Kaybedenler Kulübü: Bir Kadıköy Röportajı

0
1454

“programdaki karakterler gerçek insanlardı. brit gerçekten brit, samsa gerçekten samsa’ydı. daha fazlasını bilmeye çabalamadık. bilmemek gerekiyordu çünkü”

Ulvi: Şunun gibi bir şey midir söylediğin? Marcus Miller konserine gitmiştim, o dönem çalıştığım firma ana sponsor. Açık Hava tıka basa dolu! Abi herifin albümü 100 tane anca satıyor ülkede? Nedir yani, hiç bilmediğimiz insanlar mı var bu ülkede? Yoksa işte “orada olmak, orada görünmek, oradakilerle iletişim kurmak bana çok şey katar” diyen bir kitleden mi söz ediyoruz?
Mehmet Öztekin:
 Buna ben cevap vermek istiyorum! Abi geçenlerde bir cafede oturmuş çekim için beklerken boş bir vakit oldu. Cafenin televizyonunda bir müzik kanalı açık. Serdar Ortaç’ın ilk dönemlerinden bir klip oynuyor. Böyle saçları küt falan, çok acayip bir dekorda çekilmiş, çok acayip, çok berbat bir iş. Bekliyoruz ya, izliyorum ben de. Hani “lan hakikaten bunlar da vardı bir zamanlar” diye… O sırada bir şey dikkatimi çekti. Klipteki mekânın her yerinde route 66 tabelaları var! Mekân gerçek bir mekân değil. İşte belli bir bar ortamı yaratmışlar, süslemişler. Mekâna “görsel” olarak koydukları tek şey de route 66 tabelaları! Başka hiç bir şey yok.
Kaan Çaydamlı: Yolların anası!
Mehmet Öztekin: Evet! Şimdi o yolun duruşuyla ilgili, Kaan’ın dediği gibi “tüm yolların anası” duruşuyla ilgili bir sorun var. Route 66 artık öyle bir şeye dönüştü ki, artık her yere koyuyorsun ve duruyor! Nereye koysan duruyor. Bunun hiç rahatsız edici olmaması dikkatimi çekti.

Ulvi: E artık bir ikon oldu!
Mehmet Öztekin:
 Evet işte! Artık ikon oldu! Ve onun o gücünden kaynaklanan bir aidiyet duygusu da oluştu bir biçimde. Route 66! Herkes onu yapıştırmak istiyor üstüne, sırtına, duvarına, işte arabasına, bilmem neresine! Şimdi açık konuşmak gerekirse Kaybedenler Kulübü, “Kaybedenler Kulübü” adı yüzünden birazcık bu dediğin noktaya geldi…
Ulvi: E daha açık söyle, pop ikonu oldu yani!
Mehmet Öztekin:
 Evet! Bir de belki Türklükle ilgili bir durum da var burada… Yani, hani “kaybeden olmak” durumu…
Ulvi: Arabesk bir durum var…
Mehmet Öztekin:
 E yani oraya götürdüler biraz… Yanlış mı söylüyorum bilmiyorum ama çok insan bu noktada böyle…
Kaan Çaydamlı: Canım, bu gelen telefonlardan da belliydi! Kaybedenin altının nasıl doldurulduğuyla ilgili bu biraz da…  Yani programın ilginç tarafı şuydu; biz yüzleştik zaman içinde bununla… Kaybeden olmak haliyle yüzleştik… Ama hiç teslim olmadık!
Mehmet Öztekin: Ha tabii bu arada filmin nasıl böyle bir şeye dönüştüğünü değil, radyo programının nasıl böyle bir şeye dönüştüğünü konuşmak gerekiyor…
Ulvi: Radyo programı dönüştü zaten, bizim de ilgimizi çeken nokta bu. Bunu sorguluyoruz bir anlamda…
Mehmet Öztekin:
 Ortada istatistikî bir gerçek var yani, en çok dinlenen radyo programıydı bu bahsettiğimiz…
Sinan: En başta söyledim ya, filmden çok radyo programı ile, bu filme konu olan adamlarla ilgileniyoruz… Kaan filmi izledin mi sen?
Kaan Çaydamlı:
 Yok ben izlemedim, çok korkuyorum.
Sinan: Merak ettim çünkü, oradaki adam sen misin? Filmde kendini bulabildin mi?
Ulvi: Ne kadarı kurgu, ne kadarı gerçek? Sen neresindesin filmin?
Kaan Çaydamlı:
 Senaryoyu sonuçta Mehmet yazdı, Tolga’yla birlikte… İlk senaryonun üzerine çok uzun video kayıtları yaptık. Günlerce konuştuk, anlattık… Her şeyi! Film yüzde yüze yakın gerçek! Hatta yüzde yüz gerçek! Sadece bazı karakterler evlendirildi… İki farklı karakter tek karaktere indi mesela…  Çünkü 10 yıl boyunca haftada dokuz saat yapılmış olan bir programın hikâyesini doksan dakikaya sığdırmak zorunda kalmak çok zor bir mesele… En büyük ızdırap buydu! Belirli majör şeyleri seçtiler filmi yaparken. Programın en önemli özelliklerinden biri dinleyiciyle olan ilişkimizdi bizim… Hiç eyvallah demedik. Ancak bize eyvallah dedirten insanlar telefonda kalabildi… Çok sonraları Okan Bayülgen’in yaptığı zaplama zuplamanın aslında daha dürüstünü, daha gerçeğini yapıyorduk biz.  Dolayısıyla bir takım karakterler oluştu zaman içerisinde. Mesela Hüseyin usta diye bir taksi şoförü çıktı. Onun ayrı kuyruğu oldu biliyor musun? B 17 plaka! B 17 kuyruğu vardı Taksim’de, AKM’nin yanıda. O’nun dönmesini bekleyenlerin kuyruğu… Mesela Brit diye bir karakter çıktı… Dilemma çıktı…  En önemlisi Kuş Beyin’di… Bence programdaki en acayip şeydi bu. Hala bugün “o program ne kazandırdı sana?” dersen, öyle bir adam kazandırdı derim… Yalçın da öyledir mesela… Bu karakterler filmde var. Geldiler ve konuştular… Ya Tayfun mesela… Brit’in ismi Tayfun’muş. Ben yeni öğrendim bu film sayesinde… Adam bizim için Brit’ti  işte… Mesela Samsa’nın ismini hala daha bilmiyorum. Ama zaten olması gereken de buydu… Bilmemek gerekiyordu… Bilmeye hiç çabalamadık. Çünkü gerçekti onlar… Gerçek olan o halleriydi…  Adı işte her ne ise, o kişi aslında gerçekten Samsa’ydı ve biz Samsa’nın büründüğü kimlikle değil, Samsa’yla ilişkideydik! Bence programın yarattığı en önemli şey budur. Bir karakter yaratabilecek ya da kendi olabilecek insanları seçtik ve onurlandırdık!
Mehmet Öztekin: Bak mesela burada da aynı durum var. Programın dinlenme kapasitesine, ağına baktığında bu karakterlerin sayısı da az bence? Yani dinlenme oranını da düşününce?
Kaan Çaydamlı: Ya bence fiziksel olarak mümkün değildi o…  Yani programı aramak cesaret işiydi her şeyden önce. Mesela şimdi konuşuyorum insanlarla, daha iyi anlıyorum. Muhtemelen bizim tavrımızdan dolayı da cesaret isteyen bir şeydi programı aramak. Geçen gün fotoğraf çeken birisi “abi ben sizi aramıştım” dedi mesela. Çok çıkıyor böyle. Tiyatrocular falan. “Abi sizi aramıştım” diyorlar. “Ne yaptım peki?” diyorum. “Bir daha arayamadım abi, saçmaladım, çok heyecanlandım” diyorlar.  Bayağı aklı başında, senin benim gibi adamlar…  (Kahkahalar)
Sinan: Dinleyicinin o zamana kadar alışkın olduğu pohpohlayan, dinleyiciye biraz da yalakalık yapan anlayışı altüst ettiniz. Alışkın değil ki millet? Peki, ilk telefonlar çalmaya başladığında, bu üslubunuzdan dolayı dinleyicinin olası reaksiyonundan endişe ettiğin olmadı mı?
Kaan Çaydamlı:
 Ya program için tahsis edilmiş bir tek telefonumuz vardı. Bazen biz bir dinleyiciyi unutuyorduk telefonda, o da bekliyordu orada… Çok örneği var bunun. İki saat telefonda, bizim ona bir şey dememizi bekleyen insanlar vardı. Dolayısıyla isteseler de arayamıyorlardı zaten. Ta ki biz kapatana kadar! Bazen çok uzuyordu telefonlar. Mesela Brit! Yarım saat konuşuyordu… Yani aslında üç kişi program yapıyorduk da denebilir. Mesela Kuşbeyin aradığında ney çalıyordu. Mesela bizim Can bile arayıp parça söylemiş. Can Gox! Can Gox hepimizin hayatında acayip bir yerde.  Ama bu başka bir şey… Yani o karakteri yaratmak da başka bir şey… Bir sürü insan yaratabilirdi bunu ama o insanlar yarattı, ısrar ettiler… Bak, biz komik bir şey yaptığımızı yedi tane kızın bizi aramasıyla anladık… Yedi kız toplanmışlar, aradılar bizi. Biz bir şey söyledik, ama gayet normal konuşuyoruz. Birden kahkahalar yükseliyor arkadan! Mete’yle bir ara bakıştığımızı hatırlıyorum. Çok şaşırdık…  “Lan komik bir şey yapıyoruz galiba” diye ilk ayırdına varışımız odur… Çok geniş bir kitle skala vardı yahu… Mesela “Piç Osman”ın yıkama yeri! Ve oradaki dolmuş taksiciler… Ya oraya giderdik, her taksinin arkasından kasa kasa bira çıkardı! Sütçü Hüseyin vardı mesela. Votka’ya süt katıp içine de fındık atıp onu içerdi. Çok da güzel bir açıklaması vardı; “işte votka mideyi bilmem ne yapıyor, süt onu bastırıyor, sütün kolesterolünü de fındık alıyor” falan diyordu herif! Piç Osman, Çakal Yılmaz… Mesela bunlar radyoyu hiç aramadılar ama biz bütün o tehditleri aldığımızda kapıda nöbet beklediler. Erbakan dönemiydi tabii…

“bu popüler zırvalığın içinde olmadık. çok mu bilinçliydik? çok mu hesaplıydı? hayır! herşey sezgiseldi…”

Mehmet Öztekin: Ben bir anekdotu paylaşmak istiyorum bu arada…
Kaan Çaydamlı: Sütçü’yü mü anlatacaksın?
Mehmet Öztekin: Evet. Program bitti, üzerinden üç dört yıl geçti. Kaan’la kaldığım dönem; sabahları çıkıp Üsküdar’a iniyorum taksiyle, oradan Beşiktaş’a geçiyorum, oradan da Taksim’e geçiyorum. Neyse, evden çıktım bir sabah, ilk gelen taksiye atlayıp Üsküdar dedim. Gidiyoruz, Zeynep Kâmil’den Üsküdar’a inen yokuşta birden başka bir taksi kırdı önümüze. Benim şoför fren yaptı. Çok sert bir fren değil, ama sevimsiz bir durum oldu işte. Bilirsiniz, genelde taksiciler bu tür durumlarda aşırı tepki verir, küfür etmeye bağırmaya falan başlarlar. Herif hiç, sıfır tepki! Benim taksici şaşırtıcı bir sakinlikle baktı diğer taksi şoförüne ve devam etti yola. Az önceki taksi önde, biz arkada gidiyoruz… Bir yüz metre kadar falan öyle gittik. Aynı taksi aniden kenara çekti. Herhalde yolcu indirecek diye düşünüyorum. Ulan ne tuhaf hareketler yapıyor herif falan diye düşünürken benim taksi şoförü bunun yanında durdu, camını açtı ve baktı. Bir şey demiyor ama, sadece baktı. Benim taksici gözümde büyüyor bu arada! Süper karizma bir herif. Bu arada diğer taksideki herif de camını açtı ve baktı. “Sütçü? Pardon abi fark edemedim” falan dedi. Benim taksici “önemli değil” deyip camı kapatıp devam etti.  Böyle adamlar bunlar…
Kaan Çaydamlı: Film gibi bunlar…
Mehmet Öztekin: Evet, bunlar böyle aidiyet hisseden insanlar, aslında böyle adamlardı. Her biri, kendi durdukları noktada zaten birer efsaneydiler bence…
Kaan Çaydamlı: Piç Osman’ın yerine gittik, Çakal Yılmaz götürdü bizi.  Gittiğimizde tezgâhın üzerinde küçük bir çilingir sofrası olurdu… Üç dilim pastırma, kaşar peynir falan, çok ayarında…  Rakısı hazır. Çakal Yılmaz bırakırdı bizi oraya…  Böyle adamlar da dinliyordu bizi, öte yanda acayip acayip entelektüeller de dinliyordu. Ressamlar, gazeteciler vs. Hala karşılaşıyoruz…

Sinan: Hayatının boktan bir dönemi olduğu söylemiştin radyoya başladığında?
Kaan Çaydamlı: Hayır benim başlamam şöyle oldu. Ayrılmıştım… Kötü bir evliliğim vardı. Çok âşık olarak evlenmiştim ama çok gençtik, kâbusa dönüştü… Ve ayrıldık. O yalnızlık döneminde bir şey yapmak dürtüsü ağır bastı. Mühendisliğe, işe kaçmaktansa… Çünkü öyle bir hayatım vardı, aslında erken evlenip bir anlamda hayatımı durdurmuştum. Dolayısıyla, 27 yaşında boşandığımda, 18 yaşında yapmayı düşlediğim şeyleri yapmaya başladım.
Sinan: Ne gibi şeyler?
Kaan Çaydamlı:
 İşte bir sürü bir şey… Şimdi eşim okur diye çok açık konuşamıyorum (Kahkahalar)
Sinan: Yok ben biraz zorlayacağım doğal olarak. Program o duygusal sıkıntılı dönemden çıkış yapmanı sağladı mı?
Kaan Çaydamlı:
 Ya bende biraz eblehlik var. Gerçekten! Ben bazı şeyleri algılamayan bir adamım. Nasıl oluyorsa artık, programın bu kadar çok dinlendiğini algılamamam gibi, kadınlarla ilgili bir sürü şeyi de algılamıyorum. Bir algı problemim var. İnsanlar bir takım işaretler gönderiyor belki ama… Bilmiyorum…
Mehmet Öztekin: Ya evde, salonda oturup televizyona bakarken senin aniden “oğlum bizim bu programı dinliyorlar galiba lan?” dediğini ben çok iyi hatırlıyorum… Sonra Esquier’in, televizyonların abanması falan…
Kaan Çaydamlı: Evet biz röportaj vermeyi, fotoğraf vermeyi hep reddettik. Bilinçli bir şey değildi ama… Bir gün bir sabah programına çağırdılar. Bir gazeteye haber olmuştuk çünkü… Aşkla ilgili ağır bir şey söylemiştim. Çok popüler bir kanaldı.  “E tamam, gelelim de kim var?” dedik. İşte, dönemin pop ikonlarından iki tanesi, bir tane medyum, bir de biz olacakmışız! O dönemde adeta bir saldırı oldu bize…  Bizi malzeme yapmak istediler, Çünkü çok uygunduk televizyona. Buna benzer bir şeyler söylersek rating almayı umuyorlardı.
Mehmet Öztekin: Hülya Avşar çağırmıştı falan…
Kaan Çaydamlı: Hepsi çağırdılar aşağı yukarı, hiç birine gitmedik… Ha, bir tek Siyaset Meydanı’na gittik, orada da konuşturmadılar bizi zaten… (kahkahalar) Ama mesela orada da bir başka şey vardı yani… Bütün bu medya adamları orada! Hepsi birbiriyle tanışıyor! Mete’yle biz ikimiz böyle çük gibi duruyoruz… Kim bunlar lan? Ne oluyor? Nasıl ya, hepsi tanışıyor mu gerçekten? diye bakıyoruz birbirimize. Ama ara olduğunda bütün öğrenci tribünü inip bizim yanımıza geldi. O zaman iyi hissettik kendimizi. Bu kadar kopuktuk aslında. İşte bu kadar uzak durmayı başardık. Bu popüler zırvalığın içinde kullanılmadık. Çok mu bilinçliydik, çok mu hesaplıydı? Hayır ama, çok sezgiseldi öyle söyleyeyim… Her şey sezgiseldi aslında…

“iyi bir terkip çıktı ortaya. bizim dünyamızın içinden biriyle, bizim dünyamıza dışarıdan bakabilen birinin terkibi…”

Sinan: Pekiii! Programın “etinden sütünden” faydalanmaya başladığınızda ne oldu?
Kaan Çaydamlı: Biz bundan hiçbir zaman faydalanmadık! Reddettik! Ara sıra da olsa program için bize para verdiklerinde, başlarda “program masrafı” olarak içki harcamasına gidiyordu. Ama sonra sağolsunlar, içemeyeceğimiz kadar çok içki ve sigara gelmeye başlayınca o masraf ta kalktı… Her gün kurye geliyordu, çok Jack Daniels içtik yani… (Gülüşmeler) Bir tek onu istedik ve bir dönem aldık onu bak… Bir keresinde programın ortasına reklam girdiler. Dur yahu? Senaryodakiyle de karıştırıyor olabilirim bak! Ama araba reklamıydı galiba? Biz de “ulan arabaya mı binilir a.q! motora binmek varken” demiştik…
Mehmet Öztekin: Hayır, hayır! Sen Pepsi reklamı yapmıştın!
Kaan Çaydamlı: Pepsi’ye laf sokmuştuk…
Mehmet Öztekin: “Coca Cola varken Pepsi mi içilir?” demiştin! (Kahkahalar)
Kaan Çaydamlı: Coca Cola’cıydık o zaman. Dolayısıyla bizim programın içine reklam giremez oldular. Ama enteresan bir şey, anladığım kadarıyla bizi dinleyen çok reklamcı olması hasebiyle ortaya çıktı bu… Reklamlar hep bizim programın önünde ve arkasında oldu. Araya girmedi reklamlar. Bilmiyorum yani, radyo tarihinde var mıdır böyle bir şey? Gecenin saat ikisinde Pepsi reklamı niye girsin ki? Biz bittikten sonra giriyordu! Hiç eyvallahımız olmadı bu konuda. Sponsor olmak isteyenler oldu. Mesela biz Jack Daniels içiyorduk, rakip marka “bizimkini için” diye geldi, içmeyiz dedik. E içemezdik, çünkü hakikaten Jack Daniels içiyorduk! Yani bu kadar naif aslında her şey…
Sinan: Sağol, sağol ama aslında “eti sütü” derken başka şeyi kastetmiştim! Neyse, ona bilahare gireceğim de… (Kahkahalar) Anlattıklarından çıkardığım kadarıyla senaryoda bir takım süslemeler de var yani?
Mehmet Öztekin: Şimdi bu bir iki yerde mecburen yaptık. Mesela filmde Pepsi ve Coca Cola’yı kullanamayacağımız için, bu karşıtlığı gösterebilecek biçimde nasıl revize edeceğimize baktık… Yani gerçeğe en yakın, aslını bozmadan nasıl verebiliriz diye… İşte araba reklamının ortasına, “motorsiklet varken arabaya mı binilir lan?” şeklinde bir değişiklik yaptık… Aslında çok isterdik gerçekte nasıl olduysa öyle aktarmayı.  Yani bunlara süsleme denirse eğer, işte bu şekilde birkaç değiştirmeyi zorunlu olarak yaptık… Eh, 10 senelik bir süreci, o süreçteki olayları, karakterleri bir sinema filmi içerisinde aktarırken bazı dokunuşlar yapmak zorundasın. Zamana yayılı biçimde gerçekleşmiş 2-3 olayı, 2-3 gün içerisinde yaşanmış gibi anlatmak zorunda kaldığımız yerler de var. İki karakteri alıp, tek bir karakterde birleştirmek de var. Çok fazla girmek isteyip de giremediğimiz yerler de var… Bak özellikle bunu söylemek istiyorum. Üzerinde durmayı  çok istediğim karakterler oldu. Özellikle değinilmesi gereken çok önemli karakterler vardı. Bunlara girmeyi de denedim başta. Ama  karakterler o kadar ağır ki! Adamı bara oturtuyorum mesela… Kaan ve Mete’yle ya da Zeynep’le bir sahnesi var. Gelip geçiyor orada! Ama aslında durup bu adamla ilgilenmek gerekiyor senaryoda. Onun hikâyesini dinlemek gerekiyor. Bunun mümkün olmadığını gördüğümde, istemeyerek de olsa hiç girmemeye, hiç dokunmamaya, filmin içinde adını anmamaya karar verdim. Doğrusu da bu bence… Çünkü onların her biri bence başlı başına bir film konusu… Girdiğin zaman çıkamazsın…

Ulvi: Unutmadan araya girip sorayım hemen. Senaryo’da Tolga’ya pek iş kaldı mı? Bunu özellikle soruyorum çünkü Mehmet’in “Veronica Pompa İstiyor”kitabını okudum ve sana küfür ettim, kulakların çınlamıştır herhalde Mehmet! Abi  kitap okurken kendin bir hayal dünyası yaratırsın, kafanda karakterleri canlandırırsın dimi? Ulan izin vermiyorsun ki? Film seyreder gibi, sen ne çizdiysen s.ke s.ke biz onu canlandırmak zorunda kalıyoruz kafamızda! (Kahkahalar) Çok rahatsız edici yahu! Kitabı okurken bundan çok rahatsız oldum! Yahu bir izin ver de hikâyenin içine gireyim,  hayal edeyim, karakterleri ve olayları kafamda kurgulayayım değil mi? Yok abi! Mümkün değil. Kitap okumuyor, film izliyorsun adeta! O kadar dominantsın ki! İşte olayımız budur, okurken şunu şöyle, bunu böyle hayal edeceksin! İşte karı da böyle! Yani 31 bile çekemezsin, o kadar tanımlanmış bir şey! Çok rahatsız ediciydi çok! (Kahkahalar) Senaryoyu okumadım ama eğer öyle yazdıysan zaten kimseye bir bok kalmamıştır. Böyle bir şey oldu mu?
Mehmet Öztekin:
 (Gülüyor) Evet, korkarım öyle oldu!
Ulvi: Tolga bu durumda ne yaptı?
Mehmet Öztekin:
 Ya bu tip meselelerde benim eğilimim şu oluyor. Ben bunu böyle yapayım, başka biri çekecekse ve eğip bükmek istiyorsa, eğip büksün…
Ulvi: Yani adam darlanmadı mı? Bana alan bırakmıyorsun diye?
Mehmet Öztekin:
 Bilakis, o konuda tam aksi davrandı. Tolga’nın kendi ifadeleriyle konuşmak gerekirse, Tolga tam olarak kendi ifade ettiği şekilde çok steril bir ortamdan ve steril bir hayattan geliyor…  Bunu da sürekli söylüyor. Yani aslında böyle bir hikaye anlatmak için biz Tolga’yı “aşırı hijyen” diye tanımladık mesela… O ise “abi hijyen kelimesi bunu karşılamaz” dedi… (kahkahalar) Şimdi öyle baktığın zaman, Tolga hızla içine girmek istedi olayın. Ama “ben bunu yaparım, ben bunun ağzına s.çarım demenin de alemi yok” dedi…  O kafada bir adam Tolga…
Ulvi: Bilmediği sularda yüzdü yani…
Mehmet Öztekin:
 Evet biraz öyle oldu… Ama bu avantaj da getirdi… Dışarıdan bakabilen, ne bizim tanıdığımız ne de bizi tanıyan bir dünyadan bakabilen bir adamın gözüyle bu hikâye nasıl enteresan olabilir bakışını kattı filme…  Sinematografisine ve gözüne çok güvendiğimiz bir adam! Bilmiyorum aydınlatıcı olacak mı ama şöyle bir örnek vereyim: Bazı yerlerde çok katıydım ben…  Hani “abi, bu böyle olacak!” dediğim yerler vardı. Bunlardan biri kuşbeyin’di mesela… Özellikle altını çizişimden de anlamışsındır. Mesela çok uzun sahneler, yönetmeni korkutur. Çok uzun sahnelerin bir sürü stresi vardır. Sıkıcı olabilir, bayıltabilir, oyuncular duygudan çıkabilirler, montajı zordur… Kuşbeyin’inki böyle bir sahneydi…  O sahneye yazarken Tolga çok uzun olmaması konusunda beni uyarmıştı.  Ben dört sayfa gönderdim sahneyi! (Kahkahalar) Yani böyle şeyler oldu! Çok kavga ettiğimiz, çok tartıştığımız sahneler oldu…  Ama ben bir sahne tasarladım mesela, Tolga gelip kuş kondurdu! Buna bir de şöyle bir şey ekleyelim gibi çok önemli dokunuşlar yaptı.
Kaan Çaydamlı: Bence iyi bir terkip var burada… İçeriden ve dışarıdan bakabilen insanların oluşturduğu bir terkip.
Ulvi: Senaryoyu okumadım ama seni tanıyorum… Veronica’yı da okuyunca “ulan bu herifle çalışılmaz” dedim…  (kahkahalar). Bütün köşeleri kapatıyorsun çünkü…
Mehmet Öztekin:
 Ya evet,  ben öyle tercih ediyorum… Ha eğer sen bunu bozup yeniden yapmayı tercih ediyorsan, üzerine bir şeyler koymak istiyorsan, benim “aman ha dokundurtmam” gibi bir takıntım yok… Ama “işin sonunda çıkması gereken enerji, duygu budur” da diyorum… Yani sen bunu bozabilirsin, yüzseksen derece değiştirebilir, evirip çevirebilirsin… Sonuçta olması gereken duyguyu verebiliyorsan mesele yok…  
Ulvi: Film sindi mi içine peki? Kaan sana soramıyorum, sen izlememişsin çünkü filmi henüz…
Mehmet Öztekin:
 Sindi, sindi! Bunun üstüne çok düşündüm, sindi. Ha tabii sindi derken, elbette çok arıza görüyorsun… Ama eminim Tolga’da aynı şeyi hissediyordur…  
Ulvi: E sonu yok tabii… Bir yerde bırakmak gerekiyor…
Mehmet Öztekin:
 Tabii, gerçekçi olmak gerekir. Sonuçta başka biri çekti bu filmi.  Ben çekseydim bile bir sürü arıza bulacaktım yaptığım işte. Hele ki başka birinin, hele ki bambaşka bir dünyadan bakan bir adamın bazı dokunuşları rahatsız edecektir… Mesela ben, vizyona girmeden önce bir kere izledim.  Özellikle bir kere izledim. Tolga beni ikinci kez izlemem için çok çağırdı, çok baskı yaptı. Ama istedim ki bir demlensin, bakayım nasıl hissedeceğim…  Giderek kötü mü hissedeceğim, iyi mi hissedeceğim diye… Ama işte kötü bir yere gitmedi…