Sinan: Bir “Modacı” olarak Barbaros Şansal?
Barbaros Şansal: Terzi, terzi! Öyle “c’ılı”, “ci’li” işten meslek olmaz. Kerhane-ci! Siyaset-çi! Gazete-ci! Televizyon-cu! Oyun-cu! İşporta-cı! Balon-cu! Piyango-cu! Köfte-ci! Bunlar meslek değil. Kasaptır onun mesleği. Terzidir, doktordur, marangozdur… Mesleklerin adı vardır. “Cı, Ci” eki varsa o bir meslek değildir.
Sinan: E “ünlü modacı bilmem kim”… Böyle dolaşan bir dünya isim var ortalıkta. Bizi mi kandırıyorlar bunlar?
Barbaros Şansal: Valla kardeşim ben elbise dikip, elbise satıyorum. Onların ne sattığına hala akıl sır erdiremiyorum. Yani… Buluyorlardır satacak bir şeyler işte.
Sinan: Neden modacı yok Türkiye’de?
Barbaros Şansal: Bak, bir kere moda; insanların cinsel, dinsel, fiziksel, kültürel, ekonomik ve siyasal haberleşme biçimine verilen bir sosyal olgunun adı. “Mood”, içinde bulunulan durum demek. Sanattır. Tüm sanatların birleşiminden ortaya çıkar. Çok önemlidir. Moda dediğimiz şey opera ile yayılmıştır. İnsanlar, halk, o kahramanlar gibi giyinmek istemiştir. Opera tarzı kostüm anlayışından yayılmıştır. Modanın yazılı tarihi 1905’lerde başlar. Fransa da sendikaların kurulması, Rosa Luxemburg olayları,Fransız İhtilali… Bunlar tetikler.
Sinan: Sınıfsal bir yanı var yani?
Barbaros Şansal: Sınıfsal tabii! Çok iyi bir felsefesi olması gerekir. Modayı yatırım, istihdam ve üretim belirler. İçinde bulunulan mimari unsurlar belirler. Ben bir eteği tasarlarken, onun yırtmacını belirlerken o kadının kaç katlı bir mekâna girip çıktığını, asansörle mi yoksa merdivenlerden mi çıktığını, nasıl nasıl bir konutta, nasıl bir koltukta oturduğunu bilmek zorundayım. ÇünküNeufert’e göre basamak yüksekliği 17, genişliği de 25 santim civarındadır. Bu ölçülere uygun olmayan bir yırtmaç yaptığında, kadının ya kıçı görünür ya yırtmacı yırtılır. Önce bizi saran uzayda bir hacim oluşturup sanatları onun içinde üretmemiz gerekir. Ben iyi bir hocayımdır bak!
Sinan: Kesinlikle! Şu an bir çok şey öğreniyorum.
Barbaros Şansal: Bak, eğer moda eleştirmeni olmazsa modacı da yoktur. Modacı da denmez ona zaten. Kreatör diyoruz ona. Moda yaratıcısı… Moda yaratan kişidir kreatör. Kreatörlerin olabilmesi için önce eleştirmenlerin, kritikerlerin olması gerekiyor. Bir Necla Seyhun’u yok ki Türkiye’nin artık? Kimdir moda eleştirmeni Türkiye de? Kimdir? Bana bir isim verin! iyi bir isim verin!
Sinan: Ay dur dövme beni yahu! Ben “moda eleştirmeni olmazsa moda olmaz” diye bir şeyi bile daha yeni duyuyorum, dur!
Barbaros Şansal: Tabii ki! Bugün nasıl denetleyici kurumlar varsa, herhangi bir meslek odası varsa, herhangi bir inşaat yapılırken mühendis gelip projeye imza atıyorsa, ya da yapılan bir inşaata “burası eğri, düzelt bunu” diyorsa mimar… Bu alanda da böyledir. Bir eleştiriyle düzelir her şey. Eleştiri olmayan bir yerde gelişmeyi bekleyemezsin, düzelmeyi bekleyemezsin. Eleştirmeni yok, uzmanı yok… Ama televizyonlarda bir sürü adam! Dehşet içerisinde izliyorum. Güya bunlar moda otoritesi! Hepsi jüri üyesi oldular. Zaten memlekette metrekareye üç astrolog, iki diyetisyen, beş imaj danışmanı, üç yaşam koçu düşüyor artık! Çıkıyorlar öyle bir konuşuyorlar ki akıllara zarar! “Jarse kadife” diye bir laf duydum yahu! Jarse kadife mi? O ne demek? Öbürü “saten kumaş” diyor! Saten, kumaş değil bir dokumadır. Ben bunlara kloke, devore, fasone gibi laflar etsem beni kimya laboratuarında zannederler. Kumaş bilmiyorlar, dikiş bilmiyorlar, moda tarihi bilmiyorlar. Bildikleri şey, vinyleks çanta satan Louis Vuitton! İskoç’un haçını satan Burberry! Bunlar endüstriyel seri üretim birkaç isim dışında modayla ilgili hiçbir şey bilmiyorlar. Bir Enver Baki bilmiyorlar, Kalurussi’yi bilmiyorlar. bir Cemal Bürün bilmiyorlar.
Sinan: Talep olmadığı içindir? Böyle bir talep yoksa, böyle talepleri olan bir tüketici kitlesi, bir medya, bir toplum yoksa niye bunları bilmek zorunda olsunlar ki?
Barbaros Şansal: Ne sunarsan odur artık! Cumhuriyet gazetesindeki Necla Seyhun yok. O Cumhuriyet gazetesi de yok artık! Onun Can Dündar’ı var. Bu, arz-taleple ilgili bir şey değil ki? Etik dediğimiz bir şey var. Bugün medyada, moda adına editörler kimden bedava gömlek alır, hangi restaurantta yemek yerse onun haberini yapıp yazısını yazar, resmini basarsa… Bunlar Hıncal Uluç gibiler. HBB! Her boku bilirler abi bunlar! Bunlar gurme de bilir, moda da bilir, mimari de bilir… Her şeyi bilir bunlar. Böyle renkli renkli köşeleri vardır, oradan anlatır dururlar. Bu salak millet de bunlara inanıp gider, bunların yazdığı şeyleri almaya çalışır.
Sinan: Sana gelen insanlar kimler peki?
Barbaros Şansal: Bizde öyle şeyler yok. 50 yıllık “kurumuz” biz. Biz anneanne dikmişiz, anne dikmişiz, torun dikiyoruz. Hiçbir kadın, annesinin alışveriş ettiği yeri beğenmez. Ama bize gelir. Çünkü burada şöyle bir şey vardır. Bizde kurumsal kimliğin emekleyen dizleri ahlak ve erdemdir. Çok iddialı gelebilir bu lafım belki ama Türkiye de Yıldırım Mayruk atölyesi son kaledir. Bizden sonra bitiyor bu iş. Ha Canan Yaka gibi bir kaç ufak atölye kaldı bunlar da zorlanıyor artık. Biz dikiş ipliğimizi bile Almanya’dan ithal etmek zorundayız. Düğme yok memlekette! Astar Fransa’dan, dantel Fransa’dan, emprimeler İtalya’dan! Fantezi kumaşlar İsviçre’den! Türkiye’den hiçbir şey almıyoruz. Türkiye’den astar diye aldığımız ithal ipekli bile kötü.
Sinan: Ama bir efsane var, tekstilde çok iyi olduğumuza dair?
Barbaros Şansal: Merter de ele geçirilen Suriyeli tekstilcilermi iyiymiş. Soralım mı Merter Sanayici İşadamları Derneğine? Bir sorun bakayım bir gazeteci olarak, Merter de artık kimler patron? Özal döneminde türeyenler çok iyi bilir bunu aslında. Mesela gidin bakın, Aydın Ayaydın’a? Özal döneminde birilerine kredi verelim de tekstilci olsunlar furyasında ortaya çıkan isimler bunlar. Senin entegre tesisin, Sümerbank’ın kalmamış! Kula kalmamış, Mensucat Santral kalmamış. Karamürsel Mensucat kalmamış. Dodanlı Yerli Mallar kalmamış. İpeker kalmamış, Yılmaz İpek kalmamış. Merinos kapanmış. Sen hangi tekstilden bahsediyorsun? Önce hammadde lazım tekstil için sonra mimari lazım. Hammadde o mimariye uygulanır. Yani işte savaşta kumaş bitti de mini etek çıktı. Hayır o değildi! Kadınlar sokağa çıkmıştı özgür yürüyorlardı. Mary Quant başladı. Arkadan punk gelişti. Sandra Rose girdi devreye, Vivian Vesvoad son kalesi oldu. Şimdi bunu Türkiye de bir kritikere söylediğin zaman anlamıyor ki seni. Onun bildiği tek şey var Şişantaşı, piçtinye. Bir de amyon. Üç Avm ler bunlar. Bu değil moda. Moda her şey, senin yemek yiyişin. Cinsel hayatın, kullandığın araba, dinlediğin müzik. Okuduğun kitap. O an içinde bulunulan durum. Yani şimdiki zaman. Yani presents!
Sinan: Ama bunun için kendinin farkına varmış olman lazım kişi olarak?
Barbaros Şansal: Tamam işte başından beri onu konuşuyoruz. Türkiye’nin kendi birey olamamış insanlarının moda yaratmasını nasıl düşünebilirsin ki? Bir Parisien’in bir Londrez’in bir New Yorklunun, bir Tokyolunun yaşam standartları, şehir içi ulaşımı, şehir içindeki sosyal hayatının giyimiyle birebir ilişkisi vardır. Bizdeki ne yapıyor? İşte ancak şoförlü arabasından platformlu pabucuyla Abdi İpekçi de iner. Elinde sefer tası gibi çanta, botoks, slikon, gazeteciye poz verir. Moda bu değil ki? Böyle bir şey yok! Bak, ilk İstanbul Moda Günleri yapıldığında,İtalyan Vogue’un en önemli editörlerinden biri geldi. Yıllardır Paris’te görürüm ben kadını. Acaip şapkalar takan, yanaklarını kırmızı kırmızı yapan yaşlı bir kadın. İstanbul Moda Haftası için İstanbul’a geldi, hiç unutmuyorum, Taşkışla’da kapıdaki güvenlik, kadına “kıyafetiniz müsait değil, giremezsiniz” dedi. Dünyanın en önemli moda editörlerinden birinden söz ediyorum. En önde de zenginlerin süper mini etekli metresleri laputen papuçlarıyla oturuyor! Ne diyorsun Allah aşkına! Ben yıllarca Paris’te seyrettim Moda günlerini. Hiç unutmam, bir gün Yıldırım Bey de var, Muammer Elveren var, Hürriyet gazetesinden. Yanımda yaşlı bir hanım duruyor. Mantosunun yakasını kaldırmış, emprime giymiş. Gülümsedi, gülümsedim. “Tanımadın mı?” dediler. Ne bileyim ayol yaşlı bir karı işte. “Manyak, Audrey Hepburn o” dediler. Givenchy’nin en büyük ismi, yüzü. Elinde davetiyesiyle sıra bekliyor, kuyrukta. Salona girdiğinde en önde özel koltuğu var ama kadın “Ben Hepburn’um” diyerek elini kolunu sallaya sallaya girmiyor. Sırasını bekliyor. Givenchy’i Givenchy yapan kadın. Bir Catherine Deneuve! Yani ben bunları gördükten sonra anladım neyin ne olduğunu.
Sinan: Acı çekiyor gibisin?
Barbaros Şansal: Çekiyorum.
Sinan: Buralardan uzaklaşıp Kıbrıs’a yerleşme kararınızın bütün bunlarla ilgisi var mı?
Barbaros Şansal: Yıllardır gider geliriz Kıbrıs’a, çok severim zaten. Bir gün Yıldırım Bey Kıbrıs’ta takside giderken “Valla ben çok yoruldum artık. Kıbrıs’a yerleşmek istiyorum. Var mısın, ne dersin?” dedi. Tamam dedim. Ve kararı uygulamaya geçtik.
Sinan: Bu kadar kolay yani?
Barbaros Şansal: Bu kadar kolay! Ama iyi ki tamam dedim. Zaten hiçbir kararımı öyle uzun uzun düşünerek vermemişimdir. Çok doğru bir karar vermişim. Kıbrıs’ı seviyorum. Biliyorsun bütün otellerin sahipleri ahbabım ama oralara gittiğim yoktur. Kumar oynamam, karşıyım da zaten. Bana kızıyorlar hatta, casinolar kapatılsın dediğim için. Kıbrıs’ta tanıdığım insanlar, zor günümde yanımda duran insanlar… Beni hiç tanımadığı halde sokakta durdurup sohbet eden insanlar. Tanıdıkça daha da çok seviyorum ve doğru karar verdiğimi her seferinde daha iyi anlıyorum. Belki çok yüksek, çok rafine bir gusto yok. Belki çok daha naif bir yaşam biçimi var. Ama taşıdığım bilgi birikimini ve kültürünü armağan edip paylaşabileceğim bir toplum Kıbrıslılar… Kıymet biliyorlar. Bu bile benim kişisel devrimimin en önemli ateşleyicilerinden biridir. Burada herhangi bir söyleşiye, konferansa gittiğimde şehre sirk geldi gibi bakıyorlar. Direnişçi, eşcinsel, kışkırtıcı, ateist! Hep bir yafta ile bakıyorlar. Kıbrıslı bunlarla ilgilenmiyor. Onun umurunda değil ki böyle şeyler. Kıbrıslı, benimle ilgili, ne olduğumla değil… Hepsi sofrasını açıyor. Herkes evinin anahtarını verdi bana ya, kim yapar bunu? Arayıp hatır soruyorlar, senin için ne yapabiliriz diyorlar. Kıbrıs’ta bu kadar hoş görülü ve yaftasız bir kabul görmem zaten beni çok etkiledi. Sadece Türk kesiminden de değil, Rum kesimi de öyle… Ki düşman aslında birbirine.
Sinan: Yıldırım Mayruk burada sonuçta bir marka… Kıbrıs’a yerleşme kararı markayı nasıl etkileyecek?
Barbaros Şansal: Markamızı kapamıyoruz ki? Devam ediyor. 27 çalışanımızla büyük bir kurumuz. Şimdi yildirimmayruk.com geliyor. Ev tekstiline giriyoruz. Üç segmentte; loft, rezidans ve konak! Bir de out-door girecek, bahçe- balkon girecek yaza. Hem online hem de Kıbrıs’ta bir mağaza planlıyorum. Kendi koleksiyonlarımızı hazırlıyoruz. Havlu, bornoz, uyku setleri, yatak takımları vs. Yıldırım Mayruk imzasını taşıyacak bu koleksiyonun fiyatlarını da uçuk tutmayacağız. Yine en kaliteliyi, en makul fiyatla alabilecek insanlar. 25 Kasım’da lansmanını yapacağız.
Sinan: Senin rolün nedir burada?
Barbaros Şansal: Bütün bunların hemen hepsini ben yaptım. Türkiye’nin dünyaya ürün yollayan en iyi firmalarıyla çalışıyorum. İlk defa erkeğe özel ev tekstili tasarlandı. Bir erkeğin de rahatlıkla online olarak girip beğenerek satın alabileceği koleksiyonlar. Lacivertler, griler… Yani bir erkek niye çiçekli böcekli çarşaflarda yatmak zorunda olsun? Çok beğenileceğini biliyorum.
Sinan: Kıbrıs’a gittim, tempoyu düşürüyorum yok yani? Aksine tempo yükseliyor sanki?
Barbaros Şansal: 25 Kasımda büyük bir defileye hazırlanıyoruz ama sonrasında daha keyfe keder çalışacağız. Randevularımızı ona göre ayıracağız. Ayda bir hafta geleceğiz Türkiye’ye. Provalarımızı yapacağız, teslimlerimizi yapacağız, üretim devam edecek. 5 artı 3 yıllık bir zaman diliminde yavaş yavaş olacak her şey. Eğer planladığımız gibi giderse de 2016, 2017 gibi Kıbrıs’ta eğitim kurumunu da faaliyete geçireceğiz. Uluslar arası bir eğitim kurumu o çok güzel bir proje… Bir de Gusto Cypro diye ayrı bir siyasi projem var. Bu Doğu Akdeniz’deki 7 ülkeyi kapsayan bir proje. Belçika’da dosyası kabul gördü onun, başlıyor. Sadece Kıbrıs’ın sorunlarının bitmesini bekliyoruz artık. O da bitmez ayrı konu tabii. İnşaatım başladı, Karmi’de bir ev yapıyoruz. Ertuğ Ertuğrul ile çalışıyoruz, güzel bir ev planladık kendimize ve dostlarımıza göre. Eh emekliliğimi de aldım. T.C. bana 32 yıllık çalışmamın sonucunda 940 lira bir maaş bağladı. Allah razı olsun, Allah tuttuklarını altın etsin. Onun dışında da böyle bir süreçte de biraz uzakta kalıp hayatta kalmak ve bu kaosun içinde kirlenmeden biraz uzakta durmak istiyoruz… Bize ihtiyaç olduğunda biz her zaman yine bu vatanın neferleriyiz. İhtiyaç olduğunda geri döner ipin ucunu tutarız. Ama şu an ne kalbim ne düşüncelerim T.C. için bir şey yapma taraftarı değil.
Sinan: Okulu niye Türkiye yerine Kıbrıs’ta düşündün?
Barbaros Şansal: E isteyen, parası olan gelsin okusun kardeşim. Bende Barbaros Şansalım yanı. Bugüne kadar hep amme hizmeti! Yüzümüzün yumuşaklığından donumuzun ağı kurumadı. Gelen vurdu giden vurdu. Ama bak hâlâ bakirim! O ayrı!
Sinan: Bu Terzi Yamağı ifadesinin az önce belirttiğin ayıpçı kısmı bir yana, aslında çok büyük bir egonun tezahürü olduğunu düşünüyorum?
Barbaros Şansal: Çok büyük snopluk var o terzi yamağında canım.
Sinan: Nereye kadar devam edecek Yamaklık? Terfi ne zaman?
Barbaros Şansal: Yıldırım bey yaşadığı müddetçe terzi O’dur. O terziyken, ben yamaklıktan terfi edemem. Onun ömrü çok olsun, bol olsun. Ama bizim Yıldırım Mayruk gibi bir üstadımız var ki o da bizim kurumsalımızın Atatürk’üdür… Türkiye’nin Atatürk’ü, Kıbrıs’ın Dr. Küçük’ü, bizim de Mayruk’umuz var… Bu hep böyle kalacak. Hala işinin başındadır Yıldırım Bey. Sabah 7, akşam 7. Hiç değişmedi bu.
Ben haddimi bilen bir insanım. Ne yaparsam yapayım, ileride bir Yıldırım Mayruk olamam. Onun görgüsünde ve yapısında değilim. Yıldırım Bey mütedeyyin, orucunu falan tutan bir adamdır. Ben onun kadar nazik, beyefendi ve onun kadar bilgi birikimi derya olan bir adama yetişemem. Düşünsene, ben 26 yılımı vermişim bu mesleğe, o 50 yılını. Arada 24 yıl var gibi görünse de daha fazlası var. Onun çalıştığı dönemi düşünürsen, görgü, kültür, macera farklı. Bütün ünlüler, yıldızlar, artistler, assolistler falan… Kaldı mı artık öyle bir yaşam? Hande Yener, Demet Akalın giyimi var artık. Bizi ilgilendirmeyen şeyler bunlar. O yüzden meslek bizi bırakmadan Yıldırım bey’e bir kitap yapalım Kıbrıs’ta. Güzel bir Yıldırım Mayruk kitabımız olsun. Benim “Prova Odası” diye bir kitabım var uzun zamandır elimde, hazır. Onu basmak istiyorum. Kıbrıs’taki dingin hayatın içinde toparlayabilirim onu. Zaten o kitap çıktıktan sonra belki de beni Türkiye ye sokmazlar. Gerçi Kıbrıs verir beni. Yaparlar yani. Olsun ben de geçerim Güney’e… Ha ha ha!