç yapıp inanılmaz gollere imza atarak harika günümü noktalayacaktım. Ancak tabii ki hayat pek de öyle gelişmiyordu. Maltepe köprüsünün altından geçerken iki tane gencin peşime takıldığını fark ettim. Önce paranoyaklaştığımı onlarında aynı istikamete gittiğini düşündüm. Birkaç adım daha atmıştım ki meşhur “bilader bi bakar mısın?” lafını işittim. Bana değildir diyerek adımlarımı biraz daha hızlandırdım. “Kardeş, beyazlı, kel” gibi tamamen beni tanımlayan sıfatlardan sonra artık benimle muhatap olduklarına emin oldum. 15 yıldır savaş sanatlarında eğitim alan biri olarak etrafı inceledim ve nispeten geniş olan ayrıca çıkış merdivenlerine yakın olan bir noktada sırtımı duvara vererek “buyurun arkadaşlar” dedim. Bilenler bilir böyle durumlarda rakipleri analiz etmek oldukça önemlidir. İki çocuktan biri diğerine nazaran daha kısa, daha kilolu ancak daha agresif görünüyordu. Belli ki asıl hedefim bu olacaktı. Diğer çocuk uzun boylu zayıf, çok güçlü görünmeyen hatta sol ayağı sağ ayağına göre aksak sayılabilecek bir adamdı. Uzunluk ve aksak ayak bana hedef noktalarımı belirlemem için müthiş iki ipucuydu. Zaten uzun boylu biri yere düştüğünde daha uzun sürede ayağa kalkmaya çalışacaktı ki zaman kazanmak için yeterliydi. Ayağının sakat olması varsayımı ise kısa bir mücadeleden sonra uzun arkadaşı denklemden çıkarabileceğimi işaret ediyordu. Bunları düşünürken kısa olan aramızda birkaç metre mesafe var iken sağ elini sallaya sallaya “kardeş on defa çağırdık duymadın, hayırdır?” diyordu. Sağ elini salladığından sağlak olduğu ve olası bir yumruğu ilk olarak sağ eliyle çıkaracağı gün gibi ortadaydı. O anda veriler kafamda yükleniyor ve amaçlarının ne olduğuna bağlı olarak gerçekleşecek resitale mental olarak hazırlık yapmamı sağlıyordu. Kısa boylu olan “kardeş para var mı bi sigara alalım” diyerek amaçlarını da ifade etmiş, eğer “yok, mok” dersem saldıracağını anlatan kanlanmış gözlerini gözlerime dikmişti. Savaş sanatlarında bu gibi durumlarda rakibin gözlerinin içine değil iki kaşının ortasına bakmak böylelikle onun gözlerindeki nefretin içinde kaybolmamak öğretilir. Bu öğretiler istemsiz şekilde davranışlarıma yansıyordu. Dişleri sararmış kısa arkadaş sigara ya da tütün mamulleri içimine bağlı olarak kısa süre içinde nefessiz kalacaktı. O zaman artık hamle sırası bendeydi. Böyle durumlarda tüm soğukkanlılığı korumak, vücudunuzun ezberlediği hareketleri net olarak yapmasını sağlamak, hareketleri düşünmemek sadece kas hafızanızla öğretilerinizi icra etmek hayati önem taşır. İşte artık benim zamanım gelmişti sadece binlerce defa yaptığım bir hareket dizesini tekrar etmek yeterli olacaktı. Sağ elimi olması gereken pozisyona getirdim, kafamı sağ bacağımın olduğu yöne çevirdim ve inanılmaz çevik bir şekilde cebimden 20 TL çıkardım. 10-10 arkadaşlara verdim “afiyet şeker olsun kardeşim hayırlı akşamlar” deyip oradan uzaklaştım. Çünkü 20 TL savaşın olası bedellerinden çok daha ucuzdu. Bedelsiz savaşlarda harap olmamak dileklerimle bir sonraki yazıda görüşmek üzere…