“bir gün birisi gelecek ve altıkırkbeş benim diyecek. böyle yürüyor bu hikâye. abuk subuk gelebilir ama böyle…”
Sinan: Gerek Şenol’dan, gerek bu konuşmalardan anladığım kadarıyla okuyucunuzu bir yere taşımaya çalışıyorsunuz aslında… Bir yere taşımak gibi bir derdiniz var?
Kaan Çaydamlı: Aslında derdimiz kendimizle… Biz bunları yayınlıyoruz çünkü biz bunları okumak istiyoruz! Yayınevinin nasıl başladığını anlatıyım sana. Fotoğrafla uğraşıyorum, bir sürü ödül aldım. Bodrumda duruyor işte ödüller! O kadar çok ki anlatamam… İşte uluslararası yarışmalardan isme davetler falan… E tabii bunlarla t.şak geçmek zorunda kaldık biz. Başka adamlar çıkarttım kendi yerime; konuşma yaptılar, ödül aldılar rektörlerden, şunlardan bunlardan… O bir kırılma noktasıydı. Gençken heyecanla başlıyorsun. Ödül alıyorsun, onurlandırılıyorsun. Sonra bir bakıyorsun, “ne lan yani? Onurlandırıl, onurlandırıl, onurlandırıl!” On beş kişi o fotoğrafa bakıyor. Gerçekliği yok yani… Fotoğrafla ilgili bir şey okumak istiyorum, yok! Mühendislik yapıyorum. Camera Lucida diye bir kitap var, bunu okumam lazım. E İngilizcem yok? Verdim parayı çevirttim, elden ele dolaşmaya başladı… Okumak istiyorum, ihtiyacım var! Sonra bir gün “ulan o zaman basalım bunu?” dedik… Bizim yayıncılığın başlama hikâyesi budur… Ve bu bugüne kadar da değişmedi. Temel güdü budur. Bunları basmıyorlar, insanlar bunları merak etmiyor! Herkes s.ktiğimin memleketinde fotoğrafçı! Ama kimse fotoğraf üzerine okumakla ilgilenmiyor! O zaman fotoğrafçı olamazsın zaten? Sinema için de geçerli aynı şey…
Mehmet Öztekin: Şiirde de öyle? Herkes şair?
Kaan Çaydamlı: Hele şiir? Şiir 150 tane satar bu ülkede! Her gün dört tane şiir dosyası gelir bize! Nasıl oluyor bu iş?
Mehmet Öztekin: Şiir satmıyor…
Kaan Çaydamlı: Şiir okumayan şairlerle doluyuz! Böyle bir durum… Bu bizim ihtiyacımız… Yani bir ilgi alanım var, okumak istiyorum! Bu herifin bir ilgi alanı var okumak istiyor… Şenol keza öyle… O zaman bunları kendimiz okumak için basıyoruz. Temel çıkış noktası bu…
Sinan: Okuyucu zorluyor mu seni bir noktada?
Kaan Çaydamlı: Okuyucu takip ediyor… Radyo programındaki durumla aynı… Tamam, bir sürü adam aralarından çıkıp, sıyrılıp geliyor… Kerem çıkıyor mesela, Bursa Fuarında duruyor… Niye duruyor bilmiyorum?
Mehmet Öztekin: Biri barındırıyor mesela Bursa’da…
Kaan Çaydamlı: İnternette duyuruyoruz mesela… “Dayanışma: Altıkırkbeş’ten birisi gelecek, kalacak yer var mı?” diye. Yarım saat sürmüyor, “bizde kalsın” diye yanıt geliyor. Bir anarşist grup varmış mesela, onların evinde kalıyor şimdi herif. Orada fuarda duruyor… Ne satıyor, kaç para var cebinde bilmiyoruz. Getirip veriyor herif parayı… Şu kadar harcadım, bu kadar sattım deyip gidiyor… Şunu yap diyoruz, yapıyor herif… Mesela bir başkası; Özgür Kurtoğlu, CV atmış geçen gün. Acayip bir CV’si var herifin. Yirmi küsur yaşlarında bir çocuk, IT danışmanlığı yapıyor şirketlere… “Abi CV’m bu, ne yapabilirim ben?” diye CV atıyor… Bırakın da şimdi bu adam bir şey yapsın! Yapmak istiyor çünkü… Şenol’un çıkışı da öyledir. Sizin röportajda dediği şey doğrudur yani… Bir gün birisi gelecek, ben Altıkırkbeş’im diyecek ve devam edecek… Hikâye böyle yürüyor. Çok tuhaf gelebilir, abuk subuk gelebilir ama mekanizma böyle yürüyor hakikaten.
Sinan: Yo, yo! Aksine bunlarla anlam kazanıyor hikâyeniz…
Ulvi: Ben kendimden biliyorum. Mesela ben bilimkurgudan nefret ediyorum ama Altıkırkbeş’in bütün bilim kurguları bende var… Para verip aldım! Niye? Çünkü alınması lazım… Çünkü bunun dönmesi lazım… Birilerine de aldırdım, aldırıyorum…
Sinan: Peki seni aşabilecek bir okuyucu tahayyülün oldu mu Kaan?
Kaan Çaydamlı: Şöyle şeyler var… Oxford’dan bir profesör geliyor tanışmak için… Geliyor adam… Amelie’nin sanat yönetmeni geldi, bizde üç gün kaldı. Niye bizde kalıyor lan bu adam? Bir de niye kendi evindeymiş gibi kalıyor yani? O kadar rahat ki? Şimdi bu adamla çalıştılar mesela… Hani bana sordun ya, “nasıl oluyor” diye… Bu herifle ne konuştular bilmiyorum… Herif o kadar rahat hissetti kendisini, geldi üç gün kaldı… Michael diye bir herif aradı beni, “karımla geliyorum” dedi… Amelie’nin görüntü yönetmeniymiş…Acayip bir sanat yönetmeniymiş… Herif güzel bir iş yapmış, biz hayranız herifin yaptığı işe…
Mehmet Öztekin: E tabii şöyle şeyler de etkiliyor insanları… Adam gelmiş yurtdışından, ne yapılır? İşte Topkapı Sarayı, Dolmabahçe Sarayı gezdirilir… Ben adamı aldım Moda’ya çay bahçesine götürdüm… Salı pazarına götürdüm… Delirdi adam! Hiç unutmuyorum, Moda’da soğuk bir gündü, kapalı bölümde oturduk. İnanılmaz bir kitle var, tam bildiğiniz Moda’lı o yaşlı tayfa… Gelmişler, oturmuşlar kağıt oynuyorlar, çay içiyorlar falan… Denize bakıyoruz, böyle çok güzel bir manzara var… Hava karanlık ve yağmurlu… Adam dedi ki, “ya çok güzel manzara var ama müsaade edersen şu tarafa doğru oturacağım” deyip, insanlara dönüp oturdu… Çünkü o gözle baktığında, gerçekten çok acayip bir manzara var orada… Şemsiyeli, şapkalı, yaşlı başlı adamlar oturmuşlar, briç oynayıp sohbet ediyorlar…
Kaan Çaydamlı: Pipolarını içiyorlar…
Mehmet Öztekin: Korkunç bir görüntü! Salı pazarını gezdirdim adama… Adam salı pazarının ortasında bana, hiç abartmadan söylüyorum “s.keyim Topkapı Sarayını!” dedi… Öyle bir görüntü var ki orada hakikaten, o gözle bakmaya başlıyorsun… Onlarla gezerken çok daha iyi fark ediyorsun ki gerçekten acayip bir şey bu bizim salı pazarı!
Sinan: Hay sizin Salı Pazarınıza! Benim sorumu kaynatmayın! Kaan, okuyucunun seni aşabileceği bir noktayı tahayyül ediyor musun?
Kaan Çaydamlı: E işte oraya geliyoruz yahu! Tabii ki! Zaten aşkın bir durum var ortada… Biz zaten öğrenmek için bunların peşindeyiz. Hazır bunun peşindeyken de bunları basalım diyoruz… Poetix’de bir sürü adam yurtdışından alıyor, takip ediyor bizi… İspanyol bir profesör gelip, “siz bunları gerçekten bastınız mı?” diyor. İnanamıyor herif! “Ofisinize gelmek istiyorum” diyor. Oxford’dan gelen herif mesela… Böyle böyle kitapları var… Bu herif beni bin defa aşmış zaten! Anlatabiliyor muyum?
Mehmet Öztekin: Şu da var… Biz “Şafak Güncesi” diye bir iş yapmaya kalktık…
Kaan Çaydamlı: Bu hikâyeyi anlat bence?
Sinan: Şimdi şunu anlıyorum o zaman… Yani sen zaten Türkiye sınırlarında şey yapmadığını, çok geniş, çok “dünyalı” bir kitleye ulaşabildiğini söylüyorsun?
Kaan Çaydamlı: Artık bunlar bizi buluyor… İnternet!
Mehmet Öztekin: O alt yapı oluşmuş durumda…
Kaan Çaydamlı: 15 sene önce böyle değildi. Şimdi internete bir şey yaz, Altıkırkbeş çıkıyor!
Mehmet Öztekin: Şafak Güncesi diye bir proje yapmaya soyunduk…
Kaan Çaydamlı: İnanılmaz bir hikayedir!
Mehmet Öztekin: 7-8 yıl önceydi değil mi? Olmuştur o kadar?
Kaan Çaydamlı: Ankara’da içiyoruz, bir geyiğin ortasında bir laftan başladı her şey… Mehmet’te birden ampuller yandı ve bir projeye dönüştürdü onu… Acayip bir hikâye mesela!
Mehmet Öztekin: On tane yazarla özel hayatları üzerine bir belgesel… Biz bu on yazarı belirledik ama şimdi bunun bir maliyeti var… Çekim maliyeti var… Ama öyle isimler var ki, asıl zor olan bu isimleri bu projeye ikna etmek! Fakat biz bunu inanamayacağın bir kolaylıkla hallettik! Geriye sadece bütçeyi bulmak kaldı ve biz o zaman acı bir gerçekle yüzleştik: o bütçeyi bulmak söz konusu bile değil! Bu arada basit bir bütçeden bahsediyoruz ha!
Kaan Çaydamlı: Yazarları saysana?
Mehmet Öztekin: Mesela Michel Tournier… David Grossman… Enrique Vila-Matas!
Ulvi: Biri öldü, kaçırdık demiştin o dönemde?
Mehmet Öztekin: Jurgen Habermas, Peter Ackroyd! Pardon yani!
Sinan: S.ktir! Bunların özel hayatlarını çekeceksin?
Mehmet Öztekin: Evlerinde beşer gün konuk olmak üzere yapıyoruz… Ion Derillo! Yıllardır New York dışında münzevi bir hayat sürüyor. Kimseyle görüşmüyor, kimseye röportaj vermiyor… Kabul etti! Daha da acayibi, Fredric Jameson, kendisi talep gönderdi… Yoktu bizim listemizde ama “ben bu listede olmak istiyorum” diye talep yolladı. Vüs’at O. Benervardı tek yerli isim… “Hastanede bir kontrolüm var, onu yapıp çıkayım, öyle yapalım” demişti… Girdi, çıkamadı…
Sinan: Bu kadar insanın böyle bir şeyi kabul etmesinin arkasında saik, sizin bugüne kadar yaptığınız işler elbette… Müthiş!
Mehmet Öztekin: Evet öyle olmalı diye düşünüyorum… Biz bunu hiç sorgulamadık ama… Michel Tournier hiç tereddüt etmedi. İlk ona gidecektik. Ama mesela Tournier’in “Veda Yemeği”ni nasıl yazdığıyla değil de, neden Paris’e 85 kilometre uzakta oturup, niye Paris’e gitmediğiyle ilgileniyorduk daha çok…
Kaan Çaydamlı: Onların Kadıköylerini görmek istiyorduk anladın mı? Hikâye budur!
Mehmet Öztekin: Evet! Nerde yazıyor, karısı kim, hangi kafede oturup kahvesini içiyor? Bunları anlatmak istiyorduk. Kabul ettiler. Evlerinin içinde olacağız ki dediği gibi en çarpıcı örnek Dondevilyo’ydu… Adam kimseyi kabul etmiyor çünkü… Kimseyi! Hiç bir röportajı, hiç bir görüşmeyi! Yayıncısı dışında hiç kimse nerede yaşadığını bilmiyor, bırak görüşmeyi…
Sinan: Ne yaptın peki sen? Elinde böyle bir proje var?
Mehmet Öztekin: Evet elimizde böyle bir proje var ve bunu çok da güzel dosyaladık… Ambalajını da bir güzel hazırladık… Acayip dosyalar yaptık… Çok küçük bütçeler istiyoruz. Mesela çekim ekibi beş kişi… Gidip ben kullanacağım kamerayı, o konuşacak, öteki sesleri alacak falan… Böyle bir durumda bile yok işte abi… Bırak bütçeyi, bütçenin yarısını bulmak bile imkânsız! Yarısını ben veriyorum cebimden desen, kalan yarısını bulmak mesele…
Kaan Çaydamlı: Bir tek Enis Batur! İki yazarı vardı Yapı Kredi’nin: Peter Ackroyd ve Vusat O. Bener vardı…
Mehmet Öztekin: Enis Batur “bunları ben karşılarım” dedi…
Kaan Çaydamlı: “Bunları ben karşılarım, gerisini siz bulun” dedi. Ali Saydam’a gittiğimizi hatırlıyorum…
Mehmet Öztekin: Ali Saydam ile çok ağır bir görüşme yaptık. “Bu hayatımda gördüğüm en acayip projelerden biri… Benim 25 müşterim var, hiç birini sokmam bu projeye” dedi… “Çünkü bu projeyle öyle bir iş yapmaya kalkıyorsunuz ki, benim herhangi bir markayı bunun arkasına konumlamam milyon dolar harcamayı gerektirir” dedi… Adama hak verdim… Tabii o taraftan bakınca işin reklamcılık, marka konumlama ıvır zıvır boyutları var… Ama bir yandan da alınmış sözler var… Faksları gösteriyoruz, elimizde belgeler var… Tournier’in evine beş gün girebilme iznim var… Bugün yok artık böyle bir şansımız… Bitti zaten, adam konuşamıyor şu an… Hastalık yüzünden cümle bile kuramıyor, ne dediğini hatırlamıyor falan… Biz bunu o gün yapabilseydik, Tournier ile ilgili son şeyler elimizde olacaktı… Habermas’la ilgili son meseleler elimizde olacaktı…
Sinan: Allah aşkına neydi bu projenin maliyeti?
Mehmet Öztekin: 250 bin Dolar’dı… 10 yazar için 250 bin! Yazar başına 25 bin Dolar para istedik biz…
Kaan Çaydamlı: Ama dikkatini çekerim, bir tanesi de San Diego’daydı… Değil mi? Arjantin’e gidiyorduk?
Mehmet Öztekin: Tabii, çok büyük bir şeydi!
Sinan: Şirketlerin nerelere, hangi abuk subuk projelere ne paralar harcadıklarını düşününce…
Ulvi: Projelerde sonuçta hep müşterinin vizyonuyla sınırlısın… Adama projeyi götüreceksin orada on isim varsa, onunu da tanımıyor mesela…
Mehmet Öztekin: Evet onu da söyledi!
Kaan Çaydamlı: Ama tanıması da gerekmiyor ki? Sonuçta markaya faydası yok, o gözle bakıyor adam… Bulabildiğimiz tek fon Almanya’dan çıktı. Türkiye’de değil de başka bir ülkede yaşıyor olsaydık, daha farklı bir durum olacaktı belki de…
Ulvi: Belki de Avrupa Birliği fonlarını takip etmek gerekiyordu?
Mehmet Öztekin: Ya biz o konularda çok da başarılı değiliz… Mesela Euroimage’a bir mektup yazdım. Faks çektim. Euroimage temsilcisi Faruk Ünaltay bana saçma sapan bir cevap verdi, “bu olmaz” falan filan diye… Başka matematikler vardı orada. Sonradan sektörün içine biraz daha girince anlıyorum bunu… Ama 250 bin dolar diyorum sana… Bu para sadece Peter Ackyord için harcanır, bilen bir adam için yahu…
Kaan Çaydamlı: Hayır, hayır! 250 bile değil. 150 bin Dolar! 100 bin Dolar’ını Enis Batur sağlamıştı zaten…
Sinan: Evet, bir de o var… Enis Batur’un bir kısmını karşılamayı kabul ettiğini söylemiştin az önce, doğru…
Kaan Çaydamlı: 4.000 Euro’da Almanya’dan bir fondan gelmişti…
Mehmet Öztekin: 4.000 Euro geldi evet… Küçük bir fondu o… Köln’de kendi halinde, bizim kişisel bağlantılarımızla bulduğumuz bir kaynaktı… Kısa filmleri destekliyorlar… “Biz 45 dakikalık bir bölümü destekleyebiliriz” dediler. Başka paraları yok adamların… Sonuçta Şafak Güncesi gibi bir projenin gerçekleştirilememiş olmasına çok üzülüyorum…
Kaan Çaydamlı: Toyluğumuz da var burada… Toyduk da o zamanlar… Daha çok başındaydık, hiç bilmiyorduk… Böyle bir kültürümüz de yok bizim… Şimdi bu ülkede Fransız Kültür Merkezi “Fransız yazarları destekleteceğim” dedi. Sadece Fransız yazar basan bilmem kaç tane yayınevi çıktı… Evler, arabalar, yatlar almışlardır herhalde… Fransız fahişelerle yatmışlardır (Kahkahalar)
Mehmet Öztekin: Bu çok üzdü beni yani…
Ulvi: Üzülme, ben yıllardır bu sektördeyim, şimdi “bu on ismi tanıyan kaç firma yöneticisi sahibi vardır?” diye düşünüyorum, bulamıyorum…
Kaan Çaydamlı: Bu şimdi kötü yöneticilik değil mi? şimdi sana on tane adam geliyor, liste var, her bir şey var yani burada… Danışmanların da mı yok senin?
Ulvi: Yok abi, yok!
Mehmet Öztekin: Enrico Flamatas mesela… James Joyce ile kıyaslanan bir yazar. O zaman çok sinirim bozulmuştu yani… Şöyle bir olay yaşadım, bu konuyla da bağlantılı. Adolfo Dominguez parfüm reklamı çekiliyor… Her şey İspanyol… Müşteri İspanya’dan geliyor, ajans İspanyol TBWA falan… Bir ajans başkanı var, hiç kimseyle muhatap olmuyor. Pamukkale’de travertenlerde reklam filmi çekiyoruz. 2-3 gün çekeceğiz… Akşam oturuyoruz böyle, sohbet ediyoruz… Herkes kendi halinde… Ajans başkanı kimseye merhaba bile demiyor. Uzun bir masada oturuyoruz. Ben yanımdakiyle sohbet ediyorum, o yönetmenle sohbet ediyor İspanyolca… Enrique Vila-Matas’ın geçtiğini duydum. Döndüm, “siz Enrique Vila-Matas mı dediniz?” dedim adama… “Evet? Biliyor musunuz Vila-Matas’ı?” dedi. “Elbette biliyorum” deyince o kimseye merhaba demeyen adam beni yanından ayırmamaya başladı… Her gün beraber kahvaltı ediyoruz… O kadar ki adam artık bunaltıcı bir seviyeye geldi… Adamcağızın derdi de, “Türkiye’de bir insan nasıl olur da Vila-Matas’ın farkında olur, nasıl olur da Vila-Matas’ı bu kadar iyi bilir” meselesi… Projeyi ona da anlattım mesela, çok ilgilendi…
Ulvi: Onun da kaç tane müşterisi çıkar ki?
Mehmet Öztekin: Bence onun tek başına hiç kimseyi arkasına almadan bu tür projeleri yapabilme gücü var… “Ya müthiş proje! Yapmalısın bence bunu” dedi ve sustuk (Kahkahalar)
Kaan Çaydamlı: E orada işleyiş böyle, başvuruyorsun Cervantes’e alıyorsun ve bitiyor tabii…
Sinan: Neyse artık bu projeyi gerçekleştiremediğin için bu kadar üzülme. Sonuçta Altıkırkbeşte de çok istediğin, ama telifini ödeyemediğin için kazandıramadığın şeyler vardır…
Mehmet Öztekin: Çok geliyor başımıza…