Çok kez yapmışlığım oldu. Üniversitede özellikle “iletişim ve algı yönetimi” üzerine ne zaman bir şeyler anlatsam öğrencilere sorardım.
“Önünüzde iki seçenek bulunuyor. Ve her ikisi için de her bakımdan imkanlarınız var. Yani hiçbir engel yok… İki üniversiteden davet aldınız. Ve tam da istediğiniz bölümler. Biri ABD’de Harvard Üniversitesi. Hani şu kapısında “keşke bir fotoğrafım olsa” dediğiniz yer. Diğeri ise ülkeden. Şu sıralar aklınızda en iyi üniversite olarak hangisini bellemişseniz, o olsun… Hangisini tercih ederdiniz?”
Hiç tereddüt ettiklerini görmedim. Belki birkaç öğrenciyi ayırabilirim. Gurur yapmış ya da işe espri katmak istemiş olabilirler.
Arkadaş, neden Harvard? Televizyonda, birkaç gazete ya da sosyal medyada görmüşlüğün dışında hakkında ne biliyorsun?
Kazın ayağı öyle değil işte. Bir kere zihinler ele geçirilmiş. Güçlü bir “müstemleke aklı” egemenliğini kurmuş. Öyle kolay gelinmiyor bu aşamaya. Üstelik yaşananlar yeni bir durum da değil, uzun bir geçmişi var. Böylesi bir zihnin yaratımı için çalışan çok etkili politik merkezler, uzmanlar, akademisyen, yönetici, karar verici diye dillendirilen müstemleke kadroları var.
Müstemleke yani sömürge düzeni, sahip olduğun ekonominin, değer eden ne varsa her şeyin sömürenlerin eline geçmesi demek. Sömürünün farkında olabilecek aklın ele geçirilmesi, kontrol altına alınması demek. Var olan maddi değerlerin, üretici ve yaratıcı gücün, sömürenlerin lehine olacak şekilde, sömürüye dayalı ekonomi yöntem ve uygulamaları üzerinden ele geçirilmesi demek. Hem de savaş dışı yollarla, rıza göstererek…
Sömürü nasıl olur? Yani bir insan bildiği halde ülkesinin, insanların sömürülmesine nasıl izin verir? Doğal kaynaklarının, toprağının, hammaddelerinin, işgücü, emek ve parlak zekaların ve hatta parasının “hiç” edilmesine nasıl göz yumar?
Elbette yummaz, yummak istemez. Ama insanlar sömürenlerin istediği gibi bir akla, ruha, benliğe hazır hale getirilebilir. Kendi rızasıyla sömürüyü kabul edebilecek bir bilince taşınabilir. Üstelik neredeyse bir savunucusu olabilecek düzeyde…
İnsan bilincinin tasarımı, kontrol ve yönetimi üzerine öylesine güçlü araçlar var ki!
Geçmişte olduğu gibi bugünün dünyasında da “ikna” dediğimizde iletişim araçları başı çekiyor. Hele hele yüzyılın başından bu yana devamlı olarak gelişen teknolojisiyle sömürü düzeninin ihtiyaç duyduğu “kelimeleri” üretip yayan medya, eğitim ve din gibi alanlardaki tüm araçlar, kitlesel erişim gücü ve yöntemleriyle baş edilmesi oldukça zor bir aşamaya ulaştılar.
Bu araçlar öylesine hızlı ve etkili ki; çok kısa bir sürede çok geniş kesimleri sömürüye rıza gösterecek hale getirebilir, sömürü yaşamını normalleştirebilir, yaşanılanla sömürü arasındaki ilişkiyi anlaşılmaz kılabilir, farkında olabilecek zihinlerin gelişimini bastırabilir, ortada dönen dolapları anlayanların karşı çıkma çabalarını örtbas edebilir. Kısacası sana ait bilinci senden alabilir, yaşanan sömürü uygulamalarını hayatının bir normaliymiş gibi düşünmeni sağlayacak bir “yanlış bilinç” ekebilir.
Feodal dönem imparatorluklarının birer kalıntısı olan günümüz devletleri koloni yönetimi konusunda oldukça deneyimli. Bugünün dünyasında uyguladıkları küreselleşme ve neoliberal politikalar ise bir sömürü sistematiğinden başka bir şey değil. Üstelik eski yöntemlerini oldukça geliştirdiler. Artık yalnızca sömürdükleri ülkelerin hammadde ve doğal kaynakları ele geçirmekle yetinmiyorlar. Bu ülkelerde ucuzlaştırdıkları iş gücünden, üretim imkanlarından yararlanıyor kontrollerindeki fabrikalarda üretilen, markaladıkları malları ve bu malların dağıtımını ilgilendiren mağazacılık gibi hizmetleri, bu hizmetlere bağlı alt hizmetleri de tüm dünyaya satıyorlar. Kısaca söylemek gerekirse politika açık: sömürdüğün ülkelerin kaynaklarına ucuz yöntemlerle eriş, ucuz üret ve tüm dünyada tüketime hakim ol!
Küresel düzeyde gerçekleştirdikleri ticari faaliyetler nedeniyle sömürü egemeni devletler, güce dayalı yollarla ele geçirdikleri topraklar ve doğal kaynakların ötesinde, üretim kadar tüketim pazarlarına da hakim olmayı gerektiren ekonomi anlayışı nedeniyle, iknaya dayalı yöntemler üzerinden bir şeyleri daha ele geçirmek zorunda: Toplumsal akıl ve bunun üzerindeki otorite yani politik güç merkezleri.
Artık zihinlerin ele geçirilmesi için verilen savaşlar bu yüzyılın sömürü düzeni savaşları diyebiliriz. Sömürge devletler açısından konuya bakacak olursak, egemenlik kurdukları coğrafyalarda bulunan kaynakların ele geçirilmesi, üretim ve tüketimin, ekonomiye ilişkin tüm varlıkların kontrol altında tutulması için sadık uygulayıcılara yani politik ve sosyal işbirlikçilerine ihtiyaç var. Bu sadık uygulayıcıların bulundukları ülkelerde toplumsal itibar ve iktidarlarının sağlanması içinse ikna araçlarına sahiplik kaçınılmaz bir gerçek…
Koloni eğitim düzeni, koloni din anlayışı ve koloni kitle iletişim araçları… Hepsi, olan bitene rıza gösterecek, boyun eğecek insanın üretimi için çalışmaya devam ediyor. Uygulanan sömürge ekonomisi ve politikalarının birer uzantısı, adeta kolları gibi işlev görüyorlar.
Sömürülen coğrafyalardaki eğitim düzeni ve araçları, tıpkı medya ya da din araçları gibi, insan bilincinin biçimlendirilmesi ve ekonominin ele geçirilmesi, buna karşı gelişebilecek olası dirençlerin kırılması, yok edilebilmesi bakımından çok önemli.
Kolonyal bir düzende üniversite, lise, orta ve ilk okullarıyla eğitim kurumları iki boyuttan oluşmakta. Bir tarafta küresel şirketlerin ihtiyaç duyduğu insanı, ülke işbirlikçilerini, yöneticileri ve icatçı zekaları ele geçiren, kontrol altına alan okullar bulunuyor. Diğer tarafta da kalan nüfusun giderek vasatlaştırılması ve itaat aklına evrilmesi işini gören “niteliksiz” okullar. Özellikle niteliksiz diyorum, zira milli eğitim düzeni “nitelikli okullar” diye bir kavram kullanmış. O zaman niteliksiz olanlar hangileri?
Sömürü egemenliğinin kurulmuş olduğu ülkelerde sömürü amaçlarına uygun insanların üretilmesi bakımından, egemen devletlerin dil ve kültürleriyle sözde eğitim veren okulların önemi çok büyük. Bu yüzden ayrıcalık düzeyinde koruma altındalar. Hatta bu tür okulların bir prestij konusu olarak algılanmaları da gerekir ki bizde de durum farklı değildir.
Eskinin mahalle mektebi denilen diğer okullarında ise egemen düzene boyun eğecek insanlar tasarlanır. Herkes matematik, fizik, edebiyat dersi alır ama herkes aynı içerikleri alamaz. Her tür itaatin öğretildiği, her tür boyun eğmenin sağlandığı yerlerdir buralar. Verilecek derslerden, bunu verecek kişiliklerin seçimine, ders materyallerine, içeriklerine kadar her iş, her konu en ince ayrıntılarına kadar planlıdır. Müstemleke aklı buralarda ince ince örülür.
Üniversite yıllarımda dersimi almış birinci sınıf öğrencilerine baktığımda onların nerelerden geldiklerini hemen tahmin edebilir, hallerinden hemen anlardım. İlk, orta ve lise hayatları boyunca otorite düzeni tarafından fena ezilmiş oldukları beden hareketlerinden, duruşlarından, yüz ifadelerinden ya da konuşma çabalarından ortaya çıkardı.
İletişim ve göstergelerle ilgili anlattığım derslerde düdüklü tencere misali akıllarını ele geçirmiş olan yüksek otorite basıncını anlamalarını sağlamak için örnekler verdiğim olurdu. Beni otorite temsili olarak gören öğrencilerle bu türden uygulamaları yapmak pek zor olmazdı.
Bir seferinde hepimizin bildiği “dur” anlamına gelen el işareti üzerinden anlatmıştım.
Onlara trafikte bir polis memurunun, resmi binada bir güvenlik görevlisinin hatta uzaktan bir arkadaşlarının durmalarını istediklerinde yaptıkları el işaretinin ne olduğunu sormuş, göstermelerini istemiştim. İşaret aynıydı… Sonra ben de sınıfa geç gelen öğrencilere aynı hareketi yapmış, otoritenin kaç bucak olduğunu canlı canlı göstermiştim.
Kapıda el işaretine maruz kalan öğrenciler bir suçluluk edasındaki yüz ifadeleriyle konuşmadan gerisin geri gitmişlerdi. Gerçekle karşılaşmışlardı aslında. Otoritenin iletişimini görmüşler, farkındalık bakımından ilk adımı atmışlardı.
Hayatımız boyunca bize konuşan ve bize devamlı itaati hatırlatan, itaat etmemizi söyleyen o kadar çok gösterge ile birlikteyiz ki!
İşte koloni eğitim düzeni budur. İnsanları ayıklayan, işe yarayanları ele geçiren, diğerlerinin ise alıcılarını kapatarak boyun eğmelerini sağlayan bir düzendir. Tıpkı tüketimdeki yüksek, orta, zayıf kalite pirinçlerin ayıklanarak yüksek, orta ve zayıf toplumsal sınıflara ulaştırılması, “alım gücü” gibi bir kavram üzerinden yalnızca bazılarının bazı malları alabilmesinin normalleştirilmesi gibi. Değil mi ama? Alım gücü iyi olanlar tabii ki iyi pirinci alır! Ekonominin kuralı bu değil mi?
Etrafımıza dikkatle bakarsak, her konuda böylesi bir eleme düzeninin egemen olduğunu görebilirsiniz. Küresel sömürü düzeni ihtiyaç duyduğu kaynaklara erişsin, kaynaklar üzerinde otorite kurabilsin, yönetebilsin ve ele geçirebilsin…
Koloni eğitim düzeni sömürülen ülkelerdeki kaynakların ele geçirilmesini için çalışan, sistemin parçası olarak işleyen bir düzendir. İnsan da bu kaynakların içindedir…
Hep derim. Harvard işletmeden mezun olan bir öğrenci, bir küresel bankanın – mesela HSBC gibi – uluslararası merkezinde üst düzey bir yönetici olabilir. Bu belgelendirme ona bu kapıyı açar. İstanbul’daki İngilizce dil ile eğitim veren bir üniversitenin işletmesinden mezun olan biri ise bu küresel bankanın ülke düzeyindeki yöneticisi olabilir. Anadolu’da İngilizce dil eğitimi vermeyen herhangi bir üniversitenin işletme bölümünden mezun olan birileri ise ancak ve ancak en iyi ihtimalle o bankanın bir ildeki şube memuru olabilir. Sınıflı eğitim düzeni kapitalist sistem ile böylelikle bütünleşmiş olur.
Herkes küresel sömürü düzenine çalışır. “Müstemleke aklı” durumu fark edinceye kadar.