Kupa Roma’ya…

0
267

Kupa Roma’ya diye başlık atınca, Türk futbolu komaya diye devam edesi geliyor insanın 🙂

Avrupa Kupasında sağlam bir tokat yedik. 2000’lerin başlarında üstünlük kurabildiğimiz Kuzey Avrupa takımlarının, taktiksel anlamda bizden çok daha ilerilere geldiklerine üzüntü ve saygı ile tanıklık ettik.

Eş zamanlı oynanan Avrupa ve Amerika kupaları, takip edenlere günümüz futbolundan farklı tatlar sundu. Stratejilerin, taktiklerin ön plana çıktığı bir Avrupa Kupası ve diğer tarafta Messi, Neymar gibi oyuncuların kulüp performanslarının aksine, bireysel yeteneklerini çok daha özgürce sergiledikleri Copa America. Kendi adıma iki organizasyondan da büyük keyif aldım.

Ligler tekrar başladığında, tempolu ama sıkışık oyunlar için Avrupa’nın büyük liglerini, gelişime tanıklık etmek için Kuzey Avrupa liglerini, göze hoş gelen oyunlar için Güney Amerika liglerini, sinir sahibi olmak ya da sidik yarıştırmak gibi hobileriniz varsa, ultra süper ligimizi seyredebilirsiniz.

Kupanın ilk finalisti Belçika ile birlikte favori olarak gördüğüm İtalya oldu. Çok yetenekli bir oyuncu grubuna sahip olan Belçika’nın kura şanssızlığı sebebiyle kupaya bu kadar erken veda ettiğini düşünüyorum. Önümüzdeki yaz oynanacak olan Dünya Kupasında yarı final görürlerse hiç şaşırmam.

Kupa maçları ile ilgili bol detaylı taktik analizler yapmıyorum çünkü bunun eğitimini almadım. Meraklıları için, daha önceki yazılarımda paylaştığım sevgili Kemal Fazıl Evcimik’in Kaliteli Futbol Eğitimi isimli sayfasını şiddetle tavsiye ediyorum.

Profesyonel seviyelerde takım çalıştırmaya hiç ilgi duymadım. Senelerce emek verdiğiniz öğrencilerin başarabildiklerini görmek, iyi birer sporcu olabildiklerine tanık olmak müthiş bir duygu.

Futbolda “gurur duymak” sözünü çokça duyarız.

” x takımı tuttuğum için gurur duyuyorum”

” takımımla gurur duyuyorum “

Futbola ilgi duyanların çoğu bir şekilde takım tutmaya başlıyor. Genellikle baba hangi takımı tutarsa oradan devam ediliyor. Bazen de sırf baba kıl olsun diye rakip takım tutuluyor. Nadiren amcalar, dayılar baskın çıkıp forma, çikolata, oyuncak su aygırı gibi hediyelerle kandırıp, babaların tuttuğu takımı tutmamıza engel oluyorlar. Kısacası, bu takımları tutmak için ne bir sınavdan geçiyoruz ne de diğer takımları tutanlardan farklı niteliklerimiz var. Gurur duyulacak pek bir şey yok aslında. Senelerce emek verdiğim, gelişimine şahit olduğum bir öğrencim iyi yerlere gelirse, o zaman gurur duyabilirim.

İnzaghispor’a geri dönelim. İtalyanlar çeyrek final maçında iyi olan taraf değillerdi. Spinazzola’nın yokluğu, İspanyolların maça çok iyi hazırlanmış olmaları ve yüksek motivasyonları beklentilerin altında bir İtalyan milli takımı izlememize neden oldu. Sadece bu maç ekseninde bakarsak İspanyollara yazık oldu da diyebiliriz fakat bütün maçları üst üste koyduğumuzda İtalyanların finali fazlasıyla hak ettiğini söylemek mümkün.

Kupanın ikinci yarı finalisti, normal süresi 1-1 biten maçı, uzatmalarda attığı penaltı golüyle 2-1 kazanan İngiltere oldu. Çekişmeli geçen 90 dakika, üzerine çok yazılıp çizilen tartışmalı penaltı, penaltı esnasında Danimarka kalecisi Kasper Schmeichel’in gözüne tutulan lazer gecenin öne çıkan başlıkları oldu.

Danimarka takımı turnuva genelinde çok etkileyici bir performans sergileyip çoğumuzun büyük beğenisini kazandı. Yaşadıkları büyük şanssızlığın, travmanın ardından kenetlenmeleri, futbolda başarılı olabilmek için ” takım” olmanın ne kadar önemli bir kriter olduğunu bir ders niteliğinde sergiledi.

Danimarka ‘yı överek ülke futbolunu eleştirmek isteyenlerin sığ yorumlarına bolca maruz kaldık.

“5.8 milyon nüfuslu ülke kadar olamadık”

” İstanbul’dan küçük ülke yarı final gördü”

Yanlış anlamayın, Twitter’da falan değil, ulusal kanal spor programlarında söylüyorlar bunları. Milli takımı eleştir ama oradan vurma, orası vurulacak yer değil çünkü..

Önce biraz araştır, oku!

O; 5.8 milyon nüfuslu Danimarka’ da kaç tane futbol sahası var, nasıl yatırım yapmış altyapıya öğren bir zahmet!

Yeri gelmişken tekrarlayalım,

Futbol sahası yoksa,

Nitelikli antrenörler yoksa,

Nitelikli antrenörleri yetiştirip, denetleyecek donanımlı bir kurum yoksa altyapı da yoktur!

Altyapı yoksa, gelecek de yoktur!

Maça dönecek olursak benim hafızamda hep o penaltı pozisyonu canlanacak. Eminim çoğunuzun futbol kuralları ile ilgili “ulan keşke böyle olmasaydı” dediğiniz kısımlar vardır. 7,8 yaşlarındayım, hayatımda ilk kez stadyumda maç seyrediyorum. Penaltı kazandık. Hayatımda ilk kez gol göreceğim. Atış kullanıldı, top direkten döndü. Atışı kullanan oyuncu direkten dönen topa tekrar vurup golü attı. Belli ki o da benim gibi kuralı bilmiyordu. Çılgınlar gibi sevindim gole, sonra bir sessizlik oldu. Hakem golü iptal etti. Yıkılmıştım!

İlerleyen bölümlerde bu sefer rakip takım penaltı kazandı. Atış kullanıldı ve bizim kaleci topu çeldi ama aynı oyuncu üzerine gelen topu tekrar kaleye gönderip golü attı. Tamam dedim bu da iptal olacak.

Olmadı!

Kaleciden dönen topa tekrar vurulabiliyormuş!

O günden beri nefret ederim bu kuraldan. Önceleri çocukça bir nefret, şimdilerde ise bilinçli bir saçma bulma durumu. Futbolcunun gole en yakın olduğu vuruştur penaltı. 7 metre 32 santimetre genişliğindeki kaleye, 11 metre uzaklıktan şut çekiyorsun, abanmak falan da serbest. Kaçırma korkusu hariç hiçbir zorluğu yok.

Kaleci için ise durum tam tersi. Yetmezmiş gibi öne çıkmaları da yasaklandı, bir ayak çizgide duracak. Sporun ruhuna aykırı tiplere denk gelirse gözlerine lazer de tutulabilir.

Diyeceğim o ki, penaltılar tek vuruş olsa çok daha adil olur. Gol olursa santra, olmazsa kale vuruşu ile başlasın maç. Bu kadar kolay bir vuruşu gol yapamayan oyuncuya neden bir şans daha veriliyor?

İnanılmaz zor bir iş başaran kaleci neden ödüllendirilmiyor?

Derdime küfür edenler var biliyorum 🙂

Finalin adı İngiltere-İtalya oldu. Fu-bo iz kamin hoğum diye diye finale kadar geldi İngilizler. Oyun içi formasyon değişikliklerini en iyi uygulayan takımdı belki de İngiltere. Zaman zaman Tuchel’den, zaman zaman Bielsa’dan kesitler sundular. Hızlı atağa çıktıklarında, kadraja giren 7,8 oyuncunun 100 metre koşan atletler gibi hücuma katıldıklarını, topu kaybettikleri anda ise yine aynı şekilde geri döndüklerine şahit olduk. Savunmayı beşlediklerinde ise rakip için oyunu ne kadar zorlaştırdıklarını gördük. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, 5’li defans dizilişinde kaptıkları topları ne yaptıkları.

Plan, program, emek, uyum!

Önemli olan topu kapmak değil, kaptığın topla ne yaptığındır .

İlk yarısında İngilizlerin, ikinci yarısında İtalyanların daha etkili olduğu finalde şampiyonu penaltılar belirledi. Mutlaka duymuşsunuzdur, İngiltere’nin teknik sorumlusu Gareth Southgate, 1996 Avrupa Kupasında Almanya’ya karşı oynadıkları yarı final maçında 6. penaltıyı kaçırmış, İngiltere kupaya veda etmiştir.

Böylesine büyük bir travma yaşamış, bu tarz durumların kitabını yazmış olması gereken adamdan çok daha akıllıca bir sıralama beklerdim. 19 yaşındaki oyuncuya son penaltıyı attırmanın mantığını ise anlayamadım.

Şampiyon İtalya ‘yı tebrik ediyoruz.

Görmek isteyenlere, görebilenlere öğretisi çok bol bir şampiyona oldu. Özeleştiri yapamayacak kadar burnu havada olanlara, suçu hep başkalarına atanlara ise… Neyse yaa boş verin…

Kısa bir aranın ardından, altyapı hakkında yazmaya devam edeceğim.

Her şeyden önce sağlıklı, spor dolu bir yaz olsun.