Kaybedenler Kulübü: Bir Kadıköy Röportajı

0
1454

“bilgi bir insanlık hakkıdır! paran yok diye bilgiye ulaşamıyorsan bu bir insanlık suçudur! bilgi lan bu!”

Mehmet Öztekin: Kaan “bunlar anlatılabilir şeyler değil” diyor ve ben orada birazcık tercüman olmaya çalışıyorum. Bu açıdan belki biraz enteresan bir noktada duruyorum. Şu an bir dizi çekiyorum. Popüler bir dizi… Sinemacılığın en aşağılık noktasıdır diziler. Popüler iştir sonuçta. Böyle bir dizi “işinde” çalışırken bir yandan da marjinal kabul edilen bir filmin senaryosunu yapmak enteresan bir nokta…
Sinan: Neyi çekiyorsun?
Mehmet Öztekin:
 “Aşk ve Ceza”yı çekiyorum ama Kaybedenler Kulübü’nün de senaristiyim. İkisi bir arada, düşünebiliyor musun? Bu beni çok zorluyor psikolojik olarak…
Kaan Çaydamlı: Sinan, işte bu senin soruna da cevap vermiş oluyor aslında… Anladın mı? “Aşk ve Ceza”yı çekiyorsun! Nasıl çekiyorsun abi? İşini ciddiye alarak çekiyorsun! Bir şeyler katmaya çalışarak çekiyorsun. Hayatını kazanmak için çekiyorsun! Eyvallah! Buna kim ne diyebilir? Ama Kaybedenler Kulübü’nün senaryosunu yazıyorsun, Veronica Pompa İstiyor’u yazıyorsun… Menajerin “dur ulan ben okuyayım önce” diyor (kahkahalar)

Ulvi: Ne? Senin menajerinde mi oldu? (Kahkahalar) bunu da başlığa çekelim! (Kahkahalar)
Kaan Çaydamlı:
 Acayip bir kadın! Hemen aşık olursun! Ben kendimi zor tutuyorum! (Kahkahalar) Bunu da başlığa çekin! (Kahkahalar) Şimdi burada Türk insanının ilk yapacağı şey yargılamaktır. “Ulan sen hem böyle takılıyorsun, hem de gidip aşk ve cezayı çekiyorsun, s.ktir git!” falan…  Hayır abi! Ne alakası var yani?
Ulvi: Eh işte ben de aynı şeyi yapıyorum. Reklamcılık yapıyorum! Ama oğlum var, okul taksiti var… Yapmak zorundayım yani…
Kaan Çaydamlı:
 Ama aynı zamanda iyi de yapmaya çalışıyorsun!
Ulvi: Yaptığım her şeyi iyi yapmaya çalışıyorum… Bu, kişilikle ilgili bir şey… Ne yaparsan yap, altına imzanı atıyorsun. Kimse hayatta öyle bakmıyor… “O adam işini iyi yapar ama bunu para kazanmak için üfürmüş” demiyor…
Kaan Çaydamlı:
 Şöyle bir dürüstlük var yani…  Oraya adını yazdırıyor adam! Bir sürü g.t, bu alemde entelektüelim diye gezinen bir sürü g.t, oraya zart zurt, yok bilmem ne yazdırıyor! Hepsi paçavra o yüzden benim için! Bu adam adını yazdırıyor abi! Mesela Erol Egemen örneği vardır. Herif yıllardır her yerde bir sürü büyük şirkette grafikerlik yapıyor, hayatını kazanıyor. Ama aynı zamanda altıkırkbeş’in kapaklarını da yapıyor! Hiç bir şey durduramıyor herifi bunu yapmak için…  Ne bu yani? O zaman “niye g.tünü satıyorsun? Niye bunu yapıyorsun?” mu denir? Kim diyebilir? Onu da iyi yapıyor, bunu da iyi yapıyor! Ha, bunu gelip yap demiyoruz adama…  Zaten “ulan niye göndermiyorsunuz?” diye arayıp bize bağırıyor! Hikâye budur! Yani bunu da konuşalım, bu da Poetix‘in dürüstlüğüdür. Çok önemsiyorum, hepimiz çok önemsiyoruz bunu… Hiç para kazanmıyoruz bundan. Her sayı sattığında “g.tümüze bir buçuk lira girdi” diye üzülerek, “ne kadar hızlı sattı lan” diyerek basıyoruz bunu. Mail gönderiyor insanlar buraya. İyiyse basıyoruz abi, tek kriter budur! Bu da bir cevap aslında sana… Yaptığımız şey bu… Yani herhangi bir çeteye üye olmana gerek yok…  İşte yok “Enis Batur tayfası”, yok “bilmem ne tayfası”… Hala var mı bunlar bilmiyorum gerçi ama, bizde bu tür şeyler yok. Bir şeyler yapabilmek için bir yerlere dahil olup, işte biraz yerleri süpürmen, biraz g.tleri yalaman gerekiyor ya bu ülkede… Bize göre değil bu işler.
Sinan: Evet, aidiyetler üzerine, müridlikler üzerine kurulmuş bir dünya var Türkiye’de…
Kaan Çaydamlı:
 Tabii, tabii…  Cemaat anlayışı var…
Sinan: Ulvi sizi ve sizin yaptıklarınızı önüme ilk koyduğunda “hmm, bir grup marjinal” diye baktım olaya…  Hatta dün gece konuşurken, laf arasında “abi nedir yani, ana avrat düz git, alt alta koy… Bu mudur bu ağabeylerin işi?” diye baktığım bir olaydı sizin olayınız… Fakat tanıdıkça, konuştukça belki yine sezgisel olarak, bu coğrafyada çok da fazla alışık olmadığımız bir özgürleşme hareketi olduğunu hissediyorum bunun…  Bundan dolayı da önemsiyorum… Yoksa s.kseler beni buraya getiremezler…
Mehmet Öztekin:
 Eyvallah!
Sinan:  Fakat problem şu…  Bunun formülasyonunu da göremiyorum… Bunu formüle eden bir şey, bir mekanizma da yok…  Bu ancak söylediğim gibi, sezgisel olarak ifade edebildiğim bir şey… “Hmm evet! Bu, aidiyeti gerektirmeyen bir özgürleşme alanı… Böyle bir alan yaratılmış burada ve bunun ucu bucağı, başı kıçı yok !”
Kaan Çaydamlı:
 Doğrudur!
Sinan: Kaybedenler Kulübü popüler bir ürün olsaydı, üzerinde fazla konuşmaz, geçer giderdik… “Bu, budur” derdik… Ama tezi olan bir adamsın… Dolayısıyla bu tezin birebir formüle edilebilmesi mümkün olmasa bile, en azından ip uçlarının paylaşılması gerektiğini düşünüyorum… Bireysel özgürlük, bu tür bir özgürleşme Türkiye için hala daha çok yeni, hala daha algılanamayan bir şey…  Ama sen çıkıp, “ben bunu seksenlerde, doksanlarda yaptım” diyorsun… “Ben bunları, bunları yaptım, aştım” diyorsun… “Bu defteri dürdüm kenara bıraktım” diyorsun… “Dünyada ne olmuş ne bitmiş, onu da koydum ortaya, ne bokun varsa ye!” diyorsun… Oysa bu arada dünya özgürleşmeye gitmiyor…  Dünya cemaatleşmeye gidiyor… Klasik cemaatlerden modern cemaatlere doğru sosyolojik bir evrilme bu…  Ben bunu konuşmak isterim seninle…  Bütün bu süreçte sen nerede duruyorsun? Sen bu süreçle nasıl baş ediyorsun?
Kaan Çaydamlı:
 Eh çok zor baş etmek! Anladım… Hmmm… Şimdi politik bir soru mu sordun sen?
Sinan: Evet politik bir soru sordum, hayat politika üstüne (Kahkahalar)
Kaan Çaydamlı:
 Sen ne sordun ya?
Sinan: Sen ne anladıysan… (Kahkahalar)
Mehmet Öztekin:
 Ben… Ya neyse, sen cevap ver de…
Ulvi: Ben ne anladığımı söyleyeyim mi?
Sinan: Sen bir dur yahu, tercüme etme…
Ulvi: Yok tercüme değil… Şenol bir önceki sayıda mail attı, “kardeşim beğeniyoruz demeyin, para gönderin” dedi. İlk para gönderenlerden biri sanırım benim… Niye? Yarın bu dergi çıkamıyor desen, ben makinemi satarım bir sayı da çıkarabilirim… Belki iki sayı çıkarabilirim… Çünkü bu derginin olması lazım…
Kaan Çaydamlı:
 Katılıyorum…
Ulvi: İsterse sadece 500 kişi okusun, fark etmiyor…  Bu derginin rafta olması gerekiyor… Bu ülkede böyle birileri var, böyle yaşayan insanlar var, böyle hisseden insanlar var… Bunun için bu derginin rafta olması gerekiyor! Sev sevme, beğen beğenme… Her yazıyı ben de beğenmiyorum. Beğenmek zorunda da değilsin ama o yazı orada… Cünkü bizim bir medyamız yok, bunun orada olması gerekiyor…

Sinan: Sen de böyle mi düşünüyorsun Kaan?
Kaan Çaydamlı:
 Hmmm. Şimdi tabii biraz aidiyet durumu var burada… Ben tam olarak öyle düşünmüyorum… Fakat bu dergi için “çıkın lan sokağa yazılayın” dediğimde bilmem kaç kişinin çıkıp geceyi nezarethanede geçireceğini biliyorum… Bu başka bir şey… Senin ısrarla güç dediğin şey bu belki… Ama bunu sağlayan dürüstlük yine… Çünkü bunun içinde “iyi olmak” dışında hiç bir kriter yok… Peki iyinin kriteri ne? Biziz maalesef! Şenol, Mehmet, ben, yani altıkırkbeş’teki herkes iyinin kriteri! yani tartışmıyoruz tartışıyoruz yani iki defa adamın şeyi var “Bahama Kuşkusu” diye bir seriye başladık. 8 kitap gönderiyor insanlar… İyiyse basıyoruz… Bir sürü yer satmayı reddetti…  Mesela Remzi reddetti Bahama Kuşkusu’nu satmayı… Uygun bulmadı…Arkadaş Ankara uygun bulmadı… S.ke s.ke satacaklar anladın mı? Bak ben bu yüzden savcıya ifade vermek durumunda kalabilirim… Çünkü burada neler diyor herif? “Ya Resullulah! Dün gece tam karşımda sonbahar kokan bir kadındın, saçların sarkıyordu ince ama etli kulaklarından. Ve ne zaman seni koklasam, aklım sonsuz kırlarda dolanırdı…” Şimdi burada bir Tanrı güzellemesi var aslında… Ben bunu sonuna kadar savunurum anladın mı? Bunun için hapiste yatarım! Hiç te şu kadar buramda olmaz! Ama burada bir başkası “underground yapacağım” diye ikiyüz tane s.k, g.t, s.k koyduysa, g.tüne koyayım, a.ına koyayım filan koyduysa… Yani bunu savunamayacaksam, onun için hapis yatamayacaksam, o zaman onu basmam! Kriter budur! Çünkü underground başka bir şeydir abi! Onu savunurum ben… Bu da dürüstlüktür işte! Bunun kriteri biziz maalesef! Biziz, çünkü kimse bunu yapmıyor bu ülkede! Kimse bunu göze almıyor, biz alıyoruz! Niye? Çünkü bu acayip bir metin oğlum! Bu yani, bu! Enteresan bir şey söyleyeyim, Türkiye’den çok yurt dışında ses getiriyor bu dergi… Bir sürü üniversitenin kütüphanesine giriyor… Oxford’dan, Cambridge’den profesörler geldi, röportaj yaptılar…  Gelin ders verin dedi herif… Yurt dışından yazı gönderiyorlar buraya…
Mehmet Öztekin: Nietzsche CircleNew School New York… Onlar girmek istiyor…
Kaan Çaydamlı: Martin Puchner! Kitabını aldık, önsöz yaz dedik. 2 gün sonra 20 sayfa gönderdi… “Bundan sonra bütün kitaplarımı basabilirsiniz, kimse sizden para isteyemez” dedi. Şimdi Martin Puchner bize bunu diyorsa bu çok ciddi bir şeydir… Kimse bunun farkına varmıyor olabilir ama, 20 yıl sonra, 30 yıl sonra farkına varırlar… Ama Martin Puchner “kimse sizden copyright parası alamaz derse” ben de bunun arkasına copyleft çakıyorum, “eğer alamıyorsan buradan indir” diyorum… Ben de bu kadar dürüstüm yani… Çünkü şuna inanıyorum: Bilgi bir insanlık hakkıdır! Paran yok diye bilgiye ulaşamıyorsan sana karşı bir insanlık suçu işleniyordur! Bilgi lan bu!
Sinan: Bu bir manifesto!
Kaan Çaydamlı:
 Tabii manifesto! Copyleft! S.kerim rightı! Yani sağ-sol anlamında demiyorum bunu…  
Sinan: Anlıyorum…
Kaan Çaydamlı:
 Kaldı ki sağı da s.keyim!
Ulvi: “Ayrıca” diyorsun yani!
Kaan Çaydamlı:
 Özel olarak! (Kahkahalar) Hikâye budur! Altıkırkbeş’in hikayesi de budur… Kaybedenler Kulübü’yle ilgili de söyleyeceğim şu: Altıkırkbeş’le bu ülkede on beş yıl önce bastığımız şeyleri daha yeni basmaya başladılar, yeni basıyorlar… Bizim şu anda basmaya başladığımız şeyleri on beş yıl sonra basacaklar… Manifestomuzda bunu net söylüyoruz. Hikâye budur yani… Bunun peşindeyiz, bu bizi heyecanlandırıyor… Ama bu arada para kazanmak için yapmamız gereken işler var… Ben mühendislik yaptım mesela… Bir sürü bina yaptım…