Sinan: Sosyologlar arasında bir dönem “merkez- çevre çatışması” teorisi çok tutuluyordu. Türkiye’de merkez- çevre ilişkisindeki en önemli kırılmalardan birinin 1946-50 dönemi Demokrat Parti- Menderes hareketi olduğu söyleniyordu. Siz bu yaklaşıma katılıyor musunuz? Yeniden aynı okumayı yapıyor musunuz bugün?
Neşe Özgen: Ne kadar iyi bir şey değil mi? Politika, üzerine binenlerle tekrar tekrar yeniye dönük olarak okunabiliyor. Tabii kendi dönemi içinde değerlendirmek lazım her şeyi… 1950’de olan şey, devletin merkezine oturmak isteyen liberal çıkışın daha sonra muhafazakârlarla işbirliği yapmasıydı. Bugüne dair bu kadar sade bir analiz yapabileceğimizi düşünmüyorum. Zira ne liberaller ne de muhafazakârlar, kendilerini ne ticari sistemden uzak tutmaya gayret ettiler ne de küresel yapının faizci ve ahlaksız havuzlarına dalmaktan çekindiler. Dolayısıyla bugün liberal- muhafazakâr işbirliğinden çok daha başka bir görüntüyle karşı karşıyayız.
“Devletin vatandaşı işgal ettiği bir alandayız artık…”
Sinan: Kavramlar alt üst olduğu için burada bir açıklık getirmekte yarar var. Liberali çoktandır bir tür küfür, hakaret olarak kullanıyor insanlar. Sizin 1950’lere dair sözünü ettiğiniz liberal kesim kimler?
Neşe Özgen: Siyaset bilimci arkadaşlar daha iyi bilecekler tabii ama Demokrat Parti kurucuları arasında gerçekten liberal ideolojiye sahip olanlar, hatta o zamanlar sol diye görülen ama aslında liberal olan bazı gruplar vardı. Kapitalizm içerisinde yaşıyorsanız liberalizmin bir ayağı faşizmdedir ama bir ayağı da özgürlüklerdedir. Türkiye’de bu faşizm ayağını liberaller daha kolay benimsediler. Liberal öğretinin aksine bir biçimde, kendi doğru bildiklerini kitlelere kendilerinin öğretebileceğine, gerekirse bunun için devlet aygıtının kullanılabileceğine dair otoriter bir yaklaşımı benimsediler. Bugünkü sonuçlara yol açan da bunlardır. Ama şu an nereye geldiğimize bakalım: Şu an devletin vatandaşı işgal ettiği bir alandayız. Bakın sadece vatandaşlık alanının işgalinden söz etmiyorum. Devletin vatandaşı işgal etmesinden söz ediyorum. Enformasyonun, medyanın, haberin, bilginin hızla yok olması, akışın kesilmesi, bizi bir söz dalgasıyla karşı karşıya bırakıyor. Öyle ki, sanki dünya üzerinde söylenmemiş söz kalmadı gibi şu anda. Herkes tespit yapıyor. Üstelik herkes gayet de yerinde tespitler yapıyor. Herkes “ne olmakta olduğuna dair” iyi analizler sunuyor. Söz çok yüksek fakat sözün içinin doldurulmasından, yani eleştirinin, eleştirmekten çıkıp eleştirel olabilmeye doğru gidişinden mahrumuz.
Sinan: Aydın kapasitesini tartışmaya geçiyorsunuz buradan?
Neşe Özgen: Evet, tam da bunu söylemeye çalışıyorum. Yaşadıklarımızı aydın kapasitesiyle bağdaştırmak istiyorum. Bakın bir şeyi eleştirmek demek, mevcut durumun analizini yapmak demektir. Durumun iyiye gitmekte olmadığını ve nelerin aksamakta olduğunu söylemek, aslında her orta zekalı insanın görevi zaten. Biraz eğitim almış biri zaten neyin yanlış, neyin doğru olduğuna dair fikir sahibidir ve bunu da gerçekten iyi temellendirebilir. Bu çok yüksek bir durum değil yani… Oysa yokluğunu asıl hissettiğimiz şey aydın kapasitesi! Aydının iflasının görünür yanı şu ki ilerletici yeni düşünceler, yeni fikirler çıkmıyor artık. Eleştiri, mevcut durumun analizini geliştirir ve yanlışları bulur. Oysa eleştirel olmak, olası bütün yapısal kısıtlara karşı koyabilecek kapasitesi olanların ve bu karşı koymayı da mevcut ahlak, adalet ve hukuk içerisinde henüz gerçekleştirememiş olanların, bu yönde kısıtları olanların düşüncelerini, onlarla birlikte kendi bilgisine ve kültürüne katarak daha ilerletebilmek üzere yeni, uygun olanakları beraberce tartışabilmektir. Diğer bir deyişle bir hayale beraber bakabilme iradesini geliştirebilmektir.
Sinan: Toplumun bütün katmanları için mi söylüyorsunuz bunu?
Neşe Özgen: Evet hatta bunu bu hayalden fazlasıyla mahrum bırakılmış olan, ama bir isyanı ve karşı çıkışı olan, bunun ne olduğunu çok da fazla fark edemeyen ama yine de bu isyanı söylemeye çalışan insanlarla gerçekleştirmekten söz ediyorum. En kırılgan, en alta düşürülmüş olanlarla… Ocak ayından bu yana sadece iş cinayetlerinde öldürülmüş olan 1275 işçi için söylüyorum mesela. Tarım alanlarının toplulaştırılması nedeniyle tarlasını kaybetmiş köylüler için söylüyorum. Öğrenim hakkından mahrum bırakılmış öğrenciler için söylüyorum. Biliyorsunuz, Türkiye’nin okur- yazarlık oranları açıklandı yeni… 8 buçuk milyona yakın insanımız okuma yazma bilmiyor. Bilenlerin de ne kadar bildiğini geçen gün başbakanımızın tahtaya yazdığı yazıdan gördük değil mi? Hem entelektüel kapasitenin düşüklüğü hem de yeniyi üretememe üzerine geliştirdiğim eleştiriyi de bunun üstüne kurmak istiyorum. Eleştirel olabilmek, yani mevcudu ilerletebilmek, asla kendi sözünü bir kibirle üstten söylemek anlamına gelmez. Aksine kendi bilgisini, deneyimini ve kültürünü de, yapının kendini geliştirmek istediği biçimi ilerletebilmek için kullanabilmek anlamına gelir. Yani aslında sözün iradesine yol gösterebilmek anlamına gelir. Bunu da beraber yürütmek zorundadır. Bir hayale bakabilmek iradesini insanların eline verebilmekten söz ediyorum. Kendi sözümüzü, söyleyişimizi insanların hayallerinin emrine vermezsek ve onlarla birlikte biz de ilerleyemezsek, önümüzdeki dönemlerde bu çölleşme, bu sürüklenme hali devam edecek. Kendisi de ne yapmak istediğini çok fazla bilmeyen ama bu bilmeyişini de, üstelik kendisine yönelik gösterilen karşıtlığı, eleştiriyi ve muhalefeti de ciddi bir şiddetle susturmaya çalışan devlet politikalarının elinde oyuncak haline gelerek yaşayacak. Bu biçimde bir aydın iflası, önümüzdeki dönemlerde hepimizi daha da ağır biçimde rahatsız edecek boyutlara ulaşacak bence. Çünkü biz yapısal analiz geliştiremiyoruz. Yapı eleştirisi geliştiremiyoruz.
Sinan: Bu önceden var olan ve şimdi kaybedilen bir şey değil ki Hoca? Önceden vardı ise bile temelleri çok zayıf, hatta çok temelsiz bir durumdan söz ediyorsunuz?
Neşe Özgen: Ben tam öyle düşünmüyorum. Türkiye’nin kendi entelektüel kapasitesinin hakikaten yükseldiği dönemler oldu. 1930’larda mesela… Klasiklerin çevrilmesi, modernleştirme girişiminin yükselmesi, çok kısıtlı olsa da eğitimde bazı reformlar yapılmaya gidilmesi önemli bir kapasite yükselişine yol açtı. 70’lerde kitlelerin zorlayışıyla daha sınıfsal meselelerin yükseltilmesi, 2. Dünya savaşından çıkışta yoksulluğa karşı gösterilen tepkiler. Yine 70’lerde ambargonun ve Türkiye’nin kendi içine kapanmasına karşı gösterilen tepkiler. 90’lı yılların ortalarında işçi baharı dediğimiz yükselişler. Bunlar hakikaten entelektüel kapasiteyle birlikte yürüyen yapılardı.