Narsizm ve mutsuzluk üzerine…
“Kendimize meçhulüz”
Friedrich Nietzsche, “Ahlakın Soykütüğü Üzerine”
Uzmanlara göre sosyal medyanın sürekli ve aşırı kullanımının insan psikolojisi üzerinde yarattığı en büyük etki, narsist eğilimlerin oluşması. Özellikle ölçümleme araçları, takipçi ve arkadaş sayıları gibi niceliksel kriterler, kendilerini sosyal medyada var etmek isteyenler üzerinde büyük bir baskı oluşturuyor.
Bu temel sorun aslında sosyal medyayı tanımlama biçimimizden kaynaklanıyor. Sosyal bir ortamda bulunmak, haber almak ve vermek, paylaşmak, iletişimde bulunmak önceliğinden uzaklaşılarak, bunun yerine ilgi odağı olmayı koyduğumuz için, beğenilme güdüsünün baskın hale gelmesi sonucunda her paylaştığımızın takdir görmesi, paylaşılması, yeni takipçiler getirmesi beklentisindeyiz.
Sosyal medya bugün en yakın dostlarımız da dahil kimseye çaktırmadan, tüm iki yüzlülüğümüzle kıran kırana savaş verdiğimiz bir arena haline geldi.
Narsizmle birlikte kıskançlık olgusunu da es geçmemek gerekiyor. Gerçek hayatta anti-sosyal, asosyal, hatta non-sosyal kişiliklerin sosyal ağların getirdiği rahatlık, gizlilik ve kolaylık ekseninde kendilerini rahatça ifade edebilmeleriyle, yüz yüze iletişimde asla söyleyemeyeceklerini hiç düşünmeden söyleyebilecek hale gelmeleriyle gerçeklikten kopuşun da önü açılmış oldu. Artık manik davranışlar geliştirilmesi, depresyon, dikkat eksikliği, hiperaktivite bozuklukları, takipçilik, anksiyete gibi birçok rahatsızlık da sosyal ağlarla tanımlanıyor.
Ama konumuz bu değil.
Psikiyatr Prof. Dr. Kemal Sayar, bir açıklamasında “Twitter’da ve Facebook’ta ne kadar twit ve fotoğraf, o kadar yalnızlık. Bu alanlar insanların narsist ihtiyaçlarını gideren bir mecra haline geldi” diyor.
Şimdi bunu nasıl okumak lazım?
Her şeyden önce sosyal ağlarda kendi kişiliğimiz dışında, olduğumuzdan ziyade olmak istediğimiz, öykündüğümüz bir ‘ben’i kurguluyoruz. Üstelik bunu çevremizdeki herkes yapıyor. Bu yüzden başkalarının paylaşımlarındaki tanımlamalardan, kendimiz yerine bir başkasının çoğaltılıyor, paylaşılıyor olmasından doğan bir mutsuzluğa sürükleniyoruz.
Her an, herkes bir yerlerde bir şeyler yapıyor. Hep de iyi şeyler yapıyorlar. İyi yerlerde iyi yemekler yiyorlar, tatile gidiyorlar, konserler, eğlenceler. Hayatı bir tek biz ıskalıyoruz. Sürekli sahip olmadığımız, yaşamadığımız, yaşayamadığımız durumlarla ilgili bilgi bombardımanına maruz kalıyoruz.
Herkes mutlu, tek mutsuz olan biziz.
Gerçek hayatta sosyal ve duygusal olarak bir seçiciliğe sahibiz. Herkesle her şeyi paylaşmıyoruz, onlar da bizimle paylaşmıyor. herkesle görüşmüyoruz ama söz konusu sosyal ağlar olunca hoşlanmadığımız durumlarda bile orada bulunmaktan, takip etmekten ve ‘sözde’ içerik üretmekten vazgeçemiyoruz. Skor takıntımızı, gerekli gereksiz her an her şeyden haberdar olma dürtümüzü yenemiyoruz.
Üstelik samimiyetimizi, doğallığımızı kaybettik. Olduğumuzdan farklı davranıyoruz. Rating uğruna inandığımızı, düşündüğümüzü, hissettiğimizi söylemek, paylaşmak yerine ilgi çekeceğini düşündüğümüz, beğenilme algısının yüksek olduğuna inandığımız söylem, dil ve konular geliştirmeye çalışıyoruz. Ne düşündüğümüz, ne söylediğimiz artık önemli değil. Önemli olan paylaştığımızda diğerlerinin ne düşüneceği, ne tepki vereceği.
Özetle tribünlere oynuyoruz.
Birçok kurum sosyal medyayla ilgili çalışanlarına kurallar koyuyor, kısıtlamalar getiriyor. Zaman zaman mantıklı, zaman zaman sansür olarak nitelendirilebilecek kurallar bütünü bunlar. Tepki verdiğimiz, rahatsızlık duyduğumuz. Ancak asıl problemin bu kurallar olmadığını atlıyoruz, göremiyoruz. Tartışmadığımız, yok saydığımız asıl problem kendi kendimize koyduğumuz kurallar ve sansürler.
Popülerlik dürtüsü gerçek hayatta yapmayacağımız şeyleri yapmaya bizi sürüklüyor. İlgilenmediğimiz, bilmediğimiz, formasyonumuzun olmadığı konularda fikir yürütme ihtiyacı duyuyoruz. Hatta artık her konuda söyleyebilecek bir sözümüz var. Çünkü söylemek zorundayız. Sürekli iletişimde kalmak, eksiklik yaşamamak için “Trend Topic”leri takip ederek sürekli yorum yapmalıyız.
Sosyal ağın bir parçası olmaktan anladığımız bu. Sosyal medya borsasının her gün yükselen, düşen enstrümanlarıyız, portfolyo birimleriyiz artık.
Her günü ekside veya artıda kapatıyoruz. Her güne yeni bir hırsla başlıyoruz. İnanmasak da, tarzımız olmasa da günün en zeki yorumunu, günün en iyi esprisini, günün en iyi sözünü söylemek için uyanıyoruz. Binlerce insanla laf düellosu yaparken çoğunluğa hitap etmek, çoğunluğun algı düzeyinde beğeni kazanmak için ürettiklerimiz, başı ve sonu belli olmayan bu yarışta bizi hiçbir yere götürmüyor.
Deleuze’e göre “Kimlik politiktir, çünkü başkalarıyla ilişkilerimiz aracılığıyla üretilir.” Ancak başkalarıyla olan ilişkilerimizi beğenilme veya beğendirme üzerinden kurguladığımızda, oluşan kimlikler ortada.
Ve bitmeyen, her gün yinelenen yarış günlerinin sonunda her kaybeden gibi en kolay yolu seçiyoruz, taraf oluyoruz. Sosyal medyada gün geçtikçe artan gruplaşmalardan birini seçerek, diğerlerine karşı en azından yalnız olmamayı seçiyoruz. Üstelik bunu özgür ifademizle yaptığımızı düşünüyoruz, inanıyoruz.
“İnsanlar özgür olduklarına inanırlar,
tamamen istençleri ve arzularının farkında olmalarından dolayı.
Yine de onları arzulamaya ve istemeye azmettiren nedenlere dair en ufak bir fikirleri yoktur.”
Spinoza
Şimdi artık hep bir ağzından, ağzımızdan köpükler saçarak ötekine çemkirme ve kendimizi iyi hissetme zamanı. Geçmiş olsun.