Sinan: Ama maalesef acıların coğrafyasıyız. Ve sizin toplumsal muhalefetin parçaları, bileşenleri olabilecek diye saydıklarınızın her biri kendi içerisinde birbirleriyle kavgalı, çatışmalı.
Neşe Özgen: Tabii ki bu çelişki gruplar, tabakalar, sınıflar arasında yükseltilmiş bir düşmanlaştırmayla beslendi. Zaten mevcut şeylerdi bunlar. Aynı sokak üzerinde eğer bir lonca geleneğiniz yoksa, 5 tane aynı şeyi satan esnaf birbiriyle kavgalıdır. Bu doğal bir çatışma halidir. Ya da aynı evi almak isteyen, parası anca ona yeten iki insan, aynı evi almak istediklerinde birbiriyle çatışmalıdırlar. Ama bu çatıştırmalar şu an bahsettiğimiz çatışma değil. Şu an bahsettiğimiz, “düşmanlaştırma”. Birbirine düşmanlaştırılmış alanlarla karşı karşıyayız. Klasik anlamda sınıf ve çıkar çelişkisinden ziyade etnik, cinsiyet, kimliklendirme politikalarına yönelmiş bir düşmanlaştırma politikası bu. Geçmişte kimlik alanlarında kazandığımız bazı başarıların geri alınması söz konusu. O zaman tekrar sınıf alanına mı döneceğiz? Oradaki politikalarımızı mı yükseltmemiz gerek? Onun yerine acaba sınıf alanında edindiğimiz bilgilerle, kimlik alanında edindiğimiz kazanımları ve sınıf alanında edindiğimiz kazanımları, kendi entelektüel kapasitemizle birlikte nasıl yükseltebiliriz? Biraz da ona bakmamız gerek.
Sinan: Kimlik siyaseti bir dönem çok tartışıldı. Sınıf siyasetinden kimlik siyasetine geçiş noktasında sınıflar, katmanlar, etnik kimlikler, gruplar kendi bağımsız kavgalarını vermeye ve bağımsız kazanımlar elde etmeye başladılar. Ama grupların tek tek küçük kazanımları, toplumun genelini kucaklayan bir özgürleşmeyi, demokratikleşmeyi de getiremedi bir türlü. Bu noktadan yeniden sınıf siyasetine dönülebilir mi? Bunu bir temenni olarak mı söylediniz?
Neşe Özgen: Bir arayış diyelim. Asıl elimizden kaçırdığımız, kimlik politikaları alanını yüceltirken sınıf kazanımlarını göz ardı etmekti. Şimdi bizim bu kesen alanları dikkatle izlememiz ve oradan yeni alanlar geliştirmemiz gerekiyor. Yani sınıfı kadın meselesiyle, cinsiyet meselesiyle, çocuk eğitimi ve aile meselesiyle birleştiği yeri yeniden ele almamız gerekiyor.
Sinan: Ama sınıf da artık eski sınıf değil. Çok ciddi bir taşeronlaşma var. Sınıf kendi kimliğinden de uzaklaşmış, başka dertlerin telaşına düşmüş durumda.
Neşe Özgen: Haklısınız. 19.-20. Yüzyılın başındaki işçi sınıfı kavramı farklılaşmaya başladı. Türkiye’de bu çok sonraları fark edilebildi. Örneğin galiba 2005 yılındaydı, ilk kez o tarihte 1 Mayıs’ta işsizlerin ve güvencesizlerin yürümesine izin verdi sendikalar. Bunun da bir sınıf meselesi olduğuna dair, meselenin işçinin güvencesizleştirilmesi meselesi olduğuna dair bir idrake anca vardılar.
Sinan: İyi de sendikalar için bu yeni bir mesele değil ki? “İhtiyat sanayi ordusu” Marx’ın önceki yüzyılda yaptığı bir saptamaydı zaten. Sendikalar, 80 öncesi bunu eğitimlerinde çok kullanmışlardı? Hoca, biz bu sınıfsal kavramlardan niye ve nasıl bu kadar uzak düştük? Enternasyonalist dayanışmada da, etnik gruplara yaklaşımımızda da bu bakışı kaybettik. Sınıfsal bakış açısından, Marksizmden neden bu kadar uzaklaştık?
Neşe Özgen: Kısmen Hegelci kimlik ve sivilleşme politikalarının bazı sol liberal aydınlar tarafından yaygınlaştırılması ve bunun da kıymetli bulunmasının sonuçları aslında. Uzun dönem üniversitelerde de bu eğitim verildi. Ama şimdi görüyoruz ki, temel teorilerimiz olmaksızın yeni durumu da ölçmemiz hatalara yol açıyor. Türkiye’de sınıf politikasını terk etmemiş hakikaten son derece kıymetli bir aydın grubu var. Bazen onlar da bu etnik, kimlik politikalar konusuna düşüyorlar ama yine de bir sınıf politikası uyarlanıyor. Mesela yarı köylülük dediğimiz meselenin şu anda neyi beslemekte olduğuna dair çok iyi kent çalışmaları yapılıyor. Sadece kentsel alanların bina işgali üzerinden değil, aksine kırsal alandaki işçileşmenin, yarı köylülük yarı işçilik meselesinin kent işçiliğini nasıl baskıladığı üzerine çok iyi çalışmalar yapılıyor. Keza şehirde ortaya çıkan yeni mülk alanları üzerine çalışmalar yapılıyor. Çöp mesela. Bir mülkiyet olarak ortaya çıkıyor. Bunların işçileşme meselesine, küçük burjuvalaşma meselesine nasıl etki ettiği tartışılıyor. Keza beyaz yakalılık meselesinin aslında ne kadar yüksek sanalite taşıdığı ve aslında işçileşmenin bu beyaz yakalılık aracılığıyla nasıl gerçekleştirildiği üzerine çalışmalar yürüyor.
Sinan: Sosyolog olarak Marksizmin bunca zaman sonra bile bize hâlâ geçerli teorik alt yapıyı sağladığını, koruduğunu söyleyebiliyor musunuz?
Neşe Özgen: Bundan şüphemiz olabilir mi? Marksizm bir ekstraktır! Temel dünyamızda ne olup bittiğini, yabancılaşma meselesini, geleceğe yönelik hayalin hangi tür bir irade beyanıyla gerçekleştirilebileceğine dair ideolojik meseleyi sahih biçimde ortaya koyan bir ekstraktır üstelik. Marksizm olmadan yapıya dair yorumları geliştirebileceğimizi kim ileri sürebilir? Böyle bir körlüğe hakkımız var mı?
Sinan: Bu durumda bizim toplumsal muhalefete, muhalefet- erk ilişkisine, politika üretememe meselesine dair tüm sorunlarımızın kaynağında Marksizm’den uzaklaşmamıza; aydınlarımızın, sosyologlarımızın, sendikalarımızın Marksizmin temiz kaynağından uzaklaşmış olmasına bağlayabilir misiniz?
Neşe Özgen: Kesinlikle! Şöyle söyleyelim: Eğer şu anki yapıyı yeterince iyi irdeleyemiyorsak, şu anki yapıya dair tasavvur, hayal ufkumuzu yeterince iyi geliştiremiyorsak, bunun analizini Marksist bakış açısıyla yapamıyor oluşumuzdandır. Bunu eğer Marksist analizi kaybetmeksizin yapabilseydik, şimdiye teorik olarak çok daha iyi ve ileri durumda olurduk. Şimdiye sınıf ve toplum teorileri açısından bu kesişen alanları çok daha iyi açıklayabilmiş ve bunlara yönelik muhalif örgütlenmeyi de daha iyi gerçekleştirmiş olurduk. Kürt hareketi de, Türkiye’deki halkların, ara sınıfların hareketi de çok daha iyi olurdu. Türkiye’deki mülkiyet birikimini yönlendiren yapıların denetlenmesi de çok daha iyi bir seviyede olurdu
Sinan: Az önce sözünü ettiğiniz yeni muhalefet alanları, yeni imkanlılaştırma alanlarına dönmek istiyorum yeniden. Sizi yakından tanıyan ve takip eden birisi olarak yerel inisiyatiflere çok önem verdiğinizi, özellikle de komşu dayanışmasını, mahalle ittifakının yeniden kurulmasına yönelik çalışmaları çok önemsediğinizi biliyorum. Bu acaba yeni imkanlılaştırma alanları için bir çıkış noktası oluşturabilir mi? Böyle mi görüyorsunuz “mahalleyi”?
Neşe Özgen: Aydın kibrine kapılmadan, karşıdakinin zekasının en az kendimizinki kadar yüksek olduğunu baştan kabul etmeliyiz öncelikle… Karşımızdakinin iradesini imkanlandırabilmek, hayalinin iradesine yol gösterebilmek ve onunla birlikte hareket edebileceğimiz zeminler yaratmak bizim görevimiz. Birlikte hareket etmek çok önemli! Türkiye’de üniversite, akademi eleştirisi çok yapıldı. Ama sosyalistler de dahil, pek çok kesim aslında düzenle karşı karşıya olduğunun, kendi sınıfsal konumunun farkında değil. Son olaylar biraz da bunu gösteriyor. Ayakları henüz suya eriyor insanların. Tıpkı ABD’deki mortgage skandalından sonra herhangi bir beyaz yakalının birkaç gün içinde işini kaybedip, evinden atılıp, eşi ve çocukları tarafından terk edilip, kaldırım kenarında avuç açar hale gelmesi gibi keskin bir durumla karşı karşıyayız şu anda. Bir siyasi soruşturma görüntüsüyle örtülmüş ağır bir yıkımla karşı karşıyayız. Şu anda Türkiye’de nereden bakarsanız bakın 200 bine yakın hane, yarının nasıl geleceğini bilemeden, hiçbir şeye güven duymadan, yarın daha da kötü bir şeyle karşılaşma ihtimalini görerek uyuyor. Bu önemli bir şeydir. Dolayısıyla bizim de aslında nesneleştirdiğimiz yapının aslında bir öznesi olduğumuzu, bir parçası olduğumuzu ve bu aktörleşme meselesinin de aslında kendi bulunduğumuz yeri savunarak başlayabileceğini görme aşamasındayız. Bu bir yandan da kutlu ve mutlu bir aşamadır. Buna güveniyorum. Bizler de aslında başlangıcın tam da bulunduğumuz yeri tutmak, kendi seviyemizi tespit etmek, ayağımızı sağlamca yere basıp, kendimize benzeyenlerle ittifaklara girmek, dostluklar kurabilmek, beraber yürüyebilmek ve dayanışma içerisinde ortak bir dünya kurabileceğimizi idrak aşamasındayız. O yüzden ben mahalle dayanışmalarının eski mahalleden ziyade, yeni bir tarza bürünerek, daha kontratlı biçimlerle ya da her ne ise, o yerelin, mekânın paylaşılması üzerinden yeniden konumlandırılabileceğini, adlandırılabileceğini, içeriklendirilebileceğini düşünüyorum. Evet, buna önem veriyorum. Keza meslektaş dayanışmalarını da önemsiyorum. Yıkım dayanışmaları çıkmaya başlıyor örneğin. Ablukada beraber yıkıma uğramış olmak, birbirine hiç benzemeyen insan gruplarını bir araya getirebiliyor. Keza farklı cinsiyet grupları bir araya gelebiliyor. Bu temasların artmasını, bunu gerçekleştirmek için çaba gösterecek insanların çoğalmasını diliyorum.