“90’larda İşlenen Suçları Konuşmayanlar, Bugün İşlenen Suçları Konuşmamak İçin 90’ları Konuşuyor”

0
471

“Orada Çocuklar Ölüyor!…”
Ne oluyor Diyarbakır’da?” diyorum. Sigarasından derin bir nefes alırken gözleri buğulanıyor hemen. “Çocuklar öldürülüyor Sinan” diyor… “Çocuklar öldürülüyor…
Sadece çocuklar ölmüyor ama diyorum, damarına basarak. Eğer güvenlik güçlerine iliştirilmiş olarak Diyarbakır turu yapmayan bir gazeteciyle konuşuyorsanız, bu çok işe yarayan bir başlama vuruşu. Hemen kaşları çatılıyor, dudakları büzülüyor ve sesi tizleşirken “Çocuklar öldürülüyor!” diyor üstüne basa basa… “Çocuklar!...”
Gerçeğin bir yüzünde evet, çocuklar ölüyor. Bir diğer yüzünde ise gencecik askerler, polisler. Acı dolu çığlıklar Türkiye’nin dört bir yanındaki yoksul evlerinden yükseliyor. Çünkü devlet, yoksulun üzerine yoksulu sürerek “korumaya çalışıyor” otoritesini. “Kamu otoritesi” diyorlar şimdilerde, çok seviyorlar bu ifadeyi. Türkiye’nin güneydoğusunda, Silopi’de, Cizre’de, Nusaybin’de, Sur’da on binlerce asker, tanklarla, ağır silahlarla devlet büyüklerinin pek sevdiği “kamu otoritesini” sağlamaya çalışıyorlar aylardır. Her gün ölüm haberleri geliyor yine. Bu, eski bir kâbusun tekrarı… 

Peki ya gerçeğin kendisi Semra?” diyorum. “Gerçeğin 2 farklı yüzü varsa ve sen sadece bir yüzünü anlatıyorsan? Çocukların hikâyesini yazıp, gencecik askerlerin, polislerin de öldüğünü yazmıyorsan, aslında gerçeğin saf halinden uzaklaşmıyor musun? Çocuklarla konuşman çok güzel, peki gerçeğin öbür yüzünü oluşturan asker ve polislerle konuşmazsan, onların yaşadıklarını da yazmazsan, biz nasıl öğreneceğiz aslında gerçekten ne olup bittiğini?”
Bacaklarını hızlı hızlı hareket ettirmeye başlıyor. Belli ki “damardan girişime” içerliyor içten içe. Gözlerimin içine dikiyor gözlerini ve dişlerinin arasından tıslıyor:
“Gerçeği mi soruyorsun? Tekrar söyleyeyim o halde: Çocuklar öldürülüyor! Kusura bakma, objektif haber adı altında aman şununla konuştum, hemen yanına da şunu ekleyeyim diyerek objektiflik sağlanmaz. Çocuklarla konuştum, haber objektif olsun diye gideyim onlara ateş eden polisten, askerden veya hükümetten de görüş alayım, diye olmuyor. O işte objektifliği bir siper olarak, bir bahane olarak kullanıp haberi çarpıtmak aslında. Objektiflik denilen şey öyle sağlanmaz. Objektif habercilik  adı altında taraflı habercilik çok kolay yapılıyor. Zaten eşit olmayan bir durum var. Yandaş gazetelerde zaten bol bol hükümetin bu konudaki beyanatları var, askerin polisin ‘ne kadar şahane bir operasyon’ yaptığı haberleri var. Bu savaşta ölen askerin, polisin hikâyeleri anlatılıyor. Tam 90’ların savaş diline uygun olarak, yapılıyor bu haberler. Diğer taraftan orada sesini duyuramayan insanlar var. Öldürülen çocukların hikâyesini biliyor muyuz? Kürt diye öldürülen ve ‘Terörist öldürdük’ diye yazılan insanların hikâyesini biliyor muyuz? Ne dediklerini biliyor muyuz? Objektiflik, hakkaniyet onların da sesini duyurmakla sağlanır. ‘Sahte Oruç, Kanlı İftar’ haberinde hükümet ve devlet açıklamasıyla tek taraflı haber yapılmasını tartışıyoruz, şimdi yaşananlarda da aynı ayarsızlık, eşitsizlik var. Ölümleri bir şekilde meşru görülen insanlar var. Çocuklar, kadınlar, yaşlı ve hasta insanlar. Evlerine hapsedilen insanlar. Evlerinden, mahallelerinden sürülen insanlar. Yani ben sesi duyulmayanların sesini duyurma çabasıyla oraya gittim; objektiflik taraflara söz hakkı tanımaksa tam da bunu yapmak, sesleri kısılanlara ses kayıt cihazını uzatmak, haberlerini yapmak zorundayız. Onların hikâyesini okuyamıyor, duymuyor, bilmiyor bu ülke. Gerçek bu!”
“Bir süredir çalışmıyorsun. Gazeteci kimliğin yok artık, nasıl gittin Diyarbakır’a?” diyorum. Sesi metalikleşiyor: “Gazeteciyim ben ve bir kimliğe ihtiyacım yok bunun için” diyor: 
“Orada bir şeyler olduğunu biliyorken, burada oturup, sağdan soldan kırılarak gelen haberleri izleyemezdim. Bir şekilde atlayıp gitmem gerekiyordu, gittim. Sur’da yaşananları yerinde görüp anlamak, hissetmek ve orada olup bitenleri yazmak istedim. Hoş, Sur’a giremedim tabii. Yani barikatların kurulduğu alanlara, Sur’un derinliklerine. Sur girişinde polis kontrolü çok sıkı… Eh, gazeteciyim diye giremeyeceğime göre, asıl istediğim o dar sokakları göremedim. Doğru dürüst fotoğraf da çekemiyorsun, polis hemen durduruyor, cep telefonunu alıp içinde özel fotoğraflarını da kurcalıyor. Hoşuna gitmeyen fotoğrafları siliyor. Hele güvenlik güçlerinin içinde olduğu kareler görürlerse… Dolayısıyla fazla fotoğraf çekemedim, gördüklerimi anlatabilirim ancak. Ama gördüklerim de yetti olup bitenleri anlamaya. Henüz ilkokul çağındaki çocuklar öldürülüyor orada.”
Sinan: Konuşabildin mi çocuklarla?
Semra Pelek:Evet, tabii konuştum. Bir kısmını yazdım zaten Diken’de. Büyükçe bir bölümünü de kitaplaştıracağım. Ama önce bir kez daha Diyarbakır’a gitmem gerek”
Sinan: Çalışmayan bir gazeteci olarak oradan haber geçmek için çırpınıyorsun. Ama çalışan gazetecilerin büyük bir bölümünün bu konuyu pek iplediği yok?”
Semra Pelek:Hepsine haksızlık etmemek lazım! Gazeteciler gitmek ister bölgeye. Ama gazete göndermeyince ne yapsın insanlar? Ben kimseye hesap vermek zorunda değilim, o yüzden gidebiliyorum. Bir kısmı da var gidiyor ama polis veya askerin zırhlısının içinde ‘iliştirilmiş’ bir gazeteci olarak Sur’a girip haber yapıyor. Sonuçta ‘devletimiz çok güzel operasyon yapıyor’ haberleri çıkıyor ortaya. Ama tabii hiç azımsanmayacak bir bölümü de zaten ‘orada ne işimiz var’ diye bakıyor. Hükümet ve güvenlik kaynaklarının açıklamaları onlara yetiyor. Ülkenin bir tarafında şehirler yanıyor ve bazı gazeteciler oturdukları yerden yorum yapıyorlar. Çünkü böylesi hem daha kolay hem de zihniyetlerine uygun. Ahkam kesmek ün de getiriyor… Ben de twitterdan, internet medyasından takip ettim bir süre. Hendekler meselesi var mesela. Herkes bu konuda bir sürü laf ediyor ama bir Hasan Cemal, bir Celal Başlangıç dışında kalkıp oraya giden çok az gazeteci oldu. Ben gittiğimde, Sur’daki sokağa çıkma yasağının ikinci haftasıydı. Duymazdan ve görmezden gelen veya devletin yanında hemen konumlanarak Sur’a ‘devlet güvenliği’ açısından bakan gazetecilerin dışında birçok gazetecinin gitmek istediğini biliyorum ama o ilk 2 hafta içerisinde çok az gazeteci gitti Sur’a… Bence bunu gazetecilik açısından, deminden beri konuştuğumuz objektiflik açısından tartışmamız gerekiyor. Gitmediğin, görmediğin bir yerden her gün devlet ve güvenlik kaynaklı haber yapmak objektiflik mi?” 

Sinan: Gazetede çalışıyor olsaydın gidemeyecektin yani?
Semra Pelek: Evet, büyük olasılıkla gidemeyecektim, göndermeyeceklerdi. Bu yazı işlerinin inisiyatifinde olan bir şey. 
Sinan: Gideceğim dese?
Semra Pelek:Önce bölüm şefinin onaylaması gerekiyor. Kurallar çok katı bu konuda. İzinsiz gidemezsin, iş veren açısından haklı fesih sebebidir bu.
Sinan: İşsiz bir gazetecisin artık? Twitter’dan “oh özgürüm artık” gibi bir şeyler yazdığını hatırlıyorum. Biraz boşanmış kadın tavrı değil mi bu? Madem bu kadar eziyet çekiyordun, niye beraberdin bunca yıl diye sormazlar mı insana?
Semra Pelek:Önce ‘boşanmış kadın tavrı’ ifadesine itiraz ettiğimi söyleyeyim… Tabii içeride olanları bilmiyorsunuz. Hepimizin dayanamadığı zamanlar oluyor, bırakıp gitmek istediğimiz anlar oluyor. Ama şu da var; eğer bir biçimde çekip gidilecekse, bırak o kovsun seni. Bak gazeteler büyük bir dönüşüm yaşıyorlar şu anda. Orada senin etik değerlerinle, senden istenen şeyler arasında büyük bir çatışma yaşanıyor. Evet, bir yöntem olarak sen çekip gidebilirsin ama bir taraftan da her insanın içinde bir umut vardır. Hem ‘değişebilir’ umudu hem de gazetede olduğum süre içerisinde tek bir şeyi bile doğru yazarsam kârdır düşüncesi… Yani biz de gidersek teslim olmuş oluyoruz. ‘Buyurun kardeş alan sizindir’ mi diyelim? Çünkü hâlâ insanlar önemli. Bir tek insan bile bir haberin nasıl girip girmeyeceğini değiştirebilir. İnsan son ana kadar kalıp, bir şeyleri düzeltme, gazeteciliği düzgün yapma umudunu taşıyor. Ben de doğru düzgün habercilik yapmak için  durdum bulunduğum yerde.” 
Sinan: Eskiden insanlar iş arkadaşları çıkarıldığında ortak bir tepki verirlerdi. İstifa etmeseler bile en azından iş yavaşlatır, protesto ederlerdi?
Semra Pelek:Artık öyle bir şey yok. 90’larda da yoktu. Bak hatırlarsın, 90’larda da bir çok gazeteci ‘Kürtleri destekliyor, terörist bu’ diye işten çıkartıldı. Türk medyasında bu böyledir. Bırak Kürtleri desteklemeyi, Kürtlerin farkındaysan bile bu etiketlenmen için yeterlidir. Kimse kimseyi desteklemiyor, kimse kimse için mücadele etmiyor çok uzun zamandır. Artık toplu istifaların da bir değeri yok. Patronlar, toplu istifa olunca veya birileri istifa edince ‘oh ne güzel oldu, sen sağ ben selamet’ diyerek devam ediyorlar. Örgütlü değiliz çünkü. Çalıştığımız kurumlarda sendikalı olarak bir güç değiliz. Dolayısıyla 5-10 kişinin istifa etmesi bir işe yaramıyor. İstifa bekleyen insanları anlıyorum ama merak ediyorum, kaç istifa tatmin eder bu arkadaşları? Çok saçma bu! Eğer bir örgütün yoksa, yaptığın eylem bir işe yaramayacaksa, insanlar örgütlü bir şekilde hareket edip, bir gazetenin o sabah çıkmasına engel olabilecek güce sahip değilse, falanca gazeteci işten çıkarıldı diye arkasından 5-10 kişinin istifa etmesi nasıl bir değişime yol açacak? İstifa ettikleriyle kalırlar! Kimse böyle bir şeyi talep edemez bir başkasından. Çocuğu var, ev kirası var…” 
Sinan: Böyle bir iklim çok tekinsiz bir iklim değil mi? Sonuçta sana kimsenin destek olmayacağını biliyorsun. Yalnız hissediyorsun kendini. Yalnızlaştırılmış bir çalışan da herhalde ideal bir çalışan aslında patronlar açısından?
Semra Pelek:Tabiî ki öyle. Yalnızlaştırdılar. Bu AKP’den önce başlamış, devam eden bir şeydi!
Sinan: Çok vurgusunu yapıyorsun “AKP’den önce..” diye?
Semra Pelek:Bu dönemde öyle bir şey var. Sanki her şey 14 yıl önce başlamış gibi davranıyor herkes. Bütün mağduriyetlerimiz 14 yıl önce başlamış gibi yansıtılıyor. ‘Muhalif gazeteci’ diye bir şey çıktı. Ben gazeteciliğe başladığımda ‘muhalif gazeteci’ diye bir şey yoktu. Mesleğini iyi yapan gazeteci vardı. Şimdi 2 tweet yazmak, bir basın açıklamasını haberleştirmekle ‘muhalif gazeteci’ statüsü kazanılıyor!
Sinan: Pardon ama “yandaş gazeteci”nin karşılığı değil mi bu? Yandaş gazeteciler olmasaydı, muhalif gazeteciler de olmazdı?
Semra Pelek:Böyle düşünmediğini biliyorum! Çünkü sen de biliyorsun ki yandaş gazeteci eskiden de vardı. Genel Kurmay’ın önünde el pençe divan duranları unuttu mu herkes? Onlar yandaş gazeteci değil miydi?  Onlar tepede oldukları için mi konuşmuyoruz? Öyle yükseklerdeydiler ki… Özel uçaklarla gezerlerdi, Monaco tatilleri yaparlardı. Şimdi yandaşlık en aşağılara kadar indi. Eskiden editörlere, muhabirlere kadar inmemişti. Şimdi unuttuk mu o eski şatafatlı isimleri?
Sinan: Biz o dönemi konuşmaktan hoşlanmıyoruz. Şu anda bir günah keçimiz var. Her şeyi AKP’ye ihale edip rahatlıyoruz!
Semra Pelek:Aynen öyle. 90’larda işlenen suçları 90’larda konuşmayanlar, bugün işlenen suçları konuşmamak için 90’larda işlenen suçları konuşmaya başladılar.
Sinan: Gazetecilikte ısrarlı mısın sen? Bütün bu olup bitenlere rağmen?
Semra Pelek:Evet, çünkü iyi gazeteciliğin her zaman yapılabileceğine inanıyorum.
Sinan: Kötü para iyi parayı kovuyor şekerim? İyi gazeteciye ihtiyaç olduğunu da nereden çıkardın bugün? 
Semra Pelek:Doğru, daha çok ‘yandaş’ ya da ‘muhalif’ gazeteciye ihtiyaç var artık! Kamp gazeteciliği makbul! Ben ikisi de olmak istemediğim için çalışacak alanım yok. Ha şu da var bak, işini doğru yapmaya çalıştığında da bir tarafa göre muhalif gazeteci sayılıyorsun! Hemen yaftalıyorlar seni. Öyle bakarsak, gidip o ‘muhalif gazetecilik’ yaptıklarını söyleyenlerin yanında da çalışabilirim ama bunu yapabileceğimi, bir kampa dahil olacağımı düşünmüyorum.
Sinan: Ya Allah aşkına, ne yaparsan muhalif gazeteci sayılıyorsun mevcut durumda?
Semra Pelek:Diyorum ya, gazetecinin görevi hükümete, otoriteyi temsil edenlere halk adına soru sormaktır. Oturur araştırır, sahaya çıkar, elinde somut verilerle çıkarsın otoritenin karşısına, çatır çatır sorularını sorar, haberini yaparsın. Yoksa elinde doğru düzgün veri yokken, belge bilgi yokken Hükümete verip veriştirmek gazetecilik değil. Bir gazetenin yaptığı gibi ‘Atatürk’lü fotoromanlar yaparak’ muhalif gazetecilik yapmış olmuyorsun… Daha doğrusu gazetecilik yapmış olmuyorsun.
Sinan: Ne kadar oldu işsizlik dönemi?
Semra Pelek:Eh 5 ayı buldu…
Sinan: Özlemiş misin evi?
Semra Pelek:Dinlenmeye ihtiyacım varmış. Bir de yazı işlerinin o baskısı insanın üstünden kalkınca çok hoş oluyor. Son 3 yıl boyunca yaşanan bunca olay, ölümler, olaylar, baskılar düşünülünce, bu kadar zorlu bir dönemin ardından biraz soluklanmak iyi geldi. Üstelik şimdi olaylara dışarıdan bakabilme şansı da doğdu. İnsanı eğiten bir yanı da var bunun.
Sinan: Bakabiliyor musun bari dışarıdan?
Semra Pelek:Umarım… Umarım bakabiliyorumdur…