Kaybedenler Kulübü: Bir Kadıköy Röportajı

0
1454

“artık bir doktorun 5 yıl ömrün kaldı demesini bekliyorum. böyle bir şey olursa hemen fırlayıp ikinci kez route 66 yapacağım”

Sinan: Ticari kaygılar önceliğiniz değil Altıkırkbeş’te. Ama bir yandan da yapmak istediğiniz güzel işler var. Mesela  Kaybedenler Kulübü’nün ticari bir iş olmaktan öte bir anlamı var. Bu bir açmaz aynı zamanda… Sonuçta hayatın gerçeği, para önemli… Yapmayı planladığınız tüm işler için bir biçimde para da gerekli… Bununla nasıl baş ediyorsunuz merak ediyorum… Mehmet, Kaybedenler Kulübü’nün başarı kriteri nedir mesela senin için? Filmlerde genellikle başarı kriteri gişedir ya? 
Mehmet Öztekin: Kaybedenler Kulübü’nü yazmaya 2000 senesinde başladım, tam on bir sene önce yani… Şimdi bu kadar yılda olgunlaşmış bir projeye  benim bir değer biçmem, bir gişe, bir rakam biçmem söz konusu olduğunda yolda kalırız… Siz gelmeden az önce Kaan’la konuşurken şunu söyledim:  “15 gün sonra, film vizyona girdiği anda rahatlayacağım”  dedim… Yani 25-30 gün sonra, bilmem kaç bin gişe yaptıktan sonra değil, 15 gün sonra film vizyona girdiğinde, o makinelerde dönmeye başladığında rahatlayacağım… 11 senedir sırtımda taşıdığım bir yükü atmış olacağım… Şimdi buna değer biçebilir misiniz? 3 milyon mu? 4 milyon mu? Ne değer biçilebilir ki bu emeğe?
Sinan: Filmin çok iyi gişe yapması da netameli bir konu tabii…
Mehmet Öztekin: Kesinlikle! Ben bunu söyledim… Film 1.5 milyon  gişe yapsa rahatsız olurum!
Sinan: Bir sakatlık var o zaman burada?

Mehmet Öztekin: O işte James Joyce hikâyesine döner… Joyce takıntılı olduğum için özellikle oraya dönüyorum.  Algılamayı bu kadar zorlayan bir adamın anında tükenen 7 baskı yapmış olması kadar saçma sapan bir şey olamaz… Kaybedenler Kulübü’nün de mesela 1,5 milyon gişe yapması durumunda ilk düşüneceğim şey “bu kadar mı popüler, bu kadar mı her kulağa her göze hitap eden bir şey yaptık yapmışız?” olur…
Sinan: Dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz. İyi proje için paraya ihtiyaç var… Sıkıştıran bir şey olmalı bu… Bir yandan elinde bir “okunacaklar listesi” var. Bu sene Altıkırkbeş bunları basacak, çünkü bu sene bunları okumak istiyorsun…
Mehmet Öztekin:
 Şimdi ben biraz farklı bir yerde duruyorum.  Ben dizi çekiyorum. Dizi çekerek hayatımı bir şekilde idame ettiriyorum. Eğer dizi çekmeseydim bu tür sevdiğim şeyleri yapamazdım. İşte Kaybedenler Kulübü’nden sadece “adı konsun, bir rakam olsun” denecek bir ücret aldım. Onun da neredeyse tamamını dağıttım zaten… Dizi çekerek hayatta kalabildiğim sürece bu tür projeleri yapabileceğim.
Sinan: Bu Altıkırkbeş için de mi geçerli?
Mehmet Öztekin:
 Geçerli tabii!  Hiç unutmuyorum, Kaan’ın söylediği bir laf vardır: “Zincirlikuyu’daki Tatlıcı Kulelerinin biri Eskişehir diğeri Antalya Kelepir dükkânıdır” demişti. O iki kuleyi her gördüğümde hatırlarım bunu… İşte Kaan da mühendislik yaparak omuz verdi projelere. O kuleleri yaptı, Kelepir’leri açtı ve bunlar da şahane biçimde battı! Bu şekilde oluyor bu iş… Başka türlü de olamaz zaten. Her birimiz başka alanlarda para kazanacağız ve birlikte şahane işler yapacağız. Aksini söylemeye ve yapmaya kalkarsak bugüne kadar konuştuğumuz her şeyi yalanlamak olur bu… Altıkırkbeş para kazanılacak yer değil bizim için!  
Kaan Çaydamlı: Biz para kazanmıyoruz!
Sinan:  Kazanmanızın imkânı yok zaten bu şekilde… Hani biraz da “ya bu kitap iş yapar, biraz da bu tür kitaplar çıkartayım” falan deseydiniz anlardım… Ama lafa bak şimdi: “ben bunu okumak istiyorum, bunu merak ediyorum bu kitaplar çıkacak!” Siz bu kafayla ohoo! (Kahkahalar)
Mehmet Öztekin:
 “Halk bunu istiyor!” En gıcık olduğum geyiktir bu…  Çünkü sen eğitirsin, sen zaten bu misyonu yükleniyorsun…
Sinan:  O ideal tabii…  
Mehmet Öztekin:
  Evet, şöyle örnek vereyim… Sonuçta işte geziyoruz, bakıyoruz, sadece Türk toplumunu tanımıyoruz ki?  Clockwork Orange‘ın İngiltere’de 63 hafta vizyonda kalması da tuhaf geliyor bana… İngilizler de böyle bir filmi  63 hafta vizyonda tutacak bir halk değil yani?  Biraz da dozu nasıl ayarladığınla ilgili bir şey bu…  Stanley Kubrick‘in bir lafı var, “prodüktörler de insandır kardeşim” diyor… Yani beslenmeyen, yemeden içmeden hayatta kalabilen organizmalar değil bu insanlar da…  Bu adamın da kirasını ödemesi lazım… Sinemaya tamamen bir sektör, bir iş olarak bakıyor bu adamlar da… Dolayısıyla “sen de filmini o kafayla yapmak zorundasın” demeye getiriyor… Açık konuşmak gerekirse ben de bu tarz işlere inanıyorum… Okunabilen, bakılabilen işler ve o işlerin arkasında duran insanların hayatta kalabilmelerine… Dikkatini çekerim, süper konforla yaşamalarından söz etmiyorum, hayatta kalabilmeleri diyorum… Altıkırkbeş’i bu kadar zaman ayakta tutabildik, artık kendi başına ayakta durabilecek hale gelecek kadar büyütebildik…
Kaan Çaydamlı:  Yok, artık şöyle bir durum var…  Geçen gün çok sarhoş olduk Nejat, Şenol, Mete, ben falan…  Şöyle bir cümle çıktı “Philip K.Dick satıp, çocuk bezi alıyorum lan ben” dedim.  Artık bu noktaya geldik yani…  İronik biraz değil mi? (Kahkahalar)
Mehmet Öztekin:  En son kitap fuarında Laika yayınlarıyla beraber sergilendi kitaplarımız, hiç unutmuyorum. Mehmet Gözüpek bizi çok eleştirirdi kitapların fiyatlarından dolayı, “yüksek fiyatlı” diye…  “Altıkırkbeş’in ne olduğunu orada anladım ben;  alabilen,  fiyatının ne olduğunu sorgulamadan alıyor” demişti.  Kaan’la çok tartıştık.  Mesela komik bir hikâyedir:  Eskişehir’de arıza çıkarttım,  Philip K. Dick’in bir kitabını yanlış etiketlemişsiniz” diye.  O dönüp dolaşıp İstanbul’a Kaan’ın kulağına kadar geldi. Aslında doğru etiketlenmiş.  Benim kitabın fiyatından haberim yok.  Kaan açıkladı sonra… Kalem kalem maliyetleri döktü, bir baktık hakikaten alt limitteki fiyatı koymuş etikete…  Maalesef böyle bir durum var, maliyet belli. 20 Liralık bir kitaba 5 Liralık etiket koyamıyorsun. Finanse edemezsin çünkü bunu… Ama 20 Liralık maliyeti olan kitabı da 30 Lira’ya satmıyoruz.
Kaan Çaydamlı: Poetix’in hikâyesi de öyledir… 1,5 Lira zarar ettik sattığımızda. İlk sayıydı, takır takır sattı! Üzülelim mi, sevinelim mi karışık bir durumdu…
Ulvi: Şimdi nasıl satışları?
Kaan Çaydamlı:
 Acayip bir grafikle 1.000 adete geldi! 600 adette kendini kurtarıyor zaten. İşte 400 tane de bize kalıyor…
Ulvi: İlk çıktığında ruh hastası gibi tırmalıyorum,  Kadıköy’de kitapçılarla kavga ediyorum, yoksa da getirsinler diye…  Cuma akşamı Mephisto’ dan aldım,  Cumartesi günü de bu Bahama serisini sormaya gittim… Bir çocuk geldi, uzun saçlı falan, “Poetix yok mu?” dedi, kalmadı dediler…  Çok hoşuma gitti “kalmadı” lafını duymak. 10 kişi bile almış olsa, 10 kişinin evinde Poetix’in olduğunu bilmek güzel.
Mehmet Öztekin:
  200 kişi olsa öyle hissetmezsin ama…
Ulvi: Hissetmezsin tabii…  
Kaan Çaydamlı:
 10 tane o gün bitmiş, beş tane sipariş geçtiler…  2. gün yok sattılar. Gittiği gibi oda bitmiş.
Ulvi: Çok güzel bir şey. Sayısı önemli değil, benim gibi insanlar var Kadıköy’de…
Kaan Çaydamlı:
 Nezih satmıyor artık, yasakladı! Uygun bulmadı. Müşterisini rahatsız edermiş…

Sinan: Yaşlanmakta olduğunuz düşünüyor musunuz peki?
Kaan Çaydamlı: Ben yaşlandım!
Sinan: Şundan dolayı soruyorum. Kendi statükonuzu oluşturmaya başladığınız tehlikesini düşünüyor musunuz?
Kaan Çaydamlı: Ya ben bunu çok düşünüyorum! Doktordan haber bekliyorum, öyle söyleyeyim… “5 yılın var” falan desin bir doktor bana…  Ters bir durum var.  Şimdi ben evlendim, çocuğum var yedi aylık. Bir taraftan 50 yaşındayım ama hala 20’lerdeymişim yaşıyorum. Gerçi babama bakıyorum, o da öyle yaşıyor… (Kahkahalar) Dolayısıyla problem yok gibi (Kahkahalar) 50 yaşındayım ve Kadıköy’de parti var mesela, gidiyoruz, işte 10 küsur sene önceki radyo partileri gibi… Görüyorum; Şenol’un, Mehmet’in gençlik enerjileri var… Benden çok daha gençler…

Mehmet Öztekin: Ama bak şu da var. Etrafımdakilere baktığımda, hayatı algılamakla, anı yaşamakla ilgili insanların çok kısır olduğunu da görüyorum. Özellikle de bulunduğum çevrenin farklılığını, benim hala gözlemekte olduğumu düşünürsen… Geçen gün konuştuk, birlikte Ölüdeniz’e doğru motorları sürüşümüz vardır mesela… Fethiye’ye doğru giderken gökyüzü acayip bir karanlık, simsiyah bulutlar vardı. Günün tam ortası ve hava elektrik yüklüydü…  
Kaan Çaydamlı: (Gülerek) Felakete sürüyorduk!
Mehmet Öztekin: Şimşekler çakıyor ve oraya doğru sürüyoruz motorları…  Rotamız fırtına… Çok az insanın yaşayabileceği bir şey bu bence… Bir baktık 4 bin küsur kilometre yol yapmışız. O yol üzerinde Bafa Gölü’ne doğru giderken, yemek yediğimiz yerde “bir ömür böyle geçebilir” demiştim… Müthiş bir keyifti… 90 yaşına kadar yaşayabilirsin, önemli olan neyi ne kadar yaşadığındır… Bunun dışındaki her şeyin anlamı kayboluyor orada… Çok güzel, çok ağır bir şeydi o… Ölüdeniz’de, o karavan parkında garip bir akşamdı…
Kaan Çaydamlı: Kimse yok! Kış!
Mehmet Öztekin: Sağanak yağmur altında yemek yedik. Sadece ikimiz… Başka kimse yoktu…
Kaan Çaydamlı: Koca Ölüdeniz bomboştu…  Müthiş! Anlatamam!
Mehmet Öztekin: Ben o küçük iskelede durup, motorları bırakıp; kaskı maskı, üstümüzdeki kıyafetleri çıkarıp şortla çıktım iskeleye doğru… Suya baktım, hiç unutmuyorum çok küçük bir motor vardı… Deniz motoru, bir kayığa bağlı… Herifin teki geziyordu oralarda. Tır tır tır!  Acayip bir rüzgâr vardı. Bununla ilgili çok uzun bir hikâye yazabilirim.  Bence büyük bir zenginlik bu! Ya, motora binmek kalkıp Nişantaşı’na gitmek değil. Benim bir motorum var ve kimse görmüyor onu burada. Kalkıp hiç kimsenin olmadığı bir yerde durup denize bakıyorsun. Oturup balık yiyip rakı içiyorsun. O  kitapları basmaktaki şey de bunun gibi bir şeydir işte…
Kaan Çaydamlı: Çok yüksek bir şeydi bende de…  Çok yüksek bir görsellik! Buna benzer bir şey daha var.  Bir sabah çok daraldım, çıktım yola. Akşam üstü Olimpos’a indim. Bir Alman karı bekliyor yolda,  “bırakayım” dedim. Yolda konuşuyoruz, “nereden geliyorsun?” dedi, “İstanbul’dan” dedim.  “Ne kadar mesafe ki İstanbul?” dedi, işte söyledim, şu kadar yüz kilometre diye… “Ne kadar kalacaksın?” dedi, “sabah döneceğim” dedim.  “Niye geldin?” dedi, “levrek yemeye geldim” dedim…  Hakikaten, onun için gittim…  Levrek yedim döndüm! Bu bir şey işte… Anladın mı?  Route 66 yaptım mesela…  Hayaldi! Bir kere daha yapmak istiyorum şimdi…  O yüzden, doktor “5 yılın kaldı” derse fırlar giderim hemen… (Kahkahalar)
Ulvi: Bu “Kişisel Toplantı Notları” (KTN) nasıl çıktı? Tanıdığım birkaç kişi var, almış işte Altıkırkbeş kitabı, rafında duruyor, okumamış. Ama KTN’leri okumuş. Biliyor…
Mehmet Öztekin:
 Bak bir şey söyleyeyim, önemli bir anektoddur benim için… Bodrum’da yaşarken İlhan Berk ile iyi tanışırdım. Uzun sohbetlerimiz oldu. Kelepir’e gelir, Altıkırkbeş’in kitapların toplar gider, bir süre kaybolurdu ortadan. Sonra yine gelir, toplar kitapları kaybolurdu yine… Kaan’ı da tanıyor, bir gün çıktı geldi. Dükkânda oturduk, çayını söyledik, laflıyoruz. 21 yaşındayım o zaman. Birkaç Altıkırkbeş kitabı alıp koydu kasanın yanına. “Bazılarında KTN yok bunların” dedi. “Evet, yok” dedim. “Niye?” dedi… “Yok işte, yazmamış adam, yetişememiştir” dedim.  Ben kitapların matbaada her şeyiyle hazır biçimde KTN beklediğini bilirim… KTN’ler gelince basılırdı. Bazen de yetişmezdi işte KTN’ler… İlhan Berk benden KTN’nin hesabını soruyor işte… “Neden yok bu kitaplarda KTN?”… En sonunda “abi gelecek herif 1-2 haftaya kadar, sorarsın ona” dedim…  Ne diyeyim? Herif yazmamışsa kitabın KTN’sini git onunla kavga et değil mi?
Kaan Çaydamlı: Ya tabii biraz piçlik var KTM’lerin çıkışında…  Kitap çok kutsal bir şey ya bazıları için…  Çok değerli! Dokunulmaz! Sorarsan genelde herkes için öyle… Kur’an sanki! Sırf bununla dalga geçmek için başladım önce…  Okuyucuyla iletişim kuran küçük notlar…  Başlangıçta buna çok tepki gösterdiler. “Bilmem kimin kitabına ne hakla?” diye…  Ne halkası var mı lan? Yayıncıyım!  Ben basıyorum kitabı! Ana motivasyon buydu… Sinan soruyor ya hani, “neden yaptın?” diye… Düşünmedim, düşünmeden yaptım… Ama hakikaten enteresan bir tür oluştu galiba…
Ulvi: Ne zaman fark ettin bunun “bir şey” olduğunu? Ki ben rahatlıkla “kült” diyebilirim buna…
Kaan Çaydamlı:
 Valla fuarlarda falan insanların gelip sormalarından, işte bir kaç güzel hatunun düşmesinden falan anladım… (Kahkahalar)  
Mehmet Öztekin:  Ben kendi adıma yeni çıkan her kitaba bakıyorum KTN var mı diye…
Kaan Çaydamlı: Bir kaç kitaba özellikle yazmadım. Saygımdan! Yazara yapamadım yani…  Ama onun dışında hemen hepsine koyduk bir dönem… Bunların da Altıkırkbeş’in marka olmasında katkısı olduğunu düşünüyorum. Şenol’un da tespiti enteresandır benim için… Başka bir edebiyat türü oluştuğunu düşünüyor Şenol. Underground bir şey… Çünkü sızıyorsun herifin kitabına…  
Mehmet Öztekin: Altıkırkbeş’in hiç bir yerde reklamının yapılmadığı bir dönemde Cumhuriyet Kitap benden bir yazı istedi. Bir kitap tanıtımı…  Sene 98…  Yazacağım dedim ama çok kastım… Yazının çıkması uzun zaman aldı. Neyse yazdım gönderdim ve bastılar hemen…  Şaşırdım! O kadar çabuk yayınlamalarını beklemiyordum. 98’de işte, 13 yıl olmuş… Bir James Joyce kitabı… Kaan ertesi gün aradı ve “tebrik ederim, depoda bir tane kalmadı o tanıtım yazından sonra” dedi… (Kahkahalar). Yani ticari kafa yok ki, depoda ne var ne yok bakarak yazasın o tanıtım yazını (Kahkahalar)
Kaan Çaydamlı: Güzel bir yazıydı o ama kıçını kasa kasa, kaç yılda çıkarttı yazıyı! Ama müthiş bir yazıydı… Bak,  acayip örneklerden biri de Hobbit’in arkasına yazdığımız bir yazıdır…  Hobbit’i bastık, kimse bilmiyor! Hobbit satmıyor! Kitap ayda 50, bilemedin 100 satıyor…  Sonra birden bire herkes Tolkien biliyor oldu ülkede! Korsanını bastılar. Korsanı basılınca biz de kitabın arkasına not düştük: “Bahçedeki en yaşlı ağaca bakıp düşünün, or..pu çocukluğu etmeyin! Korsan or..pu çocukluğudur,  yapmayın!” diye bir şey yazdık… Kitap çok popüler olunca Mersin’de bir okuldan mesaj geldi: Biz bunu çocuklarımıza okutuyoruz, arkasında orospu çocuğu yazıyor” diye… (Kahkahalar)
Mehmet Öztekin: İyi bir noktaya temas ettin şimdi…  Mesela 2011 senesi itibariyle bir sürü gazetede, bir sürü dergide, şu “tedirginlikle sunar” meselesi haber oldu…  Nurgül Yeşilçay  enteresan bulduğunu söyledi bunu bir sohbetimizde… “Altıkırkbeş çıktığı günden beri yapıyor bunu” dedim… Hiç biriniz farkında değilsiniz…  Altıkırkbeş çıktığından beri “tedirginlikle sunar” diyor zaten… Ki artık “bokunu çıkararak sunar” durumuna geldik…  Yaptığımız afiş mesela, 4-5 sene var herhalde değil mi? Bugün orijinal bulunan şeylerin aslında 20 sene önce yapıldığını bilmek sinir bozucu…  
Ulvi: Ama hep öyle olacak bu zaten…
Mehmet Öztekin:
 Bununla mücadele etmiyoruz zaten… O zamanki o rahatlık, kimsenin farkında olmadığı bir kavrayışa sahip olmaktan kaynaklanıyordu belki de… “Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir ki?” dedikten sonra “Ama her Altıkırkbeş okuru bilir ki, Kristal Büfe’nin hamburgerleri daha şahanedir” diyebilme lüksü güzel bir şey…  
Kaan Çaydamlı: Arka kapak yazıları da bir meseledir… Geçen gün tanımadığım birisi, bir kitabın arkasına yazdığımız cümleyi bağırdı: “Anneniz size hiç böyle öyküler anlatmadı ama biz sizin anneniz değiliz”…  
Ulvi: Arka kapak yazıları bile başlı başına bir kitap olabilir bir gün…
Mehmet Öztekin:
 Tabii, Ekşi Sözlük’te başlıklar açtılar…  İyi hissettiriyor insana kendini bunlar… 5-6 ay önce, daha filim falan çekilmiyor…  Kadıköy’de sokakta yürüyorum.  Genç bir çocuk balkondan sarkıp “sana içiyorum” diyerek  birasını uzattı.  “Afiyet olsun” dedim tabii… (Kahkahalar)