Keskin Zeka, Sivri Dil: Terzi Yamağı

0
938

Sinan:  Önce biraz politika konuşalım… 7 Haziran’da bir seçim yapıldı, sonuçlarını beğenmedik ve 1 Kasım’da tekrarlıyoruz. 7 Haziran’dan bu güne, geride bıraktığımız süreci nasıl değerlendiriyorsun? 
Barbaros Şansal: O süreç aslında 3 Kasım 2002’de, bizim “Yaratıcılık Asla Demokratik Değildir” adlı 2023 hikâyelerimiz kapsamındaki bir defilede başladı. AKP nin ilk seçimi kazandığının ertesi günüydü. Swiss Oteldeki defilenin baş mankeni de Seyfi Dursunoğlu’ydu. O gün gelen bütün laikçi teyzeler ve sosyetik hanımlar “ay İslam devrimi mi oluyor?” diye bana soruyordu. Podyumda transparanlardan tesettürlü kıyafetlere kadar her türden elbise vardı.  3 Kasım 2002 seçimlerinden bahsediyorum. Sonradan Yılmaz Özdil bir kitabında (“Beraber Yürüdük Biz Bu yıllarda“) bu defileyle ilgili magazin haberlerine bakarak “Yıldırım Mayruk tesettür defilesi yaptı” diye yazdı. Bir de Müjdat Gezen, öğrencileriyle sergilediği bir oyunun başlangıcında Yıldırım Mayruk’un “Yaratıcılık, asla demokratik değildir” sloganlı 2023 defilesi, AKP’yi iktidara taşımış, tesettürü yasallaştırılmış gibi anlatıldı. (REPORTARE’nin notu: Mayruk’un söz konusu defilesi Oray Eğin’in Radikal gazetesindeki yazısında da eleştirilmişti )
Sinan: Şu, en sonunda senin podyuma çıkıp “Türkiye laiktir laik kalacak” dediğin defile mi bu?
Barbaros Şansal: Yok o 10 Kasım defilesi… O daha sonra… Benim her defilemde; defileden çok, sonunda ne yapacağım beklenir zaten.  Bu sözünü ettiğimse 3 Kasım seçimleriyle AKP iktidarının geldiği ilk sene… 2002 yılı… Sonrasında, yok 12 Eylül’dü, yok saltanatın kaldırıldığı 1 Kasım’dı, böyle kerrat cetveli üzerinden yürüyen siyasetle Türkiye bugüne geldi. 7 Haziran’ı bir seçim olarak görmüyorum ben. O geçim derdiydi siyasetin. Çünkü 33 saat çalışmış milletvekilleri, bütün özlük haklarını aldılar ömür boyu, maaşlarını aldılar, danışmanlarını işe aldılar ve toplam 33 saatte  iki kere meclise gittiler. Birinde tezkereyi onayladılar, birinde de herhalde altın günü yapıp dağıldılar.
Bence Türkiye’deki çağdaş demokratik, sosyal, laik, hukuk sisteminin çöküşü daha Çiller ve Yılmaz döneminden gelen bir miras. Dolayısıyla burada direkt AKP’yi hedef almayı da doğru bulmuyorum. Rahmetli babaannemin bir lafı vardır: “kıçını kiraya veren acısına katlanır” derdi rahmetli. 

Barbaros Şansal

Biz, bize gösterildiği kadar görüyoruz siyaseti. Bak ben çok küçük yaşlarda Mevhibe İnönü’nün elbiseleriyle işe başladım ve Özal, Yılmaz, Çiller, Erbakan, Sezer, hepsiyle de çalışma fırsatım oldu. Bir tek Gül ve Erdoğan hariç. Zaten o da mümkün değildi, çünkü bir erkek olarak onları prova etmem düşünülemezdi onlara göre… Kaldı ki zaten böyle bir talep de gelmedi. Ha, gelmemesi de beni sevindirdi doğrusu. Çünkü ben Noel ağacı dekorasyonu yapmıyorum, ben kadın elbisesi dikiyorum.

7 Haziran seçimlerine de Türkiye üzerinden bakmamak lazım. Türkler hep ben merkezli baktıkları için dünyaya, dünyanın merkezini de Türkiye gibi görüyorlar. Oysa dünyanın merkezi Türkiye değil. Ankara ya da Lefkoşa, Paris ya da Londra değil. Ülkelerin başkentleri var ama dünyanın bir merkezi, başkenti yok. Türkler her konuya kendi mecralarından, kendi medyalarının ürettiği algılardan yola çıkarak analiz yaptıkları için çok fevri, çok sanal oluyor her şey. Bu, bugüne özgü bir durum da değil üstelik. Her devirde vardır bu…

Mesela 1977’de (77 1 Mayıs’ı) 33 vatandaşımız ölürken, ben çok gençtim, Osmanlı sokağının köşesinde panzerler insanların üzerinden çatır çatır kemik kırarak geçerken, biz ayakkabı topluyorduk. Sonra Ermeni katliamı meselesi protesto edilirken, Sezen Aksu gelip Taksim Parkı’nın girişine bir terlik bıraktı protesto için. Oysa o 1 Mayıs gecesi Hilton Otelinde Hürriyet’in balosu vardı ve Sezen Aksu da tuvaletiyle o balodaydı büyük bir ihtimalle. O gazetenin patronları da, o başlığı atan o gazetenin patronları da oradaydı. Yani bunu Ilıcak’lardan, Karacan’lardan, Doğan’lardan, taa Simavi’lerden alabilirsiniz. Hakkı Tarık Uslara kadar gidebiliriz… 

Demek istediğim, Türkiye yakın tarihi boyunca kimliksizleştirerek, mülksüzleştirerek, asilleştirmeye çalışarak, büyük nüfus hareketleriyle göçler alarak, göçler vererek bir niteliksiz nüfus yarattı. Bunun suçlusu AKP değil, bunun suçlusu CHP değil, bunun suçlusu MHP değil. Tarihsel süreç içerisinde bunun üç tane mihenk taşı çıktı ortaya: Menderes, Özal ve Erdoğan. Esasında üçü de aynı zihniyettir zaten. Sadece Özal’ı biraz ayırmak lazım içlerinden… Daha demokrat bir yaklaşımı vardı. Onun dönemindeki papatyalar şimdi deve dikeni olarak Belçika sokaklarında karşımıza çıkıyorlar. Türkler, devletçi gelenekten, bu biat ve sadaka kültüründen çıkamadıkları için kendi kimliklerini de bulamıyorlar ve çıkmaz bir siyaset sokağında bir oraya bir buraya sürüklenip duruyorlar. 

1 Kasımda olası bir seçimde sonuç değişmeyecek. Halk yine alay edecek. Bu arada, Azerbaycan’da öğretmen maaşı 200 Manat iken, bütün lüks butikler ve oteller Bayan Aliyev’in emrindeyken, Fox TV gibi sözde muhalif bir kanalın sabah programlarını sunan Küçük İsmail “Bayan Aliyev’in üstün zevkiyle oluşturulan Bakü” diye konuşacak. Kulağımla duydum bunu. O zaman dedim ki ben Barbaros olarak belki aykırı, radikal, marjinal bir çocuk olarak görülebilirim ama en muhafazakarlardan biriyim aslında… Çünkü insan, erdem, ahlak, ve kültürün korunması taraftarıyım. Bizler kentlerimizi imha ederken, kültürümüzü imha ederken kendimizi koruyamayan bir nesiliz. Bak mesela bir tartışmadır gidiyor, efendim Ankara Garı’nın camları kırıldı, hasar gördü! E iyi de Haydarpaşa da peşkeş çekildi? Ona üzülen yok yani? Neyin kavgasını yapıyorlar? Aslında yok hiçbirinin birbirinden farkı. Ne CHP nin, ne MHP nin, ne AKP nin, ne HDP nin! Hiçbirinin birbirinden farkı yok. İnsanoğlu iki delikli bir silindir sonuçta… Ağzından laf yerine dışkı, ardından da dışkı yerine laf üreten sistemler bunlar. Ha, biri daha Emevi zihniyetinde veya Vahabi zihniyetinde. Biri, daha Stalin zihniyetinde, daha Lenin zihniyetinde…  Bok değil kaka! Sonuçta hepsi aynı teraneyi anlatıyorlar.

Türkiye’nin meselelerine gerçek çözümleri, ülkenin birlik ve beraberliğini, dünyaya entegrasyonunu, evrensel değerlerini konuşan siyasetçiye rastlamıyorum ben. Sadece popülist bir siyaset yaklaşımıyla var oluş sergiliyorlar. Postalizm, postalize siyaset diyorum ben ona. Bu seçim kampanyası, Sibel Can’ın konseri gibi ya da Gülben Ergen’in bir daha hamile kalması gibi…  Böyle bir siyaset bu! O yüzden daha apolitik duruyorum yani. Kerhanedeki bakireyim. AKP’sinden HDP’sine her partiden arkadaşlarım var. “Bizim partide siyasete gir” diyenler de oldu ama bak ne var biliyor musun? Bence birey olmadan toplumsallaşamazsın. Toplum bireylerden oluşur. Bu toplum, birey olarak beni kabul etmiyor ki? Beni birey olarak kabul ettiği yer ve zamanlar var sadece. Mesela Gezi Parkındaki duruşum ona uyduğu için kabul ediyor ama LGBT birey olduğum için “susacaksın” diyor. Ateist olduğum için “haşa günahkarsın” diyor. Sosyalist olduğum için “belki ucundan faydalanabiliriz” diyor. Devrimciyim dediğim zaman “sakın bu kelimeyi ağzına alma” diyor. Ama ben biraz da sosyetiğim diyorum, “o kısmını hiç konuşmayacağız” diyor. Peki beni kim yapmak istiyorsunuz?

Sinan: Barbaros her niyete yenen muz? Ne niyetine yersen o biraz?

Barbaros Şansal: Ama hep öyle yapmıyor muyuz? Karanlıkta ve susarak sevişerek üremiş bir toplumun çocuklarıyız. Annem babamla severek ya da isteyerek evlenmemiş ki? Alt gelir gruplarında, anasıyla babasıyla aynı odada uyumak zorunda kalan çocuklar, ana babalarının cinsel hayatının acı çekmek olduğunu zannetmiş hep. Ahlayıp inliyorlar ya, “babam anneme her gece kötülük yapıyor” diye düşünüyor çocuk. Cinsel ve dinsel devrimini yapmamış bir toplum, seçim yapsa ne olur?

Sinan: Artan şiddet için ne diyorsun?

Barbaros Şansal: Şiddet hep vardı. Bu yeni değil ki? Ben Sansaryan’da işkence gördüğümde, Selimiye de yattığımda, Zührevi’ye alındığımızda, saçlarımız tıraşlanıp insanların içinden tek sıra halinde akciğer röntgenine Sirkeci’ye yürütüldüğümüzde, trenlere konup Eskişehir’e sürüldüğümüzde, Bodrum’dan toplanıp fişlendiğimizde şiddet hep vardı. Hortum Süleyman’da da vardı. Savaş Ay, Osmanlı sokağında variller yakıp hedef gösterdiğinde de vardı. Uğur Dündar panzerlerin üstünde Doğan Karakaplan’la birlikte balyozlarla kapıları kırdığında da vardı. Şiddet sadece siyasi ya da darp olarak yoktu ki? Şiddet toplumun her kesiminde vardı. Bergen öldürülürken de vardı. Feri Cansel ölürken de vardı. Şiddet Zeynep Uludağ cinayetinde de vardı. N.Ç. davasında da vardı. Şiddet bu toplumun genetiğinde var. Dünya bizi nasıl tanıyor? “Barbar Türkler!” diye değil mi? Biz kendimize bakmadığımız için, bize sokuşturulan şeylerle var olmaya çalıştığımız için kendimizi tanımıyoruz. Ben çok mahcup oluyorum yurtdışı seyahatlerimde. Üç- dört dile hakim olduğum için, onların dilinde günaydın deyip, konuşabildiğim için beni gayet nezaketle karşılıyorlar. Bak Zürih’te başıma ne geldi? Pasaport kontrolündeyim. Kadın gayet gülümseyerek “hoş geldiniz, ne kadar elegan bir stiliniz var” dedi bana. Teşekkür edip pasaportumu uzattım. Kadının yüzü bozuldu. “Niçin geldiniz?” dedi. İş için geldiğimi söyledim. “Nerede kalacaksınız?” dedi, kalmayacağımı söyledim. Pasaportun sayfalarını karıştırıp, “Zaten her geldiğinizde ya günübirlik ya da en fazla 2 gün kalıyorsunuz? İsviçre’ye neden bu kadar sık gidip geliyorsunuz?” diye sordu. Kumaşçımım burada olduğunu, Sengalen’de beklediklerini, toplantımı bitirir bitirmez akşama Türkiye’ye döneceğimi söyledim. Kadın şaşkınlıkla yeniden “Neden akşama döneceksiniz?” deyince artık dayanamadım: “Çünkü sizin en iyi otelinizin yatak kalitesi, benim yatak odamdaki kaliteden daha iyi değil” deyiverdim. Kadın özür dileyip pasaportumu verdi. Yani strateji güzelliği döver! Stratejik bir çukura düşmüş bir toplumuz maalesef. Yani öyle algıları kapatıp, dünyaya meydan okumakla; asarım, keserim demekle olmuyor. Bak, bankalarını Amerika ayakta tutuyor. Hava sahanı Rusya ayakta tutuyor. Bütün ihracatın ithalatın, Avrupa Birliğinde… Sen hangi büyük ülke olmaktan bahsediyorsun? O yüzden 7 Haziran, 1 Kasım falan bir şey değişmez. İşte “Yetmez Ama Evet” çiler, işte pipisi purosundan küçük gazeteciler, sansürler, iftiralar… Bunlarla ülke 30 yıl geriye gitti. Seçim falan beni ilgilendirmiyor artık. Ben bir devir teslim dönemindeyim. Hayatımda bir devrim yapıyorum. Bunların yapamadığı devrimi yapıyorum aslında. Devrim bireyseldir çünkü. Ben kendi devrimimi yapayım da belki bir yerlere de sirayet eder, akıllananlar çıkar. 

Sinan: İçim karardı yahu? Umut telkin edecek bir şey yok mu?

Barbaros Şansal: Çıkış her zaman var ama önce devlet kavramını iyi algılamak lazım. Devlet biliyorsun, asla yatağa girilmemesi gereken bir aşk. Çünkü çok hunhar, çok vahşi! Zevkini yapıyor, boşalıyor, yorgun düşüyor, uykusunda dönüyor, eziyor geçiyor! Sıçtığın bokun altından şnorkelle çıkamazsın! Bu devletlû padişahım, devlet baba kafasından bu hale geldik. Sosyal devlet nedir? Ücretsiz eğitim, sağlık ve güvenliği sağlar. Bunu da belirli bir vergi sistemini kurarak elde ettiği kaynakla yapar. Bu, bu kadar basit bir şeydir. Bizde öyle değil ki! Gelirinin %72’sini devlete veren bir toplumuz. Sonra karşımıza çıkıp “ama ağaç diktik, ama yol yaptık, ama çiçek ektik” diyor.  Bunlar beni ilgilendirmiyor. Türkiye de dumura uğramış toplumun ilgilendiği tek şey ne? Günlük gelişmeler! Adam Adıyaman’da köprü açılıyor diye seviniyor, sonra çamur içinde evine gidiyor. Algı bu… Bak, barışı ve gelişmeyi sadece kültür, sanat ve sosyoloji sağlar. Ticaret ve siyaset her zaman savaşa endekslidir. Sanıldığının aksine ticaretle gelişmez toplumlar. Medeniyet atlarla yayılmadı, yelkenlilerle yayıldı.  

Sinan: Konuşmanın en başına dönebilir miyiz? 1 Kasım’a…

Barbaros Şansal: 7 Haziran 1 Kasım umurumda değil. Zaten 7 Haziran’da da oy kullanamamıştım. Kıbrıs’taydım, gittim konsolosluğa oy kullanayım diye, “burada kullanamazsın” dediler. Çıkış yasağım vardı o ara, “bizi ilgilendirmez” dediler. Oy kullanmadım ama kullanabiliyor olsaydım da oy vermezdim. Yine vermeyeceğim. Tam 1 Kasım’da dönüyorum Kıbrıs’a. Seçimle falan uğraşamam. Bir şeyleri değiştirmek istiyorsam önce kendimi bu bataktan kurtarmalıyım. 7 Haziran ile 1 Kasım arasında bir şeyin değişeceğini düşünmüyorum.