Sahte Oruç Kanlı İftar…
Konu haberciliğin yeni formuna, manipülasyona gelince ister istemez hafızamda yolculuk başlıyor. Milliyet gazetesinin “Sahte Oruç Kanlı İftar” manşetini hatırlatıyorum:
Semra Pelek:Evet, sahte oruç kanlı iftar manşeti atılmıştı. Ama o manşetin bir dayanağı vardı. Sadettin Tantan’ın ifadesiydi o. Devlet görevlilerinin ifadesine dayanarak atılmış manşetler, uydurulmuş haberler vardı. Eskiden daha iyi bir habercilik olduğunu söylemiyorum bak.
Sinan: Yalnız bir dakika! Milliyet’in manşetinde doğrudan, kimseye atıfta bulunmadan “Sahte Oruç Kanlı İftar” yazılması başka, “Saadettin Tantan Ölüm Orucunun sahte olduğunu belirtti” demek başka. İkisi çok farklı şeyler.
Semra Pelek:Evet. O da artık gazetenin yayın politikasıyla ilişkili bir şey. ‘Sahte Oruç Kanlı İftar’ haberi de çarpıtmaydı. Sadece Milliyet’te değil tüm gazetelerde cezaevinde insanlar yakıldığı halde ve kendilerini yaktıkları yazıldı. Tabiî uydurma haberler bunlar… O zamanki gazetelerde de, şimdiki gibi bir durum var. O dönemdeki gazeteciler de Tansu Çiller şak deyince tak diye selam duran askerlerin karşısında el pençe duran gazetecilerdi.
Sinan: Kabataş haberi neyse, sahte oruç haberi de aynıdır benim için. Biri yoktan var edilen bir haberse, öbürü de korkunç biçimde çarpıtılmış bir haberdir. İçeride bunun yansımasını merak ediyorum. Senin duruşunu bilen birisi olarak soruyorum. Ne hissettin o başlığı gördüğünde?
Semra Pelek:Ben Cezaevi baskınının yapıldığı gün Ümraniye Cezaevine gitmiştim, bir sürü muhabirin blok imzasının bulunduğu bir haberdi. Gördüğümde başımdan kaynar sular döküldü tabiî. Ben ertesi gün istifa etmek istedim. Ama arkadaşlar, herkes istifanın doğru olmadığını, düzeltileceğini söylediler. Mesleği yapmak isteyen 21 yaşında genç bir muhabirim… Zaten kapıyı çarpıp çıksan nereye gideceksin? Milliyet de mesleği öğrenmek için çok uygun bir gazete. Sonradan düzeltmeye çalıştılar zaten ama olan olmuştu bu arada… Bu tür olaylarda özür müessesesine de inanmıyorum ben. Özür dileyip, daha sonra yine tek kaynağı devlet olan, oradan gelen bir haberi basacaksan bir anlamı yok özrün. Ama bak bu manşetin ardından ne oldu… Bu manşetin birkaç ay öncesinde bir ifade geçmişti elime, küçük yaşta PKK’li olduğu iddiasıyla cezaevine giren bir kız çocuğunun sonradan verdiği ifadesi. “Ben cezaevinde örgütlendim” gibi bir ifade. Tabiiî bu arada gazetede ‘Sahte Oruç’ haberiyle ilgili büyük bir tartışma var. Yönetim bu başlığı doğrulamaya çalışan, altını dolduracak haberler üretmek istedi sonraki günlerde, müdürüm beni çağırıp o küçük kızın ifadesini hatırlatarak, bu haberi yapmamı istedi. Ben o haberin, ‘Sahte Oruç’ manşetiyle bir alakasının olmadığını söyleyerek reddettim. Çalışan açısından şöyle söyleyeyim. Kimse benden, Kabataş haberi gibi yoktan var edeceğim bir yalan bir haber üretmemi istemedi. O çocuk tutukludaki gibi çarpıtma haber istendi ama… Diğer taraftan bazen yönetim haberleri de çarpıttı…
Sinan: Şimdi ne düşünüyorsun peki? Sonuçta muhalif duruşu olan bir gazetecisin?
Semra Pelek:Muhalif demek doğru değil bence. Neye muhalif? Eğer sadece AKP’ye muhalif olarak algılanacaksa, o muhalifliği kabul etmiyorum ben. Gazeteciliğin zaten birinci görevi halk adına hükümete, devlet kurumlarına soru sormaktır. Dolayısıyla bu onu devlete muhalif yapar zaten. Yani karar verici organlara karşı, halkın seçtiği, seçimle gelen, parlamentonun işleyişini ve faaliyetlerini sorgulamak zaten gazetecinin birinci görevidir. Buna muhaliflik deniyorsa muhalifim. Ama ben işimi yapıyorum.
Sinan: Yaşadığın bu çarpıklıklar nasıl şekillendirdi mesleki açıdan? Daha dik bir duruşa mı yol açtı yoksa “napalım mesleğin gerçeği bu” deyip kabullendin mi?
Semra Pelek: Kabullenmedim. Muhabirlik süresince şunu gözettim. Her şeyden önce muhabir kendi haberini kontrol eden kişidir. Yazı işleri böyle istiyor, isteyebilir kafasıyla haber kaynaklarını yönlendirmeye çalışırsak hata etmiş oluruz. Çarpıtmalara mümkün olduğunca imkân vermeyecek netlikte yazmaya çalıştım hep.
Sinan: Bu durumda bir şekilde oto kontrol mü devreye giriyor?
Semra Pelek:Otokontrol haber kaynakları lehine devreye giriyor. Bazı muhabirler ‘ya zaten sistem böyle, yazı işleri de bunu istiyor’ diyerek kaynağı yönlendirerek soru sormaya çalışır. Yani öyle bir haber çıkartman da mümkün… Çok da zor değil bu…
Sinan: Anladığım kadarıyla sen “arkadan dolanan bir dili” benimsedin?
Semra Pelek:Evet o doğru, editörlüğüm sırasında da öyle. O haberin içerisinde okuyanlar için meseleyi anlayacağı, aynı zamanda da yazı işlerine takılmayacak bir dil kullanmaya çalıştım. Ama bu haberi manipüle etmek değildir. Haber kaynağın sana ne anlattıysa onu vermek, diyelim. Takılmayacak bir objektiflikte yazıp, öyle verdim haberleri.”
Sinan: Yazı işleri bariyeri var mı?
Semra Pelek:“Tabiî ki var. Örneğin kadın cinayetlerinde, bir kadının öldürüldüğünü yazarsın. Eğer failin kıskançlıktan öldürdüğüne dair bir ifade varsa o da haberin içinde geçiyor haliyle ama bunu nasıl yazdığına bağlı. Fail kendini böyle savundu, dersin. Yazı işleri tutar kıskançlık cinayeti başlığı atar.”
Sinan: Hafifletici bir hale getirir?
Semra Pelek:Evet. Yazı işleri bariyeri sadece siyasi meselelerde devreye girmiyor yani… Kadın cinayetleri de politiktir ama yazı işleri bir biçimde magazinleştirir bu haberleri.
Sinan: Orada muhabirin gerçekliğiyle yazı işlerinin gerçekliği arasındaki fark nedir? Nedir çatışan?
Semra Pelek:Yazı işleri haberi okutmaya odaklanır. Yani bütün yazı işlerinde çalışan editörlerin kalben ve aklen iktidara bağlı olduğunu söylemek yanlış olur. Sayfayı çekici kılmak, okunabilir kılmak gibi bir endişeyle hareket eder yazı işleri. Kadın cinayetleri haberleri de böyle soslanır genellikle. Her zaman yukarıdan birileri arayıp ‘o haberi şöyle verin’ demiyor. İçselleştirilmiş devlet yandaşlığı dışında aynı zamanda günlük reklam kaygısı, renkli sayfa yapma kaygısı, haberi okutma kaygısı bile haberi çarpıtabiliyor. Belirli sıfatların kullanımı vardır mesela. ‘Gençti, güzeldi, o sabah evden umutla çıktı’ gibi ifadeler. Ben mesleğe başladığımda bu dil çok tercih edilirdi. Mesela Sabah, o zamanlar daha renkli bir gazeteydi ve muhabir notlarını geçer, yazı işlerinde o haber allanır pullanırdı. Bir trafik kazasında genç bir kız öldü diyelim. Haber aslında bundan ibaret… Ama yazı işlerinde o haber ‘Güzel Ayşe sabah evden neşe ve umutla çıkmıştı. Otobüsün çarpmasıyla genç kızın umutları da yerde kaldı’ diye bir metne dönüşürdü. Aşırı sıfat kullanımı, aşırı dramatize bir dil…
Sinan: Peki, bir muhabirin öğrenme süreci nasıl yaşanıyor. Bariyerle karşılaşıyor, yazı işlerinden “bir dur” la karşılaşıyor. Muhabiri ister istemez bu etkiliyor. Neyi yapması, neyi yapmaması; hangi habere gitmesi, hangi haberi görmemesi, bir haberi nasıl görmesi, nasıl görmemesine dair bir dizi şey öğrenmiş oluyor. Ortaya nasıl bir muhabir tipi çıkıyor?
Semra Pelek:Ben mesela DGM muhabiri olarak başladım. O zamanlar adliye muhabirliğine yeni başlayan stajyerlerle daha tecrübeli olanlar şöyle dalga geçerlerdi: ‘Bak işkence davası var, git onu izle, biz girmeyeceğiz, haberini sen yap, sadece sana özel olsun’ diye… Tabiî saf muhabir gidiyor, izliyor, işkence davasını haberleştiriyor. E girmiyor haliyle haber… Böyle böyle öğreniyor insan her şeyi. Bir süre sonra işkence davalarına girmemeye başlıyor, görmüyor, duymuyor… Çünkü haber girmiyor…
Sinan: Sence ortaya nasıl bir haber çıkıyor bunun arkasından?
Semra Pelek:Duyarsız, kendini ürünün satışına göre ayarlamış. Yani o satar bu satmaz kafasıyla…
Sinan: Haber bir ürün artık?
Semra Pelek:Evet ürün! Satar mı satmaz mı denilen bir ürün! Çoktandır öyle…
Sinan: Satış herhalde önce yazı işlerine geçiyor. Yazı işleri de bunun piyasa değerine göre karar veriyor…
Semra Pelek:Piyasa değerine göre karar veriyor, doğru… Çünkü gazete sayfası dediğin şey pahalı bir şey. Yani o haberin girdiği alanı reklam olarak satsa daha fazla para kazanır. Üstelik o alana o haberin girebilmesi için çok fazla para harcıyor. Muhabirine, foto muhabirine, telefonuna, ulaştırmasına para veriyor.
Sinan: Allahtan artık vermiyor!
Semra Pelek:Allahtan artık vermiyor, ucuzlaştı yani… Zaten artık muhabir de çalıştırılmıyor. Pahalı olan ne varsa kıstılar. Muhabiri, ulaştırması, telefonu… Ajanslardan haberleri almak daha ucuz şimdi. O yüzden ajans haberciliği revaçta!
Sinan: Ve o yüzden birbirinin aynı haberleri okumak durumunda kalıyoruz bütün gazetelerde!
Semra Pelek:Aynen öyle. Eskiden muhabirin olduğu döneme bakarsak, muhabirin haberinin gireceği alan yazı işleri, patron için bir reklam alanı aslında. Yani o haber o ilandan daha önemli değil. Eğer bir ilan gelirse haber ne olursa olsun oradan çıkar, ilan oraya alınır. Dolayısıyla haber de bir ürün. Yani bu son dönemin meselesi değil. Dolayısıyla sistem, muhabirini de kendisine uygun hale getiriyor. Yoksa yaşayamaz…
Sinan: Muhabirin bununla baş etme yöntemi var mı? Örneğin kendi tecrübenden yola çıkarak, bu gerçeklikle sen nasıl baş ettin ve bir muhabir bunların altından nasıl kalkabilir?
Semra Pelek:Benim muhabirliğim döneminde şöyle bir şansım vardı. Milliyet gazetesi her ne kadar ‘Sahte Oruç Kanlı İftar’ haberleri yaptıysa da, işkence haberlerini de, Susurluk Davası haberlerini de, örneğin bir Pınar Selek davasını da çok iyi takip etti. O dönemde Radikal’in, Yeni Yüzyıl’ın ‘insan haberciliği’ yaklaşımının da etkisi olmuştu. Bir şekilde bu haberlerin de ‘satabildiği’ görülmüştü. Ama örneğin Ahmet Kaya haberlerine bakarsan ben utanıyorum. ‘Terör örgütü üyesi!..’ Sen ne kadar habere ‘terör örgütü üyeliği iddiasıyla yargılanan’ diye yazsan da, yazı işleri ya haberi kısaltmak için ya da zihniyeti öyle olduğu için ‘terör örgütü üyesi’ yazıp çıkıyordu işin içinden. Bu haber Hürriyet’te ‘Vay Kalleş!’ başlığıyla çıkmıştı mesela… Yani haber senden çıktıktan sonra artık o haber sana ait olmuyor. Servis müdürünün, şefinin, haberi kontrol eden yardımcısının… Senin değil artık haber… Yapabileceğin bir şey yok. Zaten sahadasın, kontrol şansın da yok. Yaptığın haberi bambaşka bir halde ertesi sabah sayfada görebiliyorsun… Durum bu.
Sinan: Yeni bir nesil geliyor. İletişimde okuyan bir sürü öğrenci var. Bir kısmı gerçekten gazeteci olmak istiyor. Bir kısmı ünlü olmak istiyor kısa yoldan. Türkiye’nin de özgür, sağlıklı bir medyaya ihtiyacı var. İğdiş edile edile bu medya nasıl bir toplum şekillendirecek?
Semra Pelek:90’larda da Kürdistan’da olan biteni yazmamak için ‘şurada şunu yedim, şu şarabı içtim, ne kadar harika’ diyen bir gazetecilik anlayışı gelişti. Hedonist, umursamaz bir gazetecilik. Yani her şey AKP ile başlamadı bu ülkede.
Sinan: Ertuğrul Özkök gazeteciliği?…
Semra Pelek:Evet, Ertuğrul Özkök haberciliği dönemi başladı… Muhabirin öne çıktığı, nerede ne yiyip içtiğini, nerede kimlerle eğlendiğini, hatta nasıl seviştiğini yazdığı bir habercilik…
Sinan: Ayşe Arman?
Semra Pelek:Haksızlık etmeyelim Ayşe Arman’a… Çok iyi bir röportajcı bence. Çünkü röportaja gitmeden önce çok iyi araştırır meseleyi. Bunu özellikle vurguluyorum çünkü artık söyleşi yapmaya giderken konuşacağı kişi hakkında hiç araştırma yapmayan, söyleşiye başlarken ‘Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?’ diye soran muhabirler çoğaldı. Bize biraz kendinizden bahseder misiniz, diye soru mu olur? Böyle soru soruyorsan, konuştuğun kişi hakkında hiç araştırma yapmadıysan kaynağın seni istediği gibi yönlendirir. Geçmiş olsun! Siyasi haberlerde de ‘bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz sorusu’ var; net soru değil, araştırma yapmamış muhabir veya net soramıyor, sordurmuyorlar. Neyse konuya döneyim Ayşe Arman da Özkök tarzı haberciliği yaptı, evet… Sadece onu günah keçisi haline getirmeyi doğru bulmam ama onun katkısı da inkâr edilemez…”
Sinan: Ertuğrul Özkök’ün “kazandırdığı” isimlerden biri olduğu için aklıma Ayşe Arman gelmişti…
Semra Pelek:Evet öyle. Ayşe Arman’ın da yatağa girip, çarşafı göğsüne kadar çektiği pozlar var tamam ama… Hakkıyla yapıyor bence.
Sinan: Hakkıyla yapıyor’dan kasıt, daha estetik bulduğun için olmasın?
Semra Pelek:Estetik olduğu için değil. En azından gittiğin röportajdan önce, görüşeceğin kişiye, konuya dair çalışmak, o işe değer verdiğinin göstergesidir. Sunuşuna itiraz edebilirsin, niye yatağa girdi birlikte, omzunu çıplak göstererek fotoğraf çektirdi falan diyebilirsin. Gazeteciliğe katkısı nedir diye sorabilirsin ki haklı bir soru ve etik tartışması yaparsın. Ama artık gazetecilik buysa, dünyada da bu tarz gazetecilik var, o zaman yaptığı işi ne kadar iyi yapıyor onu da tartışabilirsin. Çalışarak gitmek ise yaptığın işe saygı duyduğunu gösterir. Onu da çıkartırsan devreden; yani işine duyduğu saygıyı, işini iyi yapma kaygısını çıkartırsan geriye sadece estetik veya tersi kaba bir çıplaklık kalıyor. Bu da bir şey, okuyan okur okumayan okumaz yani… Şimdi medya nasıl şekilleniyor dersen, kutuplaşma var her şeyden önce. Birbirinin söylediğini dinlemeyen, vasatlığın ve kötülüğün ağır bastığı bir kutuplaşma var. Çok da kestiremem ileride ne olabileceğini. Bak birkaç yıl öncesine kadar internet medyasının bu kadar hızlı gelişeceğini tahmin etmiyorduk. Ama bu kadar hızlı ve yoğun işten çıkarmalar, gazetecileri internet üzerinde alternatif arayışlara yöneltecek bence. Artık kim basılı gazete okuyor ki doğru dürüst. Çok yüklü olan kağıt ve dağıtım masrafı gerektirmeyen, hızlı ve çok geniş bir kitleye ulaşabilen bir yayıncılık fırsatı doğuyor. Bence bu önümüzdeki yılları belirleyecek.”