Efsunlu Haziran… Emirgan…

0
438

Haziran, komşu bahçelerinde sarkan dallardan kütür kütür eriklere, kirazlara, dutlara “dalma” mevsimiydi biz çocuklar için. Her evin bahçesinde en az 2-3 meyve ağacı olduğundan ve her evin çocuğu birlikte büyüdüğünden, “dalınacak” bahçelerin sıraya konması çocuklar arasında “ciddi” bir meseleydi. Büyükler pek şaşardı bu işe, en çok da Şehriban Hanım… Arnavut göçmeniydi kadıncağız o yüzden “Arnavut teyze” olarak anıldı hep. “A çucuklar ben eepinizin evine göndermem mi o eriklerden? Ne dalarsınız bahçeme more?” diye dövünse de çaresizce; bilmediği şey Şehriban hanımın, “dalınmış bahçe eriği” tadının tarifi yoktu hiçbir kitapta! Efsunluydu Haziran… Emirgan…

Efsunluydu Haziran… Yoksul ve orta sınıf evlerinde ısınan kemiklerdi, sebzenin meyvenin getirdiği bolluk, bereketti. Karpuz peynirle karın doyurabilmekti yeri geldiğinde… Evlere tıkışılan uzun ve yorucu kışın ardından salkım sepelek bahçelere, sokaklara açılmaktı. Cırcır böceklerinin ötmeye başlamasıydı, ateş böceklerine gün saymaktı.

Emirgan sahili zenginlerin, sırtları ise orta sınıf ve işçi ailelerinindi ve zenginler havalı otomobilleriyle hızla geçmeleri dışında pek görülmese de yukarı mahallelerde, biz orta sınıf çocukları, iki kesim arasında köprüydük bir nevi… Canımız isterse Emirgan Korusunun tadını çıkarır, canımız isterse Baltalimanı’ndan Boyacıköy’e, Emirgan’dan İstinye’ye tüm sahil bandına yayılır, en gürültücü halimizle Boğazın serin sularına kendimizi bırakır, midye toplar, hemen oracıkta yaktığımız bir küçük ateşin üzerine tenekeleri koyup midyelerin foşur foşur açılmasını beklerdik  iştahla. Arsızlığımız diz boyuydu ya bizi gülerek izleyen büyüklerle az önce dalıp sudan çıkardığımız midyeler için kıran kırana pazarlığa girişirdik. Boru değildi, akşama Yıldız sinemasına gidilecekti, gazoz parasını çıkarmak gerekirdi…

Emirgan’dan yukarı doğru vurduğunuzda işçi mahalleleri başlardı Reşitpaşa’nın. Reşitpaşa Mezarlığının bittiği, yıllar önce üzerine çirkin bir sitenin konduğu Ali Dayının çiftliğinin hemen yanında İETT evleri, hemen üzerinde de Deniz Bank evleri bulunurdu. Adından da anlaşılacağı üzere Deniz Bank evleri, İstinye tersanesinin işçilerine, İETT evleri ise dönemin İETT çalışanlarına aitti.

Emirgan Sahilinde Denize Giren Çocuklar

Dönemin işçi kooperatiflerinin ürünü her biri bahçeli, iki katlı evler biz çocuklar için kapısızdı. Hangi evden kimin çocuğunun çıktığı belli olmaz, kokular, radyolardan yükselen şarkılar, akşamüzeri içilen çay bardaklarının kaşık tıngırtıları birbirine karışırdı çoğu kez. Ama tabaklar karışmazdı hiç. Hacer Hanım’ın tabağı Melahat Hanımınkine, Hatice Hanım’ın tabağı Saime Hanımınkine karışmaz, “komşu hakkı” diye gönderilen tadımlık tabak asla boş gönderilmezdi. Akşam üzerleri bahçelerde kadınların fısıltıları bazen yumuşacık bir meltem, bazen tekinsiz bir kasırga öncesi rüzgâr gibi eserdi. Vardiya servislerinin sokakta görünme saatleri yaklaştığında fısıltılar kesilir, kadınlar telaşla akşam yemeği hazırlığına girişirlerdi. Sokaklar çocuklarındı artık, ta ki vardiya servisleri gelene, sofralar kurulup her pencereden aynı tizlikte “Hadi evee! Bak getirme beni oraya!” çığlıkları yükselene kadar…

Akşam yemeklerinin ardından uzun yaz geceleri eğer “acıklı bir film” gelmişse yazlık Yıldız Sinemasında, “annelerin mecali kalmışsa” biraz daha aşağı, Emirgan sahilindeki Çınaraltı çay bahçesinde, hiç biri olmazsa evlerin önünde devam ederdi.

Eğer tercih sinemadan yanaysa çekirdekler, minderler, gece serinliği için mutlaka ince bir hırka, filmin ortasında çiş diye tutturması kuvvetle muhtemel küçümenler için bir yedek şişe hazır edilirdi. Yıldız Sineması, Ay sineması… Sonra İslamcı bir TV kanalının merkezine dönüştü Yıldız Sineması ve çocukluğumun anılarına karışıp gitti… Neyse, ne diyordum… Ah evet, sinemaya gidilecekse yemekler hızlıca yenir, sofralar hızlıca toplanır, evin gençlerinden filme dair spoiler almamak için kulaklar tıkanırdı… “Acıklı film” işi mühimdi. Belgin Doruk’tan Filiz Akın’a, Türkan Şoray’dan Fatma Girik’e “esas kızın” çilesi, Engin Çağlar’dan Ediz Hun’a, Cüneyt Arkın’dan yeni yeni adı duyulan Tarık Akan’a “esas oğlanın” hödüklüğü nedeniyle bir türlü bitmezdi. Neyse ki Hulusi Kentmen’ler, Nubar Terziyan’lar bir şekilde babacanlıkları ile devreye girerlerdi de hikaye tatlıya bağlanırdı da mahallenin kadınlarının yedeklediği mendiller film bitene kadar yetişirdi…

Çınaraltı Çeşmesi

En uygun zaman akşamüzerleri 5 çayı vakti ya da Pazar kahvaltısı olsa da bazı akşamlar “havamız değişsin” denip inilirdi Çınaraltı Çay Bahçesine. Çaylar içilir, sohbetler edilir, “hava değişir”, bir de getirilen bidonlarla tarihi Çınaraltı çeşmesinden su doldurulup götürülürdü eve. Evlerdeki musluklardan da, sokaklardaki çeşmelerden de su içilebilirdi bir zamanlar. Sulardan su beğenilmezdi üstelik, şımarıklığa bakınız! Nitekim ev musluklarından akan sıradan Terkos suyuna burun kıvrılır, Çınaraltı çeşmesinden Kanlıkavak suyu taşınırdı bidonlarla. Bu Kanlıkavak suyunun şifalı, özellikle de böbreklere iyi geldiği düşünülürdü. Çınaraltından Boyacıköy’e, Reşitpaşa’ya dağılmış çok sayıdaki sokak çeşmesinden Kanlıkavak suyu akardı. Gerçekten de çok lezzetli, içimi çok kolay bir suydu Kanlıkavak…

Yazları İstanbul’un uzak semtlerinden bile gelinirdi asırlık çınarların altında meşhur tavşan kanı Emirgan çayını tatmak için Çınaraltı’na. Hemen yanında Mehtap çay bahçesi vardı ve gençler biraz da babalardan gizli sigara içmek, azıcık da flörtleşmek için olsa gerek Mehtap çay bahçesine kaçar, sonra bir boy Tokmakburnu’na veya Boyacıköy’e kadar yürür dönerlerdi.

Çınaraltı Çay Bahçesi

Aşağıda Emirgan sahilinden, yukarıda şimdi İMKB binasının bulunduğu atış poligonuna, hatta İstinye Park’a kadar olan geniş bölge, bugün akıl almaz gibi görünse de biz çocukların güvenli oyun sahasını oluştururdu. İMKB binası Menderes döneminde Kongre Binası olarak planlanmış ancak inşaatı yarım bırakılmıştı ki çocukluğumun pek çok oyununa ev sahipliği yapmıştır o bina. Atış poligonu olarak kullanılan, sonraları gecekondu mahallesine dönen, en sonunda da ENKA’dan İstinye Park’a uzanan alan ise baharlarda çiçek, sonbaharlarda mantar topladığımız, abilerin büyük ökseler kurarak saka kuşlarını yakaladığı geniş bir çayırlıktı. Kurdukları ökseli ağlarla canım saka kuşlarını yakalayan ergenler Reşitpaşa ya da Emirgan camii başta olmak üzere “uygun yerlere” tezgâh açar, “sevabına” saka kuşu azat ettirirlerdi dindarlara… O zamanlar daha mı vicdanlıydı nedir dindarlar?… “Abilerden” değişik zamanlarda yalvar yakar aldığım 3 saka kuşunu da dedem “kazaen” kaçırıverirdi pencereden… Üzüldüğümü görünce de “kuş uçarken sen, kafesteyken de kuş üzülüyorsa kimin üzüntüsü daha çok bir düşün…” derdi… Bir daha hiç kuş edinmedim…

Mevsimler mevsim, çayırlar çayır, semtler semt, İstanbul İstanbul değil artık… Çocukluğumun iyi insanları çoktan kavuştular Hakkın rahmetine… Erikler desen… Ah!…