Ulvi Yaman: Gerek Türkiye’nin konjonktüre göre değişen politikaları gerekse dönemsel olarak alevlenen tartışmalar, manipülasyonlar, dezenformasyon yüzünden Türkiye kamuoyunun çok da detaylı bilmediği bir konuyla devam edelim. Bir tarafta KKTC diye dünyada kimsenin tanımadığı bir devlet var, öte yandan Federasyon görüşmeleri değişen siyasal konjonktürlere göre kör topal devam ediyor. Dışarıdan, dışarı derken Türkiye’yi kast ediyorum, kimileri Federasyon isteyenleri “rumcu”, “vatan haini” olarak ilan ediyor, kimileri KKTC’yi Türkiye’nin bir parçası olduğunu zannediyor veya olması gerektiğini düşünüyor. Bir Kıbrıslı siyasetçi olarak, biraz da daraltarak sana sormak istiyorum; KKTC’nin uzun vadede bağımsız bir devlet olarak var olma, tanınma koşulları iddia edildiği gibi gerçekten var mı? Annan Planı döneminde Referandum sürecini birlikte yaşadık, Federasyon ihtimali var mı? Bunu tüm paydaşlar bağlamında soruyorum, Rumlar, Kıbrıslı Türkler, Türkiye, Yunanistan, AB… Adanın geleceği ile ilgili bu bağlamda ne öngörüyorsun?
Asım Akansoy: Soru cevap şeklinde gidelim o zaman:
“KKTC’nin uzun vadede bağımsız bir devlet olarak var olma, tanınma koşulları iddia edildiği gibi gerçekten var mı?”
KKTC’nin tanınma olasılığı yoktur. Neden ? Kıbrıs sorunu, uluslararası bir konudur. Kıbrıs’ın tamamı AB toprağıdır. AB içerisinde temsil hakkı yasal yetki, 1964 BM Güvenlik Konseyi kararı bağlamında Kıbrıs Cumhuriyetine aittir.
KKTC’nin tanınması bölgedeki çok farklı siyasal – toplumsal aktörlerin ayrı devlet talebini meşru kılacağı için Türkiye’nin bu yönde bir hamlesi söz konusu olamaz. Örneğin Türkiye devleti için Kürt sorunu konusu sıkıntılı bir tarihsel, siyasal olgudur. Bunun yanında, Avrupa Birliğinde de ayrılık talepleri olan etnik eğilimler mevcuttur. BM böyle bir kapıyı asla açmak istemez. Bunlardan dolayı Türkiye’nin KKTC’yi tanıtma yönünde asla adım atmayacağını düşünüyorum. Uluslararası camia dediğimiz BM dünyası, daimi üyeler ya da Emperyalist ülkelerin tek yanlı tanıma girişimi de sadece ve sadece kendilerine bağımlı olabilecek bir çerçeve içerisinde olabilir ki, bu da bir “fait accompli” ile mümkündür. KKTC’nin tarihsel ve siyasal boyutu onu ne Kosova ile ne de başka bir küçük ülke ile benzeştiriyor. Zor bir konudur, çok farklı faktörlerin etkisi altındadır, çok boyutludur ve “unique”dir. Ne uzun ne de kısa vadede, tanınma ihtimali kendine özgü tarihi gerçekliğinden dolayı mümkün değildir diye düşünürüm. Akıl dışı hamleler hariç.
“Annan Planı döneminde Referandum sürecini birlikte yaşadık, Federasyon ihtimali var mı? Bunu tüm paydaşlar bağlamında soruyorum, Rumlar, Kıbrıslı Türkler, Türkiye, Yunanistan, AB… Adanın geleceği ile ilgili bu bağlamda ne öngörüyorsun?”
Eğer adada bir çözümden bahsediyorsak, bunun adı BM parametrelerinde yer aldığı gibi, siyasi eşitliğe dayalı, iki bölgeli, iki toplumlu, tek egemenlikli, tek uluslararası kimlik ve tek vatandaşlıklı bir çözümdür. Bu çözümde iki ayrı kurucu devlet olacak, ancak egemenlik iki halktan kaynaklanacaktır. Tanınmış iki ayrı bağımsız devletten değil. Yani çözümde iki ayrı egemen devletin birlikteliği olmayacak. Her bir devletin, kendi yetki alanları olacaktır ve bunlar olabildiğinde geniştir. Merkezi yapıda yani Federal Hükümette Dış ilişkiler ve Maliye yer alacak. Geriye kalan yetkiler parça devletlerde yer alacak. Dönüşümlü Başkanlıkla tarihte ilk kez, adanın tamamında bir Kıbrıslı Türk de Başkan olabilecektir. Mesele budur. Ayrılma yasak olacak, AB üyesi olunacak.
Bir de güvenlik ve garantiler konusu var. Türkiye’nin 3 garantör ülkeden biri olarak, oluşacak yeni yapıda diğer garantörlerin pozisyonu ile denk bir durumda olması gerekir. İngiltere’nin adada egemen toprağı var ve -ne yazık ki- devam edecek. Ada çözümden sonra Avrupa Birliği üyesi olacak, bu bağlamda Yunanistan’ın yer aldığı kampın bir üyesi olarak hayatını sürdürecek. Burada Türkiye’nin çözüm ile birlikte devre dışı bırakılması düşünülemez. Tüm garantör ülkelerin denk pozisyonda olması gerçekçi olandır. Bu noktada, İngiltere topraklarından, Yunanistan da AB’den vazgeçmeyeceğine göre nasıl bir süreç izleneceği hassas bir konudur.
İttifak anlaşması Yunanistan ve Türkiye’nin adada asker bulundurma durumunu ele alır ki burada 650-950 gibi asker sayısı vardı. Bunun devam etmesi ancak Garanti anlaşmasının yenilenerek, Türkiye’nin sadece Kıbrıs Türk tarafının garantörü olması tartışılan ve mantıklı olandır. Kıbrıslı Rumlar Türkiye’nin adanın tamamına yönelik garantörlük yaklaşımından ayni 1960 sisteminin devamından endişelenmektedir ki bu da haklı bir görüştür. Bunu dikkate almak, ama aynı zaman da Kıbrıslı Türklerin güvenlik beklentisini de karşılamak gereklidir. BM Genel Sekreterinin bir tarafın güvenlik beklentisi, bir diğer taraf için tehdit olmamalıdır görüşü akılcı olandır.
Ulvi Yaman: Türk kamuoyunun tartışmalardaki bir diğer argümanı da Türkiye Devletinin Kıbrıs’a her yıl bir bütçe ayırması ve desteklemesi. Sonuç olarak “parayı veren düdüğü çalar” anlayışıyla bu ekonomik yardım konusu bir şekilde müdahalelere hak olarak gösteriliyor. Oysa her yıl adı geçen bu bütçelerin tamamı ya gelmiyor, bir kısmı zaten borç hanesine yazılıyor, öte yandan ambargolar nedeniyle ada Türkiye’ye bağımlı olduğundan aldığından fazlasını ticaret olarak Türkiye’ye zaten geri ödüyor. Ekonomik anlamda Türkiye –Kıbrıs ilişkileri konusunda neler söylemek istersin.
Şu anda yerel gelirlerimiz, cari giderlerimizin yaklaşık % 60 -70’ini karşılıyor. Mahalli gelirler 7.130 milyar, giderler 12.7 milyar TL. TC kaynaklı kredi 1.150 milyar, TC kaynaklı hibe 1.350 milyar TL. Bunlar elbette takribidir ve 2022 bütçe yasasında yer alan rakamlardır. Geriye kalan açığı da iç borçla karşılıyor hükümet. Bu durum esasen bizim suçumuz değil. Ülkenin fiili, durumu bunu yaratıyor. Ancak elbette bizim de yönetsel anlamda ciddi zafiyetler yarattığımız dönemler oluyor. Ekonomik bağımlılık elbette tüm dünya ülkeleri için geçeri bir konu. Kim kime bağımlı değil ki. Ancak buradaki sorun bu bağımlılığın siyasi bir sopa olarak kullanılmaması. Herhangi bir tanınmış ülkenin herhangi bir ekonomik sorunu karşısında kullanabileceği çok farklı enstrümanları var. Bizim yok. Dolayısıyla istediğimiz açıktır. Türkiye ile olan ilişkinin tahakküm ilişkisine dönüşmemesi.
Burada önemli olan bizim üretim yapabilmemiz ve Türkiye pazarına satış yapabilmemizdir. Ancak maliyet girdilerimizdeki artışlar da bizi ekonomik rekabetin dışına itiyor. İnan zor bir durumdayız.
Turizm sektörü, kumarhaneler ile ayakta duruyor. Yüksek öğrenimde ciddi nitelik sorunları doğdu. Büyük sıkıntılarımız var.
Yukarıda zafiyetler var dedim. Şöyle bir ironi var aslında. Ankara hükümeti, seçimlerde bütün ağırlığını Tatar için kullanıyor, sonunda Tatar’ın partisi UBP başa geldiğinde, yönetsel sorunların büyümesine itiraz ediyor. Bu nasıl bir yaklaşımdır?