Dört duvar mıdır ev?

0
444

Ahşap kaplamalar, beton kolonlar, gömme dolaplar, sokaktaki kusursuz boyalı çitler, trafik işaretleri, şehir merkezinde ama orman içinde, orman içinde ama şehre on dakika mesafede midir ev?

Ev, yuva değil miydi? Ev; belki birisi için cennet bahçeleri birisi için cehennem çukurları da demekti.

Ev, ben değil miydi? Ev; yaşımdı, cinsiyetimdi, benden öncekiler ve benden sonrakilerdi, aidiyetim, mahremiyetim, kökümün salındığı kökümün koptuğu yerdi.

Ev, komşular değil miydi? Ev; Nebahat Teyze’nin Hatice Hanım’ı çekiştirdiği, Safiye Hanım’ın tüm mağrurluğu ile mahalleye hükmettiği, Birsen Teyze’nin baklavalarının, Şuayip Amca’nın kızarttığı balıklar, Esin Hanım ve kocasının bizleri gürültü yapıyoruz diye tehdit ettiği yerdi.

Ev; kalbim, anneannemin kolonyası, annemin çimdiği, bahçelerde tüm gün çocuk çığlıkları, çocukluktan çıktığımız mevsimler ki hala hatırlarım, bir yaz gecesinde ateş böceği avı benim son çocukluk yazım olmuştu, kış ayazları yaz sofraları, hanımellerinin kokusu, pencerelerde kışın uğuldayan rüzgarın sesi idi.

Daha sonra evlenip de kendi evim, dört duvarım, eşyalarım olduğunda artık ben ve biz olmaya başladığım yerdi. Kendimi doğurduğum kendimi büyüttüğüm, kurallarını kendimin koyduğu, kendi komşularımı tanımaya başladığım, kedinin mırıldandığı, sevdiğim şarkıların duyulduğu yerdi.

Hatta eşim askere gittiğinde kendi evimden diğer kendi geçmiş evime yani ailemin yanına geçtiğimde, ki genç bir kadının yeniden çocuk olma sürecinde, şunu yapmıştım. Evime gidip evimin fotoğraflarını çekip onları banyo ettirip fotoğrafçıda (eskiden öyle yapılırdı) çantama atmış ve ne zaman kendi başımalığımı, özgürlüğümü, kendi seslerimi kendi renklerimi hatırlamak ve de hatırlatmak istediğimde onları çıkarıp çıkarıp bakmıştım.

Sanki bu dünyada varım demenin ben olduğumu göstermenin ispatı idi o fotoğraflar. Evet işte benim de bir evim var. Ben varım.

Nereden buralara geldim derseniz haklısınız lafı uzattım. Ama hayatlardan, oldukça yaşanmış hayatlardan bahsederim bu köşede. O yüzden ev bir hayatın yaşanmışlığına eş ise eğer kısa olamazdı bu giriş.

Yaşlı yetişkinler için ev kavramı genç nüfusa göre çok daha fazla ve derin bir anlam taşıyabilir. Ev, birey ve çevresi; fiziksel, sosyal, psikolojik bileşenleri dahil oldukça dinamik ve etkileşimli bir süreçtir. Kişinin aidiyet ve bağımsızlık alanı olarak karşımıza çıkar ve bu iki alan yaşlı bireyler açısından çok önemlidir.

Örneğin bir demans hastası ‘Eve gitmek istiyorum’ dediğinde, kelimenin tam anlamıyla ev olarak bildikleri fiziksel bir yere gitmek istemeyebilir. Daha ziyade, sadece bir zaman önce sahip olduğu ilişkileri, o ilişkilerdeki kendini , kimliklerinin onaylanmasını arıyor olması kuvvetle muhtemeldir.

Aidiyetin, sosyal ilişkilerin ve ailenin, mahremiyetin, rahatlığın, değerli nesne ve mülkiyetin, bağlantının ve köklülüğün yeri olarak ev, yaşlı bireyin hayatını sürdürmesi açısından yaşamsal değerdedir.

Ev, duygularla ilgilidir, başka birinin mekanı değildir orası. İyi bilinen ve tanınabilir eşyalar ve odalarla çevrili evde olmak, özellikle yaşlı yetişkinlerin pek çok tanıdık şeyin kaybıyla sarsıldığı yaşlılık dönemlerinde rahatlatıcıdır. Çevreyi duyularımızla algılarız (algı), geçmiş deneyimlerimize ve mevcut hedeflerimize veya ihtiyaçlarımıza (biliş) dayanarak o ortamı anlar veya anlamlandırırız ve uygun faaliyetleri gerçekleştiririz (eylem). Bu süreç, tercihimiz ve duygularımızla ilgili (etki) ve önem (anlam) ile ilgili bir bileşene sahiptir. Yer deneyiminin bu yönleri, zaman içinde “yerinde-kendilik duygusu”na dönüşen yer deneyiminin özünü oluşturur ve sonuç olarak benliğin bir parçası haline gelir.

Bireyler hayatları boyunca kendi refah düzenini maksimize etmeye ve kendileri ile çevre arasında uyumu yakalayıp sürdürmeye uğraşır bu bağlamda ev tüm yönleri ile bu uğraşın meyvesidir. Gökten düşen üç elma misali burada da üç özellik bize ev olarak yaşanmış deneyimi açıklar.

İlki fizikseldir, bir çevrenin fiziksel özellikleri hakkında örtük bir farkındalık ile sonuçlanan, örneğin kişinin yatak odasındaki bir ışık anahtarının tam yerini veya evin düzenini bilme ile sonuçlanan, zamanla gelişen çevre ile deneyimsel aşinalık ile ilgilidir. Bu özellik yaşlı kişiyi mekanında yani evinde özgür kılar. Evi kendisi gibi; burnu, kulağı, parmağı, gözü gibi bilmekten doğan müthiş rahatlık. O evidir ev odur.

İkincisi sosyaleşmedir, yer deneyimiyle bütünleşen sosyal ilişkileri, karşılıklı bağımlılık kalıplarını ve genel sosyal ortamı yansıtır – örneğin, mahalledeki insanlarla olan “ aaa… ama Perihancım sen de kahveyi koydum bekletme ya da ablacım, yengecim, annecim, teyzecim “bak en sevdiğin elmalardan geldi” paylaşımları ki değeri paha biçilmez. Bunu hepimiz biliriz öyle değil mi? Zamanla oluşan bir yerel ayar, mahalle ile aramızdaki sosyal ritmdir.

Üçüncüsü ise öz yaşam öykümüzdür. Bu bir süreçtir ve kişinin kimliğini hatırlatan bir yer yaratmayı içerir. Yaşlı bireyleri düşününce ev, otobiyografik bellek olarak onların içinde bizim de karşımızda okunmaya, hatırlanmaya ve sürdürülmeye değer yaşam öyküsüdür.

Yerinde yaşlanabilmek hepimiz ait bir haktır ve aksi durumlar temelinde bireysel özgürlüğün ihlalidir.

Ne yazık ki kentsel dönüşüm ve “gentrification” kabul gören yeni karşılığı ile “ seçkinleştirme” yaşlı bireylere en büyük özgürlük ihlallerinden birini yaşatmaktadır.

İsmail Tufan’ın belirttiği gibi kentsel dönüşüm anonimleşmedir ve belki gençlikte bu özellik memnuniyetle karşılanabilir fakat yaşlılıkta bu önceki satırlarda ifade etmeye çalıştığım gibi silikleşmeyi hatta silinmeyi getirir.

Sosyomekansal olarak gerçekleşen bu değişim yaşlıları kentin dış çeperlerine sürerek fiziksel mekan alışkanlıklarını sosyal ilişki ve sosyal destek ağlarını parçalayarak onları derin yalnızlığa itmektedir.

Kentsel dönüşüm yaşlılarla çalışan bir uzman olarak neredeyse diyebilirim ki ruhsal bir travma olarak karşıma çıkmakta.

Yerler ve şeyler, benliğin önemli sembolleri, önemli yaşam deneyimlerinin anılarına ipuçları ve özellikle yaşlılıkta kişinin benlik duygusunu sürdürme, gözden geçirme ve genişletme araçlarıdır.

Deneyimler, ister doğal ister yapılı ortamlar olsun, belirli fiziksel ortamlarda gerçekleşir. Olmak, bir yerde var olmak demektir. Bedensel insan deneyimi “yersiz” olamaz. Zamansız olabilir ama. Sonuç olarak, bu deneyimlerin anıları belirli yerlere demirlenir; yani evlere. Ev bir insanın elinden alınırsa geriye ne kalır?

Mekanları elinden alınan yaşlılarda gözlemlediğim depresyon, anksiyete bulguları bizleri ciddi olarak düşündürtmeli. Neoliberal mekan bakışı Marcuse’nin ifade ettiği Merve Tunçer’in bir yazısında bizlere gösterdiği üzere yaşlılara “yerinden edilme baskısı” yaşatmaktır. Bu baskı bile onlarda duygu durum bozukluklarına yol açmaktadır. Fiziksel ruhsal sağlıkları tehdit ederek hayatlarını aşılmaz duvarlarla çevrilmesine neden olmaktadır.

O yüzden bir daha soralım kendimize ev dört duvar mıdır? Ev, bir kalp atışında yaşananlar ile bir çift gözün gördüklerinde nesneleşen bir ömürdür.

Yaşlıların yerinde yaşlanma ve yaşama hakkı için dürüstçe cevap varabileceksek soralım: yaşlılara gerçekten yer var mı bu şehirde?

Görsel : Anita Jankovic, unsplash.com