Çevremizdeki gördüğümüz tüm çocukların ellerinde telefon var! Eleştirel bir yaklaşım olarak algılamayın lütfen, bunun biraz ebeveynlerin çocukları bir şeylerle meşgul ederken kendilerine zaman ayırmaları olarak görüyorum ancak gerekli olduğunun da farkındayım. Çocuğu olmayan bir birey olarak üstüme vazife olmasa da, o miniklerin günde kaç saat o ekrana bakacağının iyi düşünülmesi ve aslında o ekranda seyredeceği her dakikanın biraz da planlanarak kontrol edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Tabletlerin ilk çıktığı dönemde büyüklerin hevesi geçene kadar çocuklara sıra gelmemişti. Sonrasında üretim artıp, fiyatlar biraz daha aşağı çekilip ürün çeşitliliği de oluşunca çocuğu için tablet alan aile sayısı arttı. Üzerine bir de akıllı telefonların hafıza problemleri yüzünden ıskartaya çıkması ve iki kuruş paraya satılmak yerine evdeki minik parmaklara emanet edilmesi de eklenince, henüz altını ıslatan minik parmaklı insan evlatları bir anda teknoloji ile bağ kurdu.
Başta da söylediğim gibi an itibariyle modern dünyada yaşayan ve hayatı bu şekilde geçecek olan minikleri o teknolojik aletlerden kopartmak imkânsız ve üstelik yanlış. Çünkü bizler (50 yaş civarı olanlar ) interneti keşfettiğimizde rüştümüzü ispatlama evresindeydik. Son 20 yılda doğanlar ise zaten o teknolojinin içine doğmanın ötesinde, artık o teknolojinin kullanıldığı mesleklerin eğitimini alıyor ya da bir sonraki adımda var olacağına inandığımız ve şu an bize ütopik gelen buluşları yapacak olan bireyler olarak aramızda dolaşıyorlar.
Son 20 yılda yaşadığımız değişim inanılmaz. Biraz daha geriye gidersek 30 yıl dersek bu sefer iletişim aracından çok öteye geçmiş olan cep telefonlarının ilk zamanlarına dönüyoruz. Her on yılda bir inanılmaz bir gelişimle kübik olarak artan veri iletimi hızı, işlemciler ve hafıza üniteleri ile çevrelenmiş, artık olmazsa olmaz bir noktaya gelmiş bulunuyoruz. Bu durum sadece teknolojik bir gelişimle sınırlı değil; buna bağlı olarak hayatlarımızın hızı, günlük yapmamız gereken işin yoğunluğu da artıyor. Tüketim toplumu olmanın en basit sebebini belki de “zamansızlık” olarak nitelendirebiliriz. Olay sadece maliyet artışlarında değil. Eskiden tüplü televizyonunuz bozulduğunda mahalledeki televizyon tamircisine götürüp günlerce bekler, parça parasından öte, aslında var olan parçanın üzerindeki arızalı bölümün değiştirilmesi ya da tamirinin parasını öderdik. Şimdi bize 5 gün beklemek gerektiği söylendiğinde yenisini almak için hemen fiyat bakar olduk. Evdeki internet sabah karşı 4’te kesildiğinde arızayı arıyor, cep telefonumuzun hafızası dolmak üzereyken hele biraz da pilin dayanımı azalmışsa yenisini almak için site site geziyor, otobüste eve gelirken rahatça dizi seyretmek için kablosuz kulaklık alıyor, arabamızın bagajında tamir çantası taşımanın gereksiz olduğunu düşünüyoruz. Yani “ağır bağımlıyız” hepimiz.
Hoş artık eline anahtarı alıp karbüratörü sökecek adam da kalmadı, araçlarda elektronik olmayan aksam da! Takıyorsun bilgisayara, neresinde arıza olduğunu söylüyor, o parçayı çıkartıp atıyorsun, yenisini takıp yola devam ediyorsun. Tamir etmiyorsun, değiştiriyorsun yani! Kullanıp atıyorsun ki yenisi üretilsin, cebindeki paranın yerini alan plastik kartların limitleri maaşların 4 katı nasıl olsa! Buzdolabı arıza yaptığında tamirci çağırmıyorsun, yetkili servis geliyor, kart arızası denilen bu önüne geçilemez müsibetle yüzleşiyorsun!
Teknoloji, yanında “kullan-at” modelini getirdiği gibi hayatımızın hızını da arttırdı diyorum ya; kitap okumak o hıza uymuyor işte. Radyoların altın çağında tüm ev ahalisi heyecanla radyo tiyatrosu beklerken, radyo küçülüp cebe, arabaya girdiğinde artık hareket özgürlüğünün yanı sıra daha fazlası da hayatımıza girmiş oldu. Bir yandan iş yaparken bir yandan da radyo dinlerdik. Yani hızlanmanın esası en az iki işi bir arada yapmaya dayanıyor. Pandemi sürecinde vahşi iş hayatının bize dayattıklarıyla zirveyi gördüğümüzü düşünüyorum. Günü, uyandıktan uyuyuncaya kadar sürekli bilgi akışı ve iş ile geçirmeye dayanan bir süreç yaşandı, birazcık azalsa da hala, cumartesi gecesi, haftanın tüm yorgunluğu ile gözlerinizi kapatırken iş arkadaşınız ya da patronunuzdan, yöneticinizden gelen mesajın sesini duyabiliyor ve hatta buna yanıt vermediğiniz için ayıplanabiliyorsunuz.
Konuyu dağıtmadan kaldığım yerden devam edeyim; başınızı kitaba gömüp saatlerce keyifle bir şeyler okuma olanağınız azaldıkça, seyretmek ve dinlemek ön plana çıktı. Şimdilik seyretmeye ayırdığımız zaman bize uzun gelmese de bir süre sonra sanırım bunu da “yavaş” bulacağız ve hayatımız daha da hızlanacak. O zaman insan ve teknoloji arasındaki uyum farklı bir boyuta ulaşacak sanırım. Artık 2 saat boyunca ekran karşısında oturup film izlemek yerine beynimize yerleştirilmiş çiplere uzaktan yüklenecek olan 50 GB lık dosyalara giriş yapıp istediğimiz filmi kiralayıp saniyeler içinde seyretme olanağına da sahip olacağız gibi görünüyor.
Teknoloji bu hızla ilerlerken fantastik öykülerin nasıl gelişim göstereceğini tahmin etmek git gide zorlaşıyor. Filmlerde neyin gerçek neyin CGI* olduğunu bile ayırt edemez hale geldiğimiz bir dönemdeyiz. Dolayısıyla artık ekranda göremeyeceğimiz ve imkânsız denilen her türlü görseli keyifle izleyeceğimiz kesin. Peki, bu senaryoları yazan kalem sahipleri bu hayal dünyasının hızına ve doğasına nasıl uyum sağlayacak? Belki de sorulması gereken en önemli soru bu.
Hikâyeciler, hikâyelerini ateş başında anlatırken belki de bir ömür boyu aynı hikâyeyi farklı zamanlarda, yerlerde anlatarak hayatlarını sürdürürken, kitap basımı sonrasında artık zaman ve mekân kısıtlaması kalktığı için daha çok üretmeye başladılar. Üretilen eserler raflardan evlere taşınırken bile emek vardı. Oysa şimdi kâğıt ve kalemin olmadığı bir dünyada ekrana bakarak, parmak uçlarımızla dokunduğumuz klavyelerle o satırları yazıp, masadan kalkmadan yayınlayabiliyoruz. Hikâyecinin de kullan – at mantığında görüldüğü ve hızının düşük olduğunu düşünen bir nesil sizce kaç kuşak sonra doğacak. Seçtiği herhangi bir konuda, istediği doğrultuda bir hikâyeyi yapay zekâya bağlı ekrana birkaç tık atarak belirledikten sonra kaç dakika bekleyecek. Ve o beklediği “eseri” beynindeki çipe yükledikten sonra kaç saniyede okumuş olacak!
Hikâyeci olarak derdim çok üretememek değil, insanların tatminsizlik seviyelerinin artması. Basit bir kurguyla okuyucuya pek de değeri olmayan bir şeyler okutma derdinde değilim, sadece artık sınırlarımızı o kadar zorladık ki, farkına vardığımızda her şeyin çok “ucuzlamış” olacağını göreceğiz ve artık köprüden önce son çıkışı da kaçırmış olacağız gibi geliyor.
Bu yazıda fantastik öğeler barındıran bir şeyler yazmaya istekliydim ama öyle bir girizgâh yapmışım ki sonrasında toparlayamadım, içimdekileri size, söze dökmüş oldum…
Basit bir örnek vererek bu konuyu burada kapatacağım; Z Nation, Zombi’nin de her türlüsünü gördük dediğimiz anda ortaya çıkan farklı bir kurgu ile hızla evrene daldı. Bir süre sonra anlatacak bir şey kalmayıp, hikâye saçma sapan yerlere ilerleyince, oyuncular da, yazılan o garabet sahneleri oynamak zorunda kaldı… Ana karakterimiz, dünyanın kurtarıcısı olarak baktığımız, isteği haricinde yapılan aşı ile zombi virüsünü yenen ama aslında suçları yüzünden hapiste cezası almış bir suçlu ve son şansımız olan Murphy, Michael Jackson taklidi yaptı, kötü esprileriyle bizi kahretti, bu arada sevişip bir kadını hamile bıraktı, dünyaya gelen ilk zombi – insan melezinin babası oldu, yavaş yavaş tirana evrilirken beklemediğimiz anda insana dönüştü… Daha fazla spoiler vermek istemiyorum zaten an itibariyle diziyi izlemeyenler kulaklarımı çınlatmaya başladı bile!
Sonuca olarak… Kullan – at mantığı sadece teknolojik, mekanik, tüketim-sarf malzemelerini kapsamıyor. Görsel sanatları, hayatın alışıla geldik düzenini, aile ilişkilerini, iş hayatımızı ve genel anlamda da hayatımızı kontrol ediyor. Bu sarmaldan sıyrılamayacağımızı bildiğim halde serzenişte bulunmak da benim kusurum sanırım. Tek istediğim o eski, bizi şaşırtan ama “bu çok saçma yaaa!” dedirtmeyen kurgular. Zombi kültüründe bile istikrar ve mantık arayan bir adam olarak bu sıcak yaz gününüzü böldüğüm için ayrıca çok mutluyum, ben evde ekrana bakarken sizin tatilde olma olasılığınız da ayrıca canımı sıkmıyor değil tabii ki…
Tatildeyseniz telefonunuzu elinizden bırakıp gözlerinizi kapayın, iş yerindeyseniz yapacak bir şey yok dostlar, önünüzdeki işi bitirin, sonra da hayallerimiz kadar var olduğumuz o fantezi dünyasında, hepiniz, kendisi için sınırsızca kurguladığı bir masalın kahramanı olun… Ama lütfen sürekli oradan oraya zıplamayın, bukalemun gibi renk değiştirmeyin sinir bozucu oluyor…
CGI* Computer generated imagery yani bilgisayar ile üretilmiş imajlar…
Kapak: Robin Worrall/ Unsplash