Milliyet’in apar topar kapı önüne koyduğu gazetecilerden biriyle, Semra Pelek’le buluşmak üzere oturduğu mütevazı apartmanın merdivenlerini çıkarken sadece çalışamayan bir gazeteciyle değil, aynı zamanda bir arkadaşla konuşacak olmanın tedirginliği var üzerimde. Aslında bir “tekrar röportaj” olacak bu. İlkinde ayırmış olduğumuz 1 saatlik zaman yetişmemiş, konuşmanın “en heyecanlı” yerinde kesmek zorunda kalınca, “gel bu röportajı ilerleyen tarihte tekrar edelim” demiştim. İyi ki de demişim. Semra Pelek bu arada kalktı, bir yangın yerine dönen Diyarbakır’a, Sur’a gitti, anlatacak hikâyelerle döndü. Birazını paylaşacağım, çünkü Semra şimdilerde bir kitap hazırlıyor Diyarbakır izlenimleriyle ilgili…
Kapıyı açtığında o da bir arkadaşı karşılamakla, bir röportajcıyı karşılamak arasında gidip geldiğini belli edercesine heyecanlıydı, elindeki pudra fırçasını göstererek söylendi: “Ulan makyajım yarım kaldı!” Gülüşerek girdik içeriye. Küçük, sıcak, şirin bir ev… Salona doğru yöneldiğimizde annesinin gülümseyen yüzüyle karşılaştık.
“İstersen içeride konuşalım” diyor Semra. Bunun üzerine anneyle ayaküstü bir sohbet edip Semra’nın odasına geçiyoruz. Bir çalışma masası, küçük bir kitaplık, bir kanepe var odada. Hızlıca sigara içilip içilemeyeceğini kestirmeye çalışıyorum. Hayır, odada sigara kokusu yok, belli ki içeride içemeyeceğiz. Bakışlarımdan hemen anlıyor Semra, “balkonda içiyoruz” diyor yarım kalan makyajını tamamlarken.
Kendisini hazır hissettiğinde, çaylarımızı da alıp dalıyoruz Semra Pelek’in gazetecilik hikâyesine…
Röportaj: Sinan Dirlik
Fotoğraflar: Doğuş Kozal