Siyasette milli sporumuz; “tavla”…

0
236

“İran senin gölgendir, yenemezsin gölgeni, sana lazım yedi yedi, o da icad edilmedi” diyor Ferhan Şensoy “Şahları da Vururlar”da Şah ile tavla atarken. Türkiye siyaset tarihi de tavla oyununda yedi yedi beklerken mars olan siyasetçi ve seçmen çöplüğüdür. Pistir, pis kokar.

Türkiye’de siyasetçinin en sevdiği oyundur tavla. Satranca ve damaya aklı yetmez zira, stratejik düşünce ister. İnançlarına göre ise tavla basittir ve zar iyi oldukça galibiyet mutlaktır.

Ancak tavlanın hakkını yemeyelim, aslında tam bir vuca durumudur. Fakat tavlanın diğer oyunlardan en büyük farkı, bir sonraki hamlenizin sizin ve karşınızdakinin atacağı zara bağlı olmasıdır. Hafif bir kadercilik durumu da vardır yani tavlada. Yenen de yenilen de, ve hatta izleyen de karar veremez bir türlü, yorumlayamaz sonucu; bilgiden mi geldi galibiyet, yoksa zarlardan dolayı mı mağlubiyet.

Yavrum kemik!

Tavla’ya başlarken oyuncuların durumu çok ilginçtir. Satranca veya benzeri bir oyuna otururken, oyuncuların kendi bilgilerini gözden geçirdiklerine, rakiplerini yenme ihtimallerinin de bilgi ve deneyimlerine bağlı olduğunu bildiklerine, bu düşüncelerinin de yüzlerine yansıdığına şahit olursunuz. Tavla’da böyle bir durum yoktur.

Tavlada pullarını tahtadan ses gelecek şekilde vura vura ilerletmeyi beceren herkesin kesin bir galibiyet inancı ile ve beşlik simit gibi gülerek masaya oturduklarını görürsünüz. Kapıları almadan oynamak cesaret, temkinli ilerlemek ise korkaklık olarak yorumlanır.

Eğer oynayan çok ebleh biri değilse, netice genellikle atılan zarlara ve bunların karşıdakinin attığı zarlara mukabil olmasına bağlıdır. Her ne kadar gelen zara bağlı olsa da, buna rağmen tiyatral oyunu ile tüm bir kahvenin desteğini almayı becerenler de vardır.

Biraz ağzı laf yapan, zarları tuttuğu gevşek yumruk şeklindeki elini, sevdiğini dahi kıskandıracak bir şehvetle öpüp “yavrum kemik” diyerek şöyle başlar oynamaya; “dubara, dur bağırma”, “se’yek, semek demek balık demek”, “penc’ü-se, severler güzeli genc’üse” nameleri ile attığı her zara bir yüksek anlam ve güç yükleyerek karşısındakinin moralini bozmaya, bundan istifade oyunda hakimiyet kurmaya çalışır. Böylelerinin, satrançta göremeyeceğiniz şekilde yancısı ve şakşakçısı da bol olur.

Bu gibiler, baştan beri neticeleri oturdukları tabureden çıkık, bedenleri öne eğilerek oynadıkları oyun, rakiplerini altı kapıya gömüp marsa gitmeye yüz tuttuğunda ise, bir diklenip göğüslerini hindi gibi kabarttıktan sonra, Şensoy’un repliğini patlatırlar karşılarındakilere; “sana lazım yedi yedi, o da icad edilmedi”.

Türkiyeli siyasetçinin durumu da bu oyuncuların durumuna benzer. Kazanılan her seçimin ardından, süreç sırasındaki lafazanlığını kıskandıracak seviyede kesintisiz halde böbürlenmeye devam eden galip, galibiyetinin sarhoşluğunu bir sonraki seçime dek sürdürür. Bu süre boyunca da yendiği rakibe karşı hakaretamiz seviyede hitaba devam eder, yandaşları ile birlikte onu aşağılar, sümsük bir ruh haline sokar. Bambaşka bir mevzu konuşulsa dahi, her fırsatta bu tesadüfi galibiyetini hatırlatarak ortalığı bulandırır.

Oyun bitmedikçe oyuncu değişmez.

Gelelim mağlubun durumuna. Mağlup için mağlubiyetin tek nedeni zarlardır. Ya kendi elinin kötülüğünden, ama daha çok karşısındakinin “ballı” olmasından bahseder. Bu ballı durum sinir bozucu bir hal aldığında ise, “zar tutma” suçlamasına kadar vardırır konuyu. Bu isnat karşısında ise ballının repliği hazırdır; “tutulmadan atılmıyor ki bu meret”. Zar tutma tartışması sertleştiği halde ise kahveciden gelen fincan yetişir imdada. Lakin netice değişmez pek. Zira zar tutmak pek maharet ister ve esasen çok az kişi yapabilir bunu. Fincanı isteyen mağlup ise, kendisinin zar tutabildiğini, buna karşılık ahlakı gereği buna hiçbir zaman tevessül etmediğini izah eder etrafındakilere.

Hiçbir tavla oyunu, bir taraf beş veya altı oyun alana kadar bitmez. Mağlubun, satrançta dahi olgun bir azınlığın tercih ettiği, terk etme durumu ile karşılaşmak pek mümkün değildir. Mağlup kendi tavla bilgisi haricinde her şeyi suçlamaya eğilimlidir; zarları, karşısındakinin lafazanlığını, şansını, etraftakilerin kimi zaman ayyuka çıkan tezahuratından duyduğu rahatsızlığı ve hatta pulların tahta değil plastikten olmasını bile mağlubiyetin gerekçesi olarak görür. Tek günahsız kendisidir.

Türkiyeli siyasetçinin durumu da bu oyuncuların durumuna benzer. Kaybedilen her seçimin ardından, kendisi hariç her kişi, kurum ve durumu mağlubiyetin müsebbibi olarak görür ve bir dahaki seçime kadar kesintisiz bir biçimde bu suçlamalarına devam eder. En kötüsü de, buna kendisi de inanır ve siyasetini geliştirmek yönünde hiçbir çaba içinde olmaz. Her zaman bir sonraki seçime mutlak galibiyet inancı ile girer, lakin netice bir türlü değişmez.

Çivi çiviyi sökermiş…

Özellikle iş dünyasında moda gibi yayılan yönetim araçlarına karşı bir alerjim var nedense. Aslında sorunum araçlardan ziyade, araçların her durumun çözümü olarak sunulması ile ilgili; vuca mı çıktı hemen her şeyi onunla halledelim, agile mı geldi hadi hop bütün sisteme bunu öğretelim. HBR’nin son sayısında ne yayınlandıysa hemen şirkette uygulayalım. Ben burada Türkiye siyasetinin tavla oyununda karşılaştığı durumu biraz vuca durumu olarak ele aldığım için bunun hakkında çok kısa bir bilgi paylaşmak isterim sadece.

Çok kısaca özetlemek gerekirse, “Volatility” (Değişkenlik) vakanın çevresindeki değişkenlerin sıklığını, “Uncertainty” (Belirsizlik) değişkenler ile ilgili veri eksikliği ve öngörü kısırlığı ile yaşanan durumu, “Complexity” (Karmaşıklık) elde edilen verilerin analiz edilememesi ve eksik olan verilerin hayal edilememesini, “Ambiguity” (Muğlaklık) ise bilgi sahibi olunduğu halde dahi anlamlandırmanın yapılamamasını ifade ediyor.

Bir de, vuca ile başa çıkmak için bir başka vuca’ya ihtiyaç olduğunu görüyoruz; “Vision” (Vizyon) değişkenler ile başa çıkabilme anlayışına sahip olunmasını, “Understanding” (Anlayış) belirsizlik ve veri eksikliğine çözüm üretme kabiliyetini, “Clarity” (Netlik) çözüme ulaşmaya olanak sağlayacak sadelikte analiz yapabilme yetkinliğini, “Agility” (Çeviklik) çözüme ulaşmak için hızlı ve etkin bir iletişim kurma koşulunu ifade ediyor.

Alelade oyuncular…

Çok rahat anlaşılabileceği üzere, Türkiye siyaset ve siyasetçisinde bu vizyonu, anlama kabiliyetini, netliği ve etkin iletişim anlayışı ile çevikliği göremiyoruz.

Ömrümüz ve özellikle geçtiğimiz ay ve hafta boyunca yaşadıklarımızı yaşatanları yukarıdaki galip ve mağluplara benzetebilirsiniz. Türkiye siyasetçisinin hamlelerini satrançtaki stratejik kararlar gibi düşünmek mümkün değildir. Bu kararlar, ancak gelen ve daha da kötüsü gelmesi umud edilen zara göre yapılan hamlelerdir.

Türkiye siyasetçisi, tercih ettiği tavla oyununu basit bir pul ilerletme olarak algılayan, oyunun idaresini sadece zarlara bağlayan alelade bir tavla oyuncusu gibidir. Zekasını kullanmaz ki yoktur, bilgisini arttırmak için çaba sarfetmez ki tembeldir. Hatalarını gösterene karşı tahammülsüz, onları dinlerken saygısızdır. Nadanlığını bir karaktermiş gibi sürekli üzerinde taşır ve istibdadı ile varlığını sürdürür.

Sonuç olarak, zekanın kırıntısına dahi rastlamadığımız Türkiye siyaset ve siyasetçisini bu çerçevede değerlendirmek sizi mutlu etmese de rahatlatacaktır. Kalın sağlıcakla,

Görsel : Alois Komenda, unsplash.com