Ne yapıyordu editör olarak?
“Ankara’dan gelen haberleri belirli bir denge içerisinde sayfaya yerleştirmekti işim. Siyasette hiyerarşiye göre bir sayfa dengesi oluşturuluyordu. Birkaç gün içerisinde öğreniyordun bu dengeyi. İşte Başbakanın haberi, altında varsa bakanlarla ilgili haberler. Ana muhalefet partisi liderinin haberi falan. Politika sayfalarında zaten Ankara muhabirlerinin haberi önemlidir. İstanbul belirlemez yani politika haberlerini.”
Açalım biraz şu dengeyi…
“Bazı şikâyetlere karşı, dikkatli olma uyarısı geliyordu tabiî. Sonuçta bizdeki politikacıların yaklaşımı belli… Eskiden de aynıydı durum. Tansu Çiller’in ekibi de arayabiliyordu hoşlanmadığı bir haberle karşılaşınca, asker de arayabiliyordu, şimdiki Hükümet de…”
Peki ne oluyor “politikacının hoşuna gitmeyen haber yayınlandığında?”
Gülüyor… “Aslında o denge son bir, bir buçuk yılda bozuldu biraz. O zamana kadar daha çok teknik konularda uyarılar alırdık, işte sayfada şu haber biraz daha büyük görünsün, o fotoğraf oraya konur mu falan diye. Ama son bir buçuk yılda durum değişti. Sertleşmeye başladı. İmralı tutanakları yayınlandıktan sonra, o ses kayıtlarının yayınlanmasının ardından sorunlar hızla büyüdü. Birileri gönderilmeye başlandı. İşte o dönemde Derya Sazak da Can Dündar da, Hasan Cemal de gönderildiler… Derya Sazak’ın yerine Hikmet Bila geldi, biraz daha sıkılaştı ortam. Bu, hükümetin de medya üzerinde daha fazla baskı kurmaya başladığı bir dönemdi ki zaten hemen ardından 17-25 Aralık süreci geldi. Tecrübeli kadroların gitmesi zorladı tabii gazete mutfağını. Mesleki anlamda fikir danışabileceğin insanlar azaldı. Daha bir tek başımıza hissetmeye başladık kendimizi deneyim açısından. Gazetecilikte profesyonellikle Yazı İşlerinde profesyonellik biraz farklıdır. Ekip işidir bu ve ekibin önemli bir bölümü gidince zorlanıyorsun. Sayfa oldu mu olmadı mı diye fikir alışverişinde bulunabileceğin kimse kalmıyor sonuçta. Bir haber geliyor mesela, 15 bin vuruş… Kısaltman gerekiyor ama şurasında Bakan bir şey demiş, neye göre kısaltacaksın. Sorabileceğin, mesleki tecrübesine başvurabileceğin kimse kalmıyor… Ne yapıyorsun bu durumda? Olduruyorsun! Bir tür oldurma düzeni kuruluyor. Sonra tabiî daha doğrudan talimatlar gelmeye başladı. Artık bazı önemli olaylarda hükümet açıklama yapmadan haberin ne büyüklükte girileceğine karar verememek, habere başlık atamamak gibi ‘sıkıntılar’ yaşanıyor, bu da editörü çok zorluyor. Haberin hak ettiği yer ve başlıklar var ama gazete yönetimleri pozisyon belirlemek için hükümet açıklamasını bekliyor… ”
Benden Bir Kabataş Haberi Çıkmaz…
Gönderilenler gittiğinde, kalanlar ne yapıyor? Eskiden, çok eskiden bir gazeteci “gönderildiğinde” toplu istifalar oluyordu mesela… Şimdi nasıl durum?
“Olmuyor artık öyle şeyler. Hem zaten gidenler, istifa etmeyin, kalın burada diyorlar. Çünkü yetişmiş insan önemlidir gazetelerde. Hem istifa etsen ne olacak? Kal orada, yapabildiğin kadar doğru bildiğin işi yap, zaten seni de atacakları zaman atacaklar. Eskiden toplu istifalar oluyordu çünkü ekibin gidebileceği başka yerler vardı. Başka bir gazeteye geçilirdi. Daha fazla iş vardı. Şimdi nereye gideceksin ki istifa etsen? Medya öyle bir bölündü ki? Zaten belli gazetelere asla giremezsin.”
Hafızam devreye giriyor hemen. Israr ediyorum: Ama eskiden de böyle büyük bölünme vardı. Kıran kırana bir Dinç Bilgin- Doğan Grubu rekabeti vardı mesela? Birinden öbürüne geçmek o kadar da kolay değildi. Hatta mesela Doğan Grubu’ndan çıkarılan biri Dinç Bilgin’in medyasına alınmazdı öyle kolay kolay. Bir tür yazılı olmayan anlaşma vardı iki grup arasında” diyorum. Biraz düşünüyor…
“Aralarında bir centilmenlik anlaşması vardı ve transferler olmuyordu pek ama o büyük ekip geçişlerinde centilmenlik anlaşması çok da işlemiyordu. Birisi iyi bir anlaşma yaptığında, ekibini alır geçerdi öteki tarafa. İki grup olsa da, mesela sen Doğan’da çalışmışsın, asla bizde çalışamazsın diye bir yaklaşım olmazdı. Mesela ben şimdi Akşam’da, Star’da çalışabilir miyim? Çalışamam. Milliyet’te bile tutmadılar, Akşam’da, Star’da tutarlar mı? Habercilik anlayışlarımız da uymuyor zaten. Mesela ben bir Kabataş haberini onların istediği şekilde yapmazdım. Yapmayacağımı da bilirler. Hani ezkaza alsalardı, ikinci gün bu haber değil derim ve onlar da beni gönderirlerdi zaten” diyor gülerek.
“Ama Milliyet’te çalışmayı kabul ettiğinde, Milliyet’in yazılı olmayan kurallarını kabul etmiş olmuyor musun peki? Şimdiki Akşam’a gittiğinde, Akşam’ın yazılı olmayan kurallarına uymayı neden zul kabul ediyorsun?” diyorum.
“Zul kabul etmiyorum. Her gazetede devletin baskısını öyle ya da böyle hissedersin. Türkiye’de sansürsüz bir dönem hiçbir zaman olmadı. Ama şu anda olan şey başka bir şey! Sansür değil bu. Haber uydurmak! Eskiden haber uydurulmuyor muydu? Uyduruluyordu tabii ama bir yerinden tutardı. Kaza geçirdiyse adam, sabah evden işe gitmek için çıkarken eşini öperken, bunun son öpüş olduğunu bilmiyordu gibi şeyler yazılırdı. Tabii öpüp öpmediği kısmını bilmiyoruz, orayı sallardı muhabir. Politik haberlerde hükümet ve Genelkurmay’ın olayları çarpıtan açıklamalarıyla yapılan haberler vardı… Ama şimdi durduk yere haber uydurma durumu var. Kabataş örneğinde gördüğümüz gibi. Hiçbir gerçekliği olmayan senaryo yazmak… İşte bununla sansür farklı şeyler.”
Sinan: Sen şimdi Elif Hanıma masa başında haber uydurdu mu diyorsun?
Semra Pelek:Ben demiyorum, kendileri söylüyor artık!
Sinan: Ama isteyen savcıya verebileceğini söylüyor ses kayıtlarını?
Semra Pelek:Versin? Ne bekliyor? Cem Küçük bile bunun kurgu haber olduğunu söylüyorsa kime ne diyor Elif Hanım? Kendi aralarında bile tartışır hale geldilerse, bize laf düşmez bence!
İster istemez haberciliğin yeni formuna giriyoruz;
Sinan: Artık kurgu haberciliği mi anlayacağız bundan sonra Türkiye’de haber deyince?
Semra Pelek:Anladığım kadarıyla o. Gazetede haber diye ağaçla röportaj yapılıyor. Ben bunu yapmam? Amanpour ile yapılmamış röportaj yayınladılar, Chomski’nin röportajına eklemeler yaptılar. Ben bunları yapmam, yapamam.
Sinan: Ama bunu yapan bir kesim var artık biliyoruz. Peki, nasıl bir saikle yapıyorlar sence bunu?”
Semra Pelek:Gazetecilik saikiyle yapmadıkları açık. Psikologların meselesi bu.
Sinan: Belirli bir merkez mi planlıyor bu uydurma haberleri yoksa kişilerin kendi başlarına yaptıkları, münferit olaylar mı?”
Semra Pelek:Münferit olmaktan çıktı bence. Çok sık karşılaşılmaya başlandı. Yeni gazetecilik bu oldu artık. Ağaçla röportaj yapan gazeteciyi Sabah’ta adliye muhabiriyken tanıyorum. O da gazeteciliğin kurallarını biliyordur. Ağaçla röportaj olmaz demiyorsa ya da hadi o yaptı, yazı işleri ağaçla röportaj önüne geldiğinde nedir bu demiyorsa yeni gazetecilik bu demek ki? Bir de gazeteye basıldı bu? Birinci sayfadan, manşetten girdi. Ciddi bir haber olarak sunuyorsan bunu… Ne denebilir ki?”