BİR YOLDAŞLIK HİKÂYESİ: Eşlik | Yas ve Ölüm Süreçlerinde Destek Hizmeti

0
822

Ölüm ve Kalp Kırıklığı

Yaşadığımız coğrafyada insanının ölümle ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Berna Köker Poljak: Ölüm ve yasla ilgili çalışmaya başladığımda dikkatimi çeken ilk konulardan biri genel olarak Batılı toplumlarda ya da görece modern yaşamın egemen olduğu kent ortamında büyüyenlerin ölümle daha genel bir ilişki kurdukları, ölüme geleneksel değil daha mesafeli, daha genel bir yaklaşım sergiledikleriydi. Elbette her coğrafyanın kendine özgü, belirli pratikleri var. Mesela ben Ankara’da, bir çekirdek aile ortamında büyüdüm. İlerleyen yıllarda ise dünyanın farklı ülkelerinde yaşadım. Bir kıyaslama yaptığımda benim doğup büyüdüğüm ortamla, sonradan ilişki kurup yaşadığım ülkelerdeki toplumların ölüm karşısındaki tutumları pek de farklılık göstermiyordu. Uzunca bir süredir Avustralya’da yaşıyorum ve bir karşılaştırma imkânım var. O kadar çok ortak tema var ki! Bu gözlemler beni daha fazla araştırmaya yöneltti haliyle. Anadolu’nun farklı yörelerinde olduğu gibi her ülkenin yaşatmakta olduğu kendine özgü gelenekleri var muhakkak. Bununla beraber yöre, ülke, toplum farklılıklarına rağmen ortak paternlerden söz etmek mümkün diye düşünüyorum. İnsanlar artık ölüm işini hastanelere, sağlık personeline devredilen medikal bir işlem olarak görüyorlar. Geçmiştekinin aksine medikal bir işleme dönüşen ölüm süreci topluluk yaşantısından, topluluktan ayrışıyor kaçınılmaz olarak. Özellikle bu yüzyılın, batılılaşmanın, kentleşmenin getirdiği bir sonuç bu.

Melike Özgöçen

Melike, siz ne diyeceksiniz?

Melike Özgöçer: Bu bir kolektif hafıza, bellek ve beceri meselesi. Yas tutmak, ölüm, ölülere sahip çıkmak, ölüleri anmak ve bellekte yaşatmak… Ülkemizde ana damarın çok zengin, çok doygun olduğunu biliyor ve hissediyorum ancak kolektif hafıza, bellek konusunda eksiklerimizin olduğunu da düşünüyorum. Tabii yaşadığımız çağa özgü bir durumun varlığını da kabul etmeliyiz. Ölüm daha çok yaşlılıkla ilişkilendirilir ve yaşlılıkla birlikte “beklenir” hale gelir… Ne yazık ki yaşlıların toplumda kendilerine yer bulamadığı, hatta toplum dışına itildiği bir çağdayız. Yaşlılıkla, hastalıklarla birlikte süreç artık hastaneye havale ediliyor. Ölüme giderken bu sürecin hastanede geçiriliyor olması artık kanıksanmış durumda… Olağan bir sonuç gibi görülmeye başlanıyor yaşamın hastanede sonlanması… O kadar ki ölüm hastanede gerçekleştiğinde de artık insanla temasımız ortadan kalkıyor. Neredeyse hiç dokunmadan mezara kadar uzanan bir süreç ilerliyor. Elbette bir cenaze töreni yapılıyor, cenaze törenine katılıyoruz, üzüntümüzü, kederimizi yaşıyoruz ama bir sınırlılık hali çıkıyor ortaya. Belirli bir formda ve mesafede tutuyoruz ölümle ilişkimizi ve hemen, hızlıca “olağan hayatlarımıza” dönüyoruz. Bir nevi fabrika otomasyon sistemine dönüştüğünü görüyoruz. Elbette ölümün tabuya dönüştüğü bir durum da var bu mesafelenme sebebiyle. Ölmemeye çalışma halimiz var… Ölürken bile ölümü konuşamıyor oluşumuz, konuşmamaya çabalayışımız var. Ölüyor ya da ölüyorum bile diyememe halimiz var. Ölmemek için elimizden gelen “tüm çabayı” göstermekle ölüyorum diyememek arasında büyük ve derin bir çizgi var.  Yaşamın bütünü içerisinde doğum, sevinç, mutluluk olduğu gibi acı, keder, ölüm ve bitişler de var. Doğumu, sevinci, mutluluğu kucaklayıp ölümü, acıyı ve kederi bir inkâr durumumuz var..

Az önceki eksiklikler konusuna da bir not düşmekte yarar görüyorum: Sanayi devriminin bir sonucu olarak insandan sürekli bir verimlilik beklenir hale geldi. Verimlilik düştüğünde, sona erdiğinde insanın artık kenara çekilmesi, yaşlanıp hastalıklar baş gösterdiğinde hastaneye gitmesi, orada ölmesi ve mümkünse el değmeden defnedilmesi gibi bir süreç yaklaşımı olağanlaştı. İşte burada kolektif hafızanın, belleğin devreye girmesinde eksiklikler görüyorum. Oysa çok kıymetli geleneklerimiz var. Özellikle Anadolu’da hasta kişinin bakımının sadece aile içinde değil tüm köy olarak üstlenildiğini biliyoruz mesela, taziye evi geleneği de sürdürülüyor hala. Şehirlerde ise hayatlar tabii fazlasıyla bireyselleşti. İnsanlar gündelik mesai koşuşturması içerisinde kendine bile zaman ayıramaz hale geldiğinden topluluktan uzaklaşma eğiliminde. Dış ve iç göçler, nüfus yapısındaki değişim, demografik değişim, ekonomik koşullar, kentleşme modelleri… Her biri birbiriyle bağlantılı olarak topluluk kaybına yol açıyor.

Kişisel olarak ölümle ilişkiniz nasıl?

Berna: Ölümle ilişkimden çok yaşamla ilişkim üzerinden bakıyorum meseleye. Nasıl yaşadığıma bakıyorum. Topluluk kayıplarıma bakıyorum. Zira buradan bakmazsam, ölüme de biraz eksik bakarım diye düşünüyorum. Nasıl öldüğümüzü anlamak için nasıl yaşadığımıza bakmak gerek diye düşünüyorum ben Sinan. Çünkü bu ikisinin birbiriyle çok fazla ilintili olduğu kanısındayım. Hatta belki de bunun yası da var içimde. Çünkü kocaman bir sistemin, karşı koyamayacağım kadar devasa bir sistemin içinde olduğumun farkındayım. Özellikle hastanede eşlik ettiğim kişilerden en çok öğrendiğim şey “nasıl ölmek istemediğim” … Gerçi biliyorum ki bu planlanabilir bir şey değil. Çünkü ölümün ne zaman, nasıl, nerede geleceğini bilmiyorum. “Romantik ölümlerle” ilgili bir planım da yok. Tabii ki çok isterim evimde, sevdiklerimin, çocuklarımın yanında, yatağımda öleyim ama bunun romantik bir plan olduğunun farkındayım. Bu hayatın düzeni içerisinde yanımda olacak, benimle ilgilenecek, bana bakacak insanların olup olmayacağını bilemiyorum. Çocuklarımın yanında olup olamayacağını bilemiyorum. Gelecekte ne olacağını bilmiyorum ki? O yüzden de mümkün olduğunca “şu anda” kalmaya çalışıyorum. “O anın” nasıl ve ne zaman geleceğini bilemediğime göre “bu ana” odaklanmayı ancak “o anda” güçlü olabilmeyi, sevdiklerimle olabilmeyi dileyebiliyorum sadece… Bunun için de plan yapmak yerine ölümle ilişkimi nasıl kurduğuma bakmaya çalışıyorum. Yaşama ve ölüme karşı düşünsel mesafemi anlamaya, buraya bakmaya çalışıyorum. Kendi topluluğumu oluşturmaya çalışıyorum. Hayatımı hiç değilse bu anlamıyla zengin kılmaya çalışıyorum. Yaşamımı zenginleştirebilirsem bunun ölümüme de yansıyacağını umuyorum. Nereden, nasıl, ne zaman gelirse gelsin bir kabullenişle karşılayabilmeyi umuyorum. Hayatımızın her alanına yayılmış bir şey var. Her şeyin daha iyisini, daha romantiğini, daha bize özgü olanını istiyor ve hayal ediyoruz ama böyle bir şey yok aslında Sinan!

Melike: Yaş alabildikçe ölüme bakışım ve ölümle ilişkim de değişti haliyle. Yaş alabilmek çok kıymetli bir şey.  Ama yaş aldıkça kalbimi kıran ölümlerin de sayısı artıyor. Ölümle daha yakın ilişki kurmaya başlıyor insan yaş aldıkça.  O ana dair hiçbir bilgim yok… Olmayacak da… “Tam bir hazırlığım” da olamayacak bu nedenle. O yüzden her zaman nasılsam, “o anda da” öyle olacağımı düşünüyorum. Dolayısıyla eğer bir hazırlık tanımı gerekirse illa kendi adıma “o ana hazırlığın” özünde “şimdiki anda” mevcudiyetle bulunmaktan geçtiğini düşünüyorum. Zor bir soru bu…

Ölüm ve kalp kırıklığı dediniz… Bu ikisi nasıl ve neden yan yana geliyor?

Melike: Ölümle bağlantılı olarak yas geliyor. Kalbimi kıran yasın kendisi değil, çaresizlik. Şu an, burada, artık göremeyeceğim, dokunamayacağım, konuşamayacağım, iletişim kuramayacağım canların gidişi kalbimi kırıyor. Yasım, özlemim ve sevgimin doğal bir sonucu. Evet ölüm yaşamı besliyor. Doğum, yaşam, ölüm bir döngü. Bunu biliyoruz ve kendimizi çaresiz hissediyoruz, kalp kırıklığımızda bu çaresizlik duygusunun payı büyük. Sevdiğimiz canı tutamamak ve onu yitirmek.

“Her ölüm erken” şairin dediği gibi. Zamanlı bir ölüm yok herhalde… Kabullenmekte zorlanıyoruz, çaresizlik duygusunu yaşıyoruz.

Kalp kırıklığımız bundan mı?

Biliyor musunuz Sinan, bir gün batımını izlerken de kalp kırıklığı yaşıyorum. Hayranlıkla iç içe bir kalp kırıklığı bu… Çünkü az sonra biteceğini, o anın birazdan son bulacağını biliyorum… Yaşamdaki her şeyin sonlu olduğunun idrakiyle birlikte eş zamanlı olarak hem onun varlığına dair büyük bir sevinç, mutluluk, sonsuz bir hürmet var… Öte yandan onun bir zaman sonra elimden kayıp gideceği bilgisinin yol açtığı büyük bir kalp kırıklığı da var. Bu kalp kırıklığı ve çaresizliği kabul edebilirsek, sabırla ve şefkatle işleyebilirsek eğer büyük armağanları olduğuna inanıyorum kendimize ve yaşama.

Hem çok merak ettiğimiz hem ürktüğümüz hem konuşmak için büyük bir iştah duyduğumuz hem de konuşmaktan kaçındığımız bir konu aslında ölüm. Ölüleri seviyoruz biz, ölümü değil. Yaşayanları sevmiyoruz da ölüleri seviyoruz daha çok. Genel olarak sorun da sevmiyoruz. Bir tür “dertsiz masa örtüsü” olsun istiyoruz insanlar. Sorunla gelmesinler bize. Yük olmasınlar, yük getirmesinler. Biri hastalandı mı, işte kısa bir hasta ziyareti, bir geçmiş olsun mesajı, belki bir çiçek. Onunla savuşturuyoruz “vazifemizi”. Bir sosyal medya mesajı, belki camide cenaze namazına hızlıca katılıp, “görünüp”, baş sağlığı dileyip gidiyoruz. Cenaze törenini hızlıca bitirip, “bedeni” hızlıca toprakla buluşturup bir an önce hayata karışmaya bakıyoruz. En azından metropol insanı artık neredeyse tamamen bu şekilde kuruyor hastalık ve ölümle ilişkisini. Dikkatimiz o kadar çalınmış durumdaki bu çağda binbir çeşit uyaranla kendi ölümlülüğümüzü unutmuş durumdayız özünde.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz