Ulvi Yaman: Asım’cım öncelikle çok teşekkür ediyorum röportaja vakit ayırdığın için. Başlarken şunu söylemek istiyorum bu röportajdaki sorular sana çok bildik, sıradan gelebilir ama Reportare’nin ağırlıklı okuyucusu Türkiyeli olduğu ve özellikle Kıbrıs, Kıbrıs-Türkiye, KKTC-Güney Kıbrıs ilişkileri gibi konularda sağlıklı bir bilgiye sahip olamadıkları için, birincil amacım net, somut bir şekilde bizi okuyanlara Kıbrıs hakkında sağlıklı ve doğru bilgileri senin ağzından aktarabilmek.
Seni tanımayanlar için kısa bir özet geçeyim; 1968 Mağusa doğumlusun, İstanbul Üniversitesi, Kimya Mühendisliği bölümünde okudun, 2000-2005 yılları arasında Mağusa Belediyesi’nde Kültür ve Sanat sorumlusu olarak çalıştın, Uluslararası Mağusa Kültür Sanat Festivali koordinatörü olarak bence muhteşem bir işe imza attın o yıllarda, 2005-2010 yılları arasında Sayın Mehmet Ali Talat KKTC ikinci Cumhurbaşkanı iken onun Özel Kalem Müdürlüğü görevini yürüttün –ki bizim de senle dostluğumuz o yıllarda başladı. Cumhuriyetçi Türk Partisinde Parti Meclisi Üyeliği, Merkez Yönetim Kurulu Üyeliği, Genel Sekreterlik gibi görevler üstlendin, 2013 yılından bugüne dek de Cumhuriyetçi Türk Partisi Mağusa Milletvekili olarak görev yürütmektesin.2015-2016 yıllarında İçişleri ve Çalışma Bakanlığı görevini yürüttün. Bu süreçte AÖF’de “Kamu Yönetimi” okudun ve halen DAÜ’de “Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları” konusunda yüksek lisans yapıyorsun. Bu yıl Ocak ayında yapılan seçimlerde de yeniden milletvekili seçildin ve halen bu görevini yürütmektesin. Ayrıca Deniz ve Çınar adında dünya tatlısı iki çocuğun var ve sevgili Kezban’ın eşi, bizim “iyi ki” dediğimiz dostumuzsun.
Söyleşiye şöyle başlayalım, son dönemlerde Türkiye’nin başta seçimler olmak üzere adanın siyasal, ekonomik, kültürel yapısına müdahalesi çok tartışılıyor. Türkiye’nin KKTC’nin garantörü olduğu gibi yanlış bir algı söz konusu. Öncelikle bizi şunu tanımlar mısın, uluslarası hukuk anlamında Türkiye’nin Kıbrıs’la ilişkisinin sınırları nedir? Bu tartışılan müdahaleler hep var mıydı yoksa son dönemde mi ortaya çıktı?
Asım Akansoy: Çok teşekkür ederim öncelikle. Şunu netleştirelim. Uluslararası hukuk açısından Türkiye Cumhuriyeti, KKTC’nin veya Kıbrıslı Türklerin Garantörü değildir. Hiçbir zaman da olmamıştır.
1960 Garanti Anlaşmasına bakarsak, buna göre, “Yunanistan, Türkiye ve Birleşik Krallık, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve güvenliğini, ve anayasanın temel maddelerinin oluşturduğu yasal durumu tanır ve garanti eder.” Yani garanti edilecek söz konusu yapı, 1960 Kıbrıs Cumhuriyetidir.
“Yunanistan, Türkiye ve Birleşik Krallık, Kıbrıs’ın bir başka devlet ile birleşmesini veya adanın bölünmesini doğrudan veya dolaylı olarak teşvik eden herhangi bir faaliyeti kendilerini ilgilendirdiği kadarıyla, yasaklamayı taahhüt eder.” Burada Taksim ve Enosis’in kesinlikle yasak olduğu belirtilmektedir. Yine Kıbrıs’ta ayrılıkçı bir devlet kurma girişimi (bölünme…) de aslında bu madde kapsamında asla söz konusu olamaz ve bunun altına imza atanlardan biri de Türkiye’dir. Yani bugün ileri sürülen iki ayrı devlet tezi, Türkiye’nin altına imza attığı anlaşmaya göre mümkün değildir. İki ayrı devlete dayalı, veya olası bir modelde bölünmeye kapı açacak unsurların yer almaması gerekir.
“Kıbrıs Cumhuriyeti, herhangi bir devlete bir bütün veya kısmi olarak herhangi bir siyasi veya ekonomik birleşmeye gitmemeyi taahhüt eder. Bu doğrultuda, herhangi başka bir devlet ile birleşme veya adanın bölünmesini doğrudan veya dolaylı olarak teşvik edebilecek herhangi bir faaliyeti yasak ilan eder.” Burada ciddi bir tartışma konusu var. Çünkü bu paragrafta göre Kıbrıs Cumhuriyetinin Avrupa Birliğine üye olmaması gerekirdi. Bu durumu dolaylı olarak okuyacak olursak, Garantör ülkelerin izni veya kendilerinin de üye olması bağlamında Kıbrıs Cumhuriyeti, AB üyesi olabilirdi. Ancak Türkiye’nin de AB tam üyelik müzakerelerine bağlaması kaydıyla, bu yönde bir girişime onay verildi ve sonuç malum, farklı oldu.
“Yunanistan, Türkiye, Birleşik Krallık, [Antlaşmanın] hükümlerine uyumu temin için gerekli olan adım veya önlemler ile ilgili birbirleri ile istişare etmeyi taahhüt eder. Ortak veya bir arada bir hareketin mümkün görülemediği durumlarda, her üç garantör güç, sadece mevcut antlaşmanın yarattığı yasal durumu yeniden tesis etme amacı ile harekete geçme hakkını saklı tutar.” Bu madde ise Türkiye’nin 1974’de adaya müdahalesinin hukuksal dayanağı. Ancak “yasal durumu yeniden tesis etmek amacıyla” harekete geçme…
Burada Türkiye’nin adaya müdahale etmesinin, Anayasal düzenin yeniden tesis edilmesi bakımından yasal, adanın bugünkü bölünmüş haline seyirci kalan bir Garantör olarak ise gayrı yasal olduğunu noktasını not etmekte yarar var. Eğer uluslararası hukuk yapısı önemliyse burada da önemlidir. Türkiye, özellikle Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon yatakları üzerine yapılan tartışmalarda, 1960 Garantörlük hakkının adanın geneline şamil olduğunu vurguluyor.
Tamam da mesele sadece bu değil, aynı zamanda, içeriğin farklı unsurları var ki, görmezden geliniyor.
24 Nisan 2004 yılında Annan Planı Referandumunda Kıbrıslı Türklerin çözüm ve AB üyeliğine evet demesi, hukuki bağlamda olmasa da, siyasi anlamda “çözüm istemeyen” ya da “işgalci” vurgusunu Türkiye üzerinden aldı. Dönemin TC Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, verdiğiniz bu kararla, bugüne kadar size yaptığımız tüm yardımların karşılığını vermiş oldunuz ifadesi anlamlıdır. Aslında Kıbrıslı Türkler, en azından uluslararası camia bağlamında Türkiye’yi evet oyu ile çok önemli bir sorundan kurtarmış oldu. Amaç çözümdü AB üyeliği idi ancak netice Türkiye’ye yaradı. Ve elbette tüm oklar Kıbrıslı Rumların üzerine dönmüştü. Dün ayartılan bu moral üstünlük , Yeni Türkiye’nin desteği üzerinden Sayın Tatar’ın iki ayrı devlet tezi ile tuzla buz oldu.