“Açık radyo’ya gittim, yayına gireceğim. baktım karşımda bir peygamber tavuğu. yayında söyledim tabii bunu. Ömer Madra çağırdı hemen…”
Kaan Çaydamlı: Nasıl bir cevap bekliyorsunuz bilmiyorum ama ben doğrudan, olduğu gibi anlatıyorum her şeyi?
Ulvi: Tabi abi, tam da bunu istiyoruz zaten.
Kaan Çaydamlı: Açık Radyo’ya gittik. Bir toplantıya girdim ama inanamadım gördüklerime. Serde mühendislik var ya. “On Air” düğmesine bas, yayına başla kardeşim değil mi? Oturmuş nasıl bir yayın yapacağız diye toplantı yapıyorlar! Ulan bas düğmeye, başla yayına da o arada toplanırız işte! Neyse, zorla sabaha bir Rock and Roll programı koydurdum. Rock and Roll kuşağı! Sabaha! En çok dinlenen programı o oldu o dönem. Bu arada Kent FM kapandı, Gümüşsuyu’na taşınacak ama işte arada beş altı aylık bir boşluk var. Açık Radyo’da işte o boşlukta bir program daha yaptım, tam hatırlamıyorum şimdi ismini. Kitapsız da olabilir, öyle bir şeydi işte… Bir şey dikkatimi çekti radyoda. Yani şimdi bir sürü abi var, böyle güzel isimli abiler. Program başlayacak, nerede? Prodüksiyonda! Yani programı kaydediyorlar! Bant koyuyorlar yani! Bir radyo var ve canlı değil! Yaşamıyor! Benden önce ünlü bir reklamcının karısı, (adam radyoya para vermiş) program yapıyor. Program uzadıkça uzuyor. Bant yaptıkları için bir şey de yapamıyorsun. İşte geliyorum, bakıyorum kadının bandı uzadıkça uzuyor, işte çıkıp yarım saat dolaşıyorum ve nihayet “diyet programı bitti” diyorlar, ben de yayına giriyorum! (Kahkahalar) Neyse, ilk programı yaptım ve radyoda telefonlar kilitlendi. Çok normal? Şimdi Açık Radyo diye bir beklenti var ama canlı iletişime geçirebilecekleri bir şey yok! Birdenbire benim gibi bir adam pervasızca konuşmaya başlayınca, üstüne telefonlar da kilitlenince Ömer Madra aşağıya indi “Ne oluyor lan burada? Küfür mü ettiniz?” diye… (Kahkahalar) Bir sonraki program için gittiğimde de başka bir şey oldu. Tam Refah Partisi ’nin iktidarda olduğu dönem! Bunlar da “dünyanın her yanına açık” ya? Her yerleri açık dünyanın her tarafına! Hâla daha öyle tahmin ediyorum… Bir baktım, bir tane kamera, bir tane türbanlı karı duruyor karşımda! “Yok, bu çekmesin beni” dedim. “Ya sabahtan beri bekliyorlar, işte canlı yayın olmadığı için… İlk siz varsınız sabahtan, çeksinler” dediler. “Hayır çekmesinler!” dedim, “Ya çeksinler” dediler. İyi dedim başladım yayına. Tabii söze “karşımda bir peygamber tavuğu var” diye başladım. Ama hakikaten peygamber tavuğu kardeşim! Teknolojik aletin yanında bir tane böyle tavuk gibi bir şey! Programdan sonra Ömer Madra çağırdı beni tabii… “Sen ne yapıyorsun? Biz herkese açığız” falan dedi. “Valla ben açık değilim!” dedim gittim. Öyle bitti bu macera da. Neyse o günlerde Kent FM Gümüşsuyu’na taşındı. Mehmet Duru’ydu sahibi, “hadi gelin” dedi. Bu arada Mete’yi de (Avunduk) çağırıyor. Tonmaisterlik yapsın diye. Program sırasında ben Mete’ye sürekli laf atıyorum. Format orada oluştu aslında.
Sinan: Her şey kendiliğinden gelişti yani?
Kaan Çaydamlı: Mete öyle cevaplar vermeye başladı, topu o kadar güzel alıp paslar vermeye başladı ki… Sonra Mehmet Duru’ya gittik ve Mete radyoda çalışmaya başladı. Müzik direktörü oldu. Bu arada ben de “night caller” bir şey yapmak istiyorum dedim. Mehmet Duru çok heyecanlandı, kafasındaki night caller programını anlattı bize. Biz de olur dedik ve başladık… Onu yapmadık tabii… Yani onun kafasındaki bir şeydi o… Olabilirdi elbette ama bize denk gelmedi işte. Sonra biz “on air” tuşuna basıp konuşmaya devam ettik…
Sinan: “Ben çıktım ve konuştum, sonrasını bilmiyorum” diyorsun?
Kaan Çaydamlı: Yani işte her şey bu biçimde oluştu…
Mehmet Öztekin: Öyleydi, öyleydi! Ben hatırlıyorum. Yani “kimse dinlemiyor, kimse dinlemiyor!” Lan kim dinler bunu? O bir eşikti. Öyle bir dönemdi ki, sesi birazcık düzgün bir dallamayı oturtuyorlardı işte bilmem kimin askerdeki sevgilisi için çalıyoruz diye hesapta radyo programı yapılıyordu.
Kaan Çaydamlı: Şimdi tabii Kent FM’in geleneği biraz farklıydı özel radyolardan. Örneğin Barbaros (Devecioğlu) bir üslup yaratmıştı. İşte “Posta Arabası” vardı. Aslında çok önemli programlar vardı. Ben onları dinledim, uyumadan, ertesi gün işe gidip on dört saat mühendislik yapıp, gelip kadınla yatmak yerine onları dinliyordum… Çok depresif bir dönemdi zaten. Çok şey öğrendim oradan. Öyle hazırlamışım kendimi… O yüzden, Mehmet’in film seyretmesi örneğiyle örtüşen bir şeydir benimki de… Belki içimdeki bir şeydi bu, çünkü örneği yoktu böyle şeylerin…
Ulvi: Ben şuna şaşırıyorum, filmle de bağlayacağım. Ben de hatırlıyorum, o dönemi. Çok ağır bir programdı. Ama şimdi hasbelkader birisiyle tanışıyorsun, hayatta kitap okumayan birisi, mesela reklamcı bir abla… “Haa, Kaybedenler Kulübü mü?” diyor! Yani dinliyormuş!
Mehmet Öztekin: Evet hep söylerler bunu…
Ulvi: Yani sen niye dinliyordun? Ne anlıyordun da dinliyordun? Seninle daha film çekilmeden konuştuğumuzda, işte Kaybedenler Kulübü dediğinde doğrusunu istersen çok fazla insanın ilgi göstermeyeceği, popüler olmayacak, bir kenarda kalacak, yapılması ve işte ancak belirli bir kitlenin izleyeceği bir film olacak diye düşünüyordum. Gişe başarısı olmayacak bir film… Ama şimdi iş bambaşka bir yere gitti?
Kaan Çaydamlı: Dur, daha bilmiyoruz hiç bir şey?
Ulvi: Yok ama bambaşka bir yere gittiği ortada. İnternette falan kelalaka, ne altıkırkbeş’i bilen, ne de bizim kafada olan bir sürü insan Kaybedenler Kulübü üzerine yazıyor, konuşuyor. Bu beni çok şaşırttı. Örneğin Facebook’ta Kaybedenler Kulübü’ne bu kadar insanın ilgi göstermesi çok enteresan, sosyolojik bir durum.
Mehmet Öztekin: Evet, ben aynı hissiyatı Yapı Kredi Yayınları Ulysses ’i bastığında yaşamıştım. (Kahkahalar) İlk 7 baskı hemen tükenmişti! Akıl almaz bir hızla! Ulan dedim, ülke aslında neredeymiş de bizim haberimiz yokmuş! Şöyle bir örnek vereyim sana: Tolga Örnek bu senaryoyu çok beğendi ve film yapmak istedi. Aynı dönemde bir genç sinema kollektifi beni buldu, Kadıköy’de biz oturduk içtik. “Biz bu filmi no name yapmak istiyoruz” dediler. Yani yönetmeni yok, oyuncusu yok! Birileri oynayacak, birileri çekecek. Böyle bir anarşist tavırla “biz bu senaryoyu çekmek istiyoruz, izin verir misin?” dediler. Bu dediğinizi yapabilecekseniz ben izin veririm dedim. Kurun sisteminizi, çekiyoruz filmi deyin bana… Ama bana bu iş on yıl sürer demeyin. Bunu gerçekten yapmak istiyorsanız organize olun ve yapın. Evet Ulvi, bir anlamda haklısın söylediğinde. Yani reklamcıların ne işi var bu programla? Senaryo da aynı şeyi yaşadı bende. Bir sürü görüşme yaptım, bir sürü insan geldi. Bugün çok tanıdığımız, bildiğimiz underground takılan yönetmenlerden popüler yönetmenlere kadar “bu filmi ben çekmek istiyorum” diyenler oldu. Ama böyle örnekler de oldu…