“Kaçın Sakırmayın!”

0
393

“söğüt gölgesi, kahvesi, meydanı, komşuluğu olmayan mahalle olur mu yahu?”

Sinan: Gündelik hayatın nasıl?

Müfit C. Saçıntı:    Gündelik hayat gerçekten neredeyse işten ibaret. Başka bir şeye fırsat kalmıyor. Hemen her gün Mint Yapım’a gidiyorum…  

Sinan: Gün saat kaçta başlıyor?

Müfit C. Saçıntı:  Saat 9 civarı biraz da Çiğdem’in zoruyla kalkıyorum. İşte Mint’e gidiyorum. Orada çeşitli günlük işler oluyor ya da geyik oluyor… İşimiz biraz da geyik yapmak. Yazmam gereken bir şey varsa gece gündüz hiç ara vermeden yazıyorum ve yetiştiriyorum. O anlamda bizim belirli bir mesaimiz yok. Bir iş yetişecekse yetişecek! Bazen 3 saat çalışmayla da yetişebilir, 24 saat çalışmayla da… Onun dışında bir şey yok. İşte biliyorsun, Moda’dayım.

Sinan: Moda’yı seviyor musun?

Ulvi: Hah, ben de ona gelecektim. Biraz Moda konuşalım. Herkes Moda’lı ya?

Müfit C. Saçıntı: Sevmez miyim ya, sevmez miyim? 11 senedir bu evdeyim. Aşağı yukarı ömrümün yarısı Moda’da geçti. Moda’yı seviyorum evet! Şu siteler falan çok rağbet görüyor ya,  vallahi orada yaşayanları anlayamıyorum ben. Gerçekten anlayamıyorum… Onun için Moda’yı seviyor musun sorusu bile tuhaf geliyor bana… Doğal olan bu! Yani Moda veya benzeri yerler zaten sevilmek zorunda…  Böyle bir soru nasıl sorulur gerçekten? O kadar paraları döküyorlar, lojman gibi yerlerde nasıl yaşıyorlar anlayamıyorum.  Bunu da çok matah, trendy bir şey olarak lanse ediyorlar üstelik. Tamam, evler çok lüks, çok güzel olabilir, ama baktığında gerçekten lojmandan bir farkı yok…  Bir kentin yaşam kültürüne dair bir şey yok bu sitelerde…

Sinan: Şehrin ruhu yok o sitelerde evet…

Müfit C. Saçıntı:    Ruhu zaten yok! Hani sembolik bir çaba da olur, onu bile anlarım…  İyi kötü bir semtin bir meydanı olur, bir kahvesi olur değil mi? Şimdi kahvesi olan bir site var mı Allah aşkına? Söylesene bir tane var mı? Yahu kahvesi olmayan bir yer, yer midir yani? Türkiye’desin anacığım, git en ücra bir köyde bile insanların iyi kötü bir araya geldiği bir kahve var değil mi ama?

Ulvi: O modern olmuyor işte! O zaman avam oluyor ya?

Müfit C. Saçıntı:    Abi tamam ya, kahve şart değil tabii ki! Onları da anlıyorum canım, illaki yaşam standardımızı dayatmıyoruz! (Kahkahalar) Ama bir araya gelebilecekleri, sosyalleşebilecekleri bir yer var mı? İlla kahve olması gerekmiyor?

Ulvi: “Fitness Center” ları var işte ya?

Müfit C. Saçıntı:    Yahu eskiden ne bileyim, söğüt gölgesi varmış! Şimdi bu bir ihtiyaç! İnsansan sosyalleşmek de bir ihtiyaç… Kimse kahve yada cafe her ne haltsa, beklememiş… Söğüt gölgesi diye bir kavram var, söğüt gölgesinin altında toplaşmışlar… Duvar dibi diye bir kavram var! Biz gençken cafe mi vardı? Kahveye alıyorlar mıydı? Duvarın üstüne çıkıp çekirdek çitleyerek sosyalleşiyorduk. Ama o tuhaf sitelerde göremiyorum ben sosyalleşme yerleri.

Ulvi: Ama tercih sebebi o değil mi? Oraya gitmenin bir nedeni de aman komşum olmasın, biraz da kendimi soyutlayayım anlayışı…

Sinan: Aman bunu söyleyenler de çok bayılırlar ya konu komşu muhabbetine? Ulvi sen bir kere zaten nefret edersin komşuluktan?

Ulvi: Canım ama konu komşuluktan bahsetmiyorum ki? Çıktığın zaman meydana, mesela ben burada çıktığımda tanıdık üç kişiyi görebiliyorum? Bir adım yürüyerek sana gelebiliyorum? Sen de benim komşumsun, illa aynı apartmanda oturmamız gerekmiyor ki?

Sinan: Hı, evet seçtiğin komşular!

Müfit C. Saçıntı:    Yine Sinan’lığını yaptın! Provokatif soru! Ya ben şuna benzetiyorum, çoğumuz ev tutarken balkonu da önemsiyoruz. Balkonu var mı? Ya da arkadaşımız tuttuysa, orası nasıl, burası nasıl, balkonu var mı? Diye soruyoruz…  Önemsiyoruz ve balkonlu olsun istiyoruz. Rahat bir balkon! Ama aslında hiç birimiz, senede bir kaç defa dışında çıkıp oturmayız balkonda… Tabii özel balkon manyaklarını kastetmiyorum.  Şu duygu önemli: “benim bir balkonum var ve canımın istediği zaman bir balkona çıkabilirim!” Ulvi de şimdi komşusuyla zırt pırt gidip gelmek zorunda değil. Ama benim bir komşum var, canım isterse kapısını çalabilirim, bir limon isteyebilirim, o benden şeker isteyebilir. Gidip gelmesek de, evden hiç çıkmasak da…  Hakikaten bazen üç gün boyunca evden çıkmadığım oluyor!

Ulvi: Aynı şeyi söyleyecektim ben de! Sabah 9’da çıkıyorum, işe gidiyorum. Gece eve gelişim saat 10’u buluyor bazen. Moda’ya da inmiyorum zaten… Ha Fikirtepe’de oturmuşum ha Bostancı’da oturmuşum, ha Moda’da oturmuşum. Bir şey fark etmiyor ki? Gidip geliyorum, arabamı park ediyorum, eve giriyorum, evde film seyrediyorum, kitap okuyorum ya da bir arkadaşıma gidiyorum… Ya da onlar bana geliyor…

Sinan: E niye Moda’da oturuyorsun o zaman? Git Fikirtepe’de otur?

Ulvi: Tamam işte, onu söylüyorum. İstediğim an çıkabilirim, çıktığım zaman ortam bildiğim ortam. Tanıdığım bir ortamda ve sevdiğim bir yerdeyim… Yoksa arabaya binip Moda’ya gelmem lazım. Şimdi içindeyim.

Sinan: Sen de Moda’nın bozulmaya başladığını düşünenlerden misin?

Ulvi: Yo? Bunu kim düşünüyor ki?

Sinan: Ne bileyim, hep bir yerin eskileri, fanatikleri derler ya “bozuldu burası” diye?

Müfit C. Saçıntı: Yok ya, ben hiç bir şeyin bozulduğunu, bozulmaya başladığını düşünmüyorum. Değişimi bozulmak diye adlandırmıyorum. Her şeyin doğal bir gelişimi var…

Sinan: Moda eskiden biraz daha steril, biraz daha beyaz türk bir yerdi ya?

Müfit C. Saçıntı: O galiba kuşaklar boyu, her yer için bir söylenegelen bir yanılsama galiba…  Sadece Moda için değil… Her kuşak, kendinden bir sonraki kuşak için söylüyor bunu… “Ah, ah! Eskiden buraları ne güzeldi, nasıldı? Şimdi bozuldu!” deniyor hep…

Sinan: Nereye gidiyorsun Moda’da?

Müfit C. Saçıntı:  Bizim için mekân da önemli ama personel daha önemli. Kemal’in yerine giderdik eskiden Çiğdem’le sonra topluca personel değiştirdiler. Yeni personele gıcık olduğumuzdan değil ya da bir tavır olsun diye de değil ama içimizden gelmiyor artık Kemal’e gitmek. Şimdilerde Dodo’ya gidiyoruz kahvaltı için.

Sinan: Güverte’yi de bıraktınız yani Hayri gittikten sonra?

Müfit C. Saçıntı:  Güverte’den bir şeyler söylüyoruz ama nadir gidiyoruz artık…  Tabii eskiden sık gittiğimiz bir yerdi. Hayri olduğu zaman bambaşka bir yerdi tabii…  Aslında biraz devam etseydi o da kendi çapında bir fenomen, bir ekol olurdu.  Düşünsene, restaurant mı, cafe mi belli değildir orası. Birden bire bir yerden gitar çalmaya başlar ve herkes orada birikiverir…  Eh kahve fincanların da “rezene çayı” da meşhurdu hani, şimdi bilen bilir (kahkahalar). İşte insan önemli be abi, mekândan çok insan önemli… Hayri’den sonra gitmiyoruz artık pek… Bast’a gideriz nadiren ama oranın da fiyatları galiba biraz yüksek.

Sinan: Valla hadi dedikoduya başladık madem… Ulvi’yle evde oturuyoruz hadi çıkıp dışarıda bir şeyler yiyelim dedik. Basit bir şey, işte sahanda yumurta olsun. Mönüyü istedik bir baktık abi sahanda sade yumurta, sadece 2 adet yumurta…  

Ulvi: Peynirsiz falan yani…

Sinan: Peynirsiz meynirsiz, sade 2 adet yumurta…  8 Lira be abi!

Müfit C. Saçıntı:  Evet işte…

Sinan: 7.5 Lira’ya 30’luk viyol alıyorsun yahu! 30 tane yumurta 7.5 lira marketlerde… 2 adet yumurtayı 8 Lira’dan vermek ne demek? Ulvi çok sinirlendi, “kalk gidiyoruz ben sana sucuklu yumurta yapacağım, hem de bedava” dedi…  

Ulvi: Çıktık abi! Hani tamam, özel bir şey yersin 150 Lira da verirsin. Yahu Allah’ın sahanda yumurtası!  Aşçılık gerektirmiyor bir şey gerektirmiyor!

Sinan: Ya işte Bast’ın da işletmesi değişti…

Müfit C. Saçıntı:  Değişti mi? İki arkadaş vardı…

Sinan: Eskiler gitti zannediyorum. Dolayısıyla hem fiyatlar değişti hem havası değişti…

Müfit C. Saçıntı:  Kırıntı yine her zamanki Kırıntı! Makul, bol porsiyon, keyifli bir ortam… Zaten çıkış noktası da öyle bir şeymiş vakti zamanında…

Ulvi: Biz şimdi yeni açılan Moda Van’a gidiyoruz kahvaltı için.

Müfit C. Saçıntı: Ha… Çiğdem gitmiş oraya, ben gitmedim henüz, güzel mi?

Ulvi: Güzel, güzel… Kahvaltısı hiç fena değil. Çok da düzgün insanlar…

Müfit C. Saçıntı: Eh, bu aynı zamanda “Moda Rehberi” olacaksa Bal Kaymak Dondurmacısından da söz edelim bari…

Sinan: Ya ben oraya pek ısınamadım arkadaşlar… Neden bilmiyorum ama mekân beni çekmedi hiç…

Müfit C. Saçıntı:  Yok ben dondurmanın kendisinden bahsediyorum… Dondurması bence Ali Usta’dan daha başarılı…  Sohbet ediyoruz bazen.  İyi dondurma keçi sütünden yapılırmış… Hem keçi sütünden, hem Samsun Bafra’dan geliyormuş sütü.  O yüzden çok lezzetli…

Ulvi: Biz Cibali Kapı Balıkçısı’na gidiyoruz bir de…  

Müfit C. Saçıntı: Ben çok uzun zamandır içki muhabbetlerini bıraktım… Canım istemiyor. İşte ancak özel zamanlarda, arkadaşlar içiyorsa falan…  

“sigara içmeyi savunmuyorum ama alternatif gösterilmeyen her yasağa da illet oluyorum”

Ulvi: Sigarayı bıraktıysan ondandır?

Müfit C. Saçıntı: Sigara meselesi fenaydı…  Çiğdem sayesinde çok tiyatroya gidiyoruz biz… Aylık biletlerini alıyor…  Devlet, Şehir Tiyatroları, işte bazı özel tiyatroların biletlerini… Hemen bütün repertuarı görüyoruz sezon boyunca.  Çok ağır tiryakiydim ben. Sigarasızlık yüzünden birinci perdenin sonunu getiremiyordum. Anlamamaya başlıyordum, yani o kadar ağır bir durumdu… Şimdi de zaman zaman oluyor. En basit cümleleri bile anlayamıyorum. Kafam kazan gibi oluyor. Ama nikotin sakızını keşfettim. 2 miligramlıklar var, attım mı ağzıma o kurtarıyor beni, ilk yarıyı atlatabiliyorum…

Sinan: Hadi yahu? O kadar ağır içiciydin yani?

Müfit C. Saçıntı:  Evet, eziyet oluyordu sinema-tiyatro… Nikotin sakızını öyle keşfettik.

Sinan: Ne kadar içiyordun ki günde?

Müfit C. Saçıntı:  En az üç paket içiyordum… Çalıştığım zamanlarda bu dört pakete çıkıyordu… Bir şey yazarken ya da özellikle çekimlerde dört paketi rahat buluyordu… 2 miligramlık nikotin sakızıyla işte bir yarım saat kadar durabiliyorum dedim ya… Sonra 4 miligramlıklar çıktı… Onu alınca bir baktım, harika… Sigara ihtiyacımı tamamen sildi…  

Sinan: Hâla yoksunluk hissediyor musun?

Müfit C. Saçıntı:  Yok işte, bu yoksunluğu sildi tamamen…

Ulvi: Sigarayı bıraktın, sakıza alıştın yani (kahkahalar)

Müfit C. Saçıntı:  Tabii canım,  nikotin bağımlılığından kurtulmuş değilim, sakızla gideriyorum işte…

Sinan: Ama en azından ciğerleri kurtarıyorsun?

Müfit C. Saçıntı: E öyle…  Ama şöyle bir şey söyleyeyim; bir ay dolmadan nefesimde muhteşem bir açılma hissetmeye başladım. Bu çok büyük bir motivasyon oluyor…  Pek çok sigara içen gibi daha öncesinde “ya bunu içme, kanser olacaksın, zararlı” falan laflarına gıcık oluyordum.  Ulan sanki biz faydalı bir şey diye içiyoruz, sanki biz bilmiyoruz! Ulvi sen reklamcısın, negatif bir şey üzerinden bir reklam mesajı olur mu? İşte “şunu yaparsan ölürsün” diye bir şey olur mu? Pozitif olması lazım mesajların…  Bak ben eğer nefesimin böyle açılacağını bilseydim çok önce bırakırdım… “Sigarayı bırak, 3 haftada nefesin açılacak” desene kardeşim bana? Çok fenaydım yahu, ev dördüncü katta ya, asla çıkamazdım şu merdivenleri… Çıktığımda bir süre konuşamazdım… En az bir on dakika oturmak zorundaydım… O kadar yani…

Sinan: Halbuki kilon falan da yok?

Müfit C. Saçıntı:  Göbeğim var… Ama kiloyla ilgili değil, tamamen nefesle ilgili bir şey bu…  Daha birinci katta nefesim sıklaşmaya, daralmaya başlıyordu… Şimdi hiçbir şey olmuyor… Sadece 3 haftada! Bunu insanlara bir faydası olur diye söylüyorum… Gerçekten inanılmaz açılıyor insanın nefesi…

Sinan: Arada sırada içtiğinde sigara çok keyifli bir şey…

Ulvi: Evet ama çok içince güzel olmuyor… Tadını madını almıyorsun artık…

Müfit C. Saçıntı:  Ulan bunlar bile mesela ileride unutulacak sohbetler… Sigaraya güzelleme! Artık resmen terörist muamelesi görüyorsun sigara içtiğinde…  

Sinan: Eh artık tamamen yasaklarla çevrelendik… Her yerde ciddi bir kısıtlama var. Yurt dışında bu kadar sert yasaklamayı anlıyorum… Çünkü adamın içki kültürü yok. Herif alıyor birasını, çıkıyor kapının önünde içiyor sigarasıyla birlikte…  

Ulvi: İçki kültürü yok derken, yemekle içki kültürü yok demek istiyorsun?

Sinan: E tabii! Şimdi ben rakı içiyorum. Seninle iki lafın belini kıracağız. “Bir dakika abi” deyip, rakınla da gidemezsin ki kapının önüne? Rakı sofrada ve muhabbetle içilen bir b.k! E sigara da öyle…  Gâvurun her haltını aldın da yasağı kusur kaldıydı!

Ulvi: Valla ben yıllarca sigara firmalarıyla çalıştım, event yaptım falan… Ama şu yasaklar sayesinde yapılan eventi  sigara firmaları dünyanın parasını dökse yaptıramazlardı! Düşünsene abi, X sigara firması dünyanın parasını verse sokakta bütün binaların önünde sigara içen insanları sıralayamazdı… Her binanın önünde bir sürü insan sigara içiyor… Oğlumla yürüyorum, bütün binaların önünde sigara içen insanlar görüyoruz… Sanki yüzlerce insan, sırf sigara reklamı yapmak için sokağa çıkmış gibi… Dünyanın parasını döksen bu kadar güzel reklam yaptıramazsın…

Sinan: E tabii, bu sigara ne kadar güzel bir şey ki, buz gibi havaya rağmen kaç tane adam üşümeyi göze alıp sokağa çıkıp içiyor diye düşünecek çocuklar…

Ulvi: Evet, çok daha özendirici bir hal aldı bence…

Müfit C. Saçıntı:  Şimdi bu ayrı bir sosyalleşme de yarattı?

Ulvi: Tabii… “Smirt” diyor yurt dışındakiler… “Smoke” ile “flirt” ü birleştirmişler. Barın önüne çıkıyorsun ya… Sigara içerken önce kesişme, sonra biraz sohbet… Sonra da işte tavlama…

Müfit C. Saçıntı:  Benim ilk sigaraya başlama sebebim ne biliyor musun Sinan? Birinci sınıfta tam tanışmamıştık seninle galiba… İkinci sınıfta bir efsane olarak hayatımıza girdin… Ben içmiyordum aslında ama John Steinback’in “Bitmeyen Kavga” diye romanı vardı ya, işte o romanda elma toplayıcılarını örgütlemeye gidecek kahramanın örgüt sorumlusu soruyor “sigara içiyor musun?” diye… “İçmiyorsan başla o zaman. İşçilerle sosyalleşirken ihtiyacın olacak” diyor… Ben daha 17-18 yaşındayım. Ortada örgüt falan da yok halbuki… Ben okudum ya bunu, hemen halkımla sosyalleşmek için sigaraya başladım… (Kahkahalar) Vapurda, okulda sigara alışverişi falan… Hakikaten de doğru ve özeniyordum da… Vapurda, orada burada biri birinden ateş ister, birisi sigarasız kalır sigara ister…  Bak bir sigara konusunda bir de at yarışı konusunda bu var… Biri birinin elinde sigara ya da at yarışı kuponu görmesin…  

Ulvi: Evet hemen bir biçimde konuya girerler…

Sinan: A, ben onu bilmiyorum mesela?

Müfit C. Saçıntı: Birbirlerini tanırlar… At yarışıyla ilgilenmeyen onu pek bilmez ama ilgilenenler bilir ve hemen sohbete giriverirler, böyle can ciğer kuzu sarması!  Sigara yasağından sonra vapurlarda kalmadı mesela artık sigara arkadaşlığı…

Ulvi: Ben şu senin nikotin sakızından bir tane alıyorum denemek için.

Müfit C. Saçıntı:  Al ama biraz bekle bence… Farkı anlamak için sigara ihtiyacın olunca al. Bu arada kalbin falan nasıl? Sigarayla aynı anda nikotin sakızı sakıncalı diyorlar, kalbin iyi mi?

Ulvi: İyi, iyi… Sorun yok.

Müfit C. Saçıntı: Hah, iyiyse sorun yok.  Normalde sigara ile nikotin sakızını aynı anda önermiyorlar çünkü.

Sinan: Kalbin var mı ki senin?

Ulvi: Yok canım aldırdım!

Müfit C. Saçıntı: Ben sigara yasağının sıkıntısını çekmiyorum ama alternatif göstermeden konulan her yasak beni son derece rahatsız ediyor. Tamam, bin tane şey söylenebilir tabii ki… Zararlıdır, şudur budur…  Ama Allah aşkına, bazı ülkelerde ötenazi hakkı bile bir hak olarak tartışılırken, birilerinin de sigara içme hakkı var değil mi? Bir başkasına zarar vermemeyi anlıyorum… Ama kolayı var bunun… Sigara içilebilen mekânlar olduğu gibi içilmeyen mekânlar da olsun… Bence zulme dönüştü bu…  Demokrasi anlayışı ile yasak bağdaşmaz! Elbette demokrasi her istediğini yapabilmek değildir ama alternatifler sunulmalı insanlara… Ayrı ruhsat verirsin bazı mekânlara, sigara içme ruhsatı…

Askerlerin , ANAP iktidarının çok güçlü olduğu günleri de gördük. Şimdi de AKP iktidarının çok güçlü olduğunu görüyoruz…  E bu da geçecek! Hiç karamsar değilim!

Sinan: Bütün bunları “yaşam biçimi dayatması” olarak değerlendiriyor musun? Bu konuda  yaygın bir kanaat oluştu ya? Var mı sende böyle bir endişe?

Müfit C. Saçıntı: Ben şuna inanıyorum; insan doğasında her zaman güçlü olana, iktidara yakın olma eğiliminin bulunduğunu düşünüyorum…  Yani hiç bir şey yapmadan da, zorlamadan da bir iktidara yakın durma durumu… Ama bu illaki siyasi iktidar anlamında da değil… Genel olarak güçlüye yakın olma eğilimi var kitlelerin büyük bir kısmında…  Mesela 11 Eylül 1980’de de bilinçli bilinçsiz çok büyük kitleler sosyalizm fikrine yakındılar… Kendilerini öyle tanımlıyorlardı. Şimdi şunu söyleyebiliriz, bazı yerlerde bunun da dayatması olmuş olabilir… Bazı sokaklarda, mahallelerde ciddi baskı kurulmuş olabilir ve belki bir bölümü baskıdan dolayı öyle görünmüş olabilir… Ama ciddi bir bölümünün de sadece o an sosyalist hareketin güçlü görüntüsü nedeniyle kendisini sosyalist hissetmiş olduğunu düşünüyorum…  11 Eylül’de böyle olan insanlar, 12 Eylül’de başka bir gücün, başka bir iktidarın etki alanına girdiler…  Askeri gücün etki alanına girdiler… İnsan doğasının hayvani yanı belki de bu… Tamamen bir içgüdüyle askerden yana, yani güçlüden yana olmaya başladılar… Pek çok iktidar döneminde de böyle oldu diye düşünüyorum… Mesela ANAP’ın iktidar olduğu ve gücünü ilan ettiği dönemde de böyle kendiliğinden bir liberallik eğilimi baş gösterdi… İnsanlar pazarda bile “liberal ekonomi var, beğenmiyorsan git başka yerden al” falan demeye başladı… Şimdi de empoze edilmese bile ciddi bir kesimin kendiliğinden iktidara yakın durma güdüsüyle kendi yaşam alışkanlıklarından kolayca vazgeçtiklerini düşünüyorum…  Bu iktidar da bir gün değişirse, bu kez o yeni iktidara yakın duracaklar… Biz yaş itibarıyla pek çok şeyi gördük…  Devrimcilerin de bu ülkede iklimi belirlediği, çok güçlü olduğu günleri gördük…  Askerlerin çok güçlü olduğu, ANAP iktidarının çok güçlü olduğu günleri de gördük…  Şimdi de AKP iktidarının çok güçlü olduğunu görüyoruz…  E bu da geçecek…  Hiç karamsar değilim! AKP “biz kime müdahale ettik? biz herhangi bir değişiklik mi istedik?” diyor ya…  Demediler ama onların korkusuyla, belki onların da haberi olmadan farklı davranan, ciddi oto sansürler uygulayan insanlar, kurumlar kuruluşlar az değil… AKP yaratmamış da olsa pek çok şeyin 12 Eylül döneminden de daha kötü olduğunu düşünüyorum… Medyanın bile…

Ulvi: Devletle iş yapan bir sürü iş adamının özellikle içki içmediğini, içkili ortamlarda özellikle bulunmadığını, içiyorsa evinde içtiğini biliyorum… Çünkü devletten ihale alıyor, ilişkisi var… O oto-sansürü uyguladıklarına ben şahsen tanığım…

Müfit C. Saçıntı:  Tabii öyle bir oto-sansür var… Kimsenin müdahalesine de gerek yok… Televizyonlarda da böyle bu durum…

Sinan: Sizin yaratımınızda böyle bir baskı var mı?

Müfit C. Saçıntı: Direkt bir müdahale olmaz… Bu açıdan kendilerini savunmaları çok kolay… Ama şimdi şu da var: Beğenirsin beğenmezsin, Doğan Grubu olayı ortada…  Resmen vergiyi bir silah olarak kullandılar ve çok ciddi bir baskı yaratıldı… Bence şimdi Doğan Grubu 12 Eylül’de bile yapmadığı oto sansürü yapıyor… Bu çok daha tehlikeli bir ortam çünkü… 12 Eylül döneminde hiç değilse bir tane yasaklar listesi geliyordu… İnsanlar kullanılmaması gereken kelimeleri, yapılmaması gereken haberleri biliyordu…  Şu an böyle bir liste de gelmediği için insanlar her şeyi yapmaktan, her şeyi söylemekten imtina eder hale geldiler… Korkmasa bile imtina ediyor…  Ne olur ne olmaz, başımıza bir şey gelmesin diye düşünüyor… İlla hapis ya da tazminat değil! Vergi cezası da gelmesin! Aman patronuma vergi cezası gelirse patronum benim kulağımı çekmesin… İspat et deseler nasıl edeyim o ayrı… Ama ben bunu gözlemliyorum. Şöyle de oluyor bazen…  Telefonla RTÜK üzerinden diyelim, rahatsız olduğu bir konu ile ilgili söylemiyor, çünkü kanıtlatmak istemiyor. Öyle de görünmek istemiyor… “Şunu yapmayın” ı telefonda söylüyor. “Şuradan ceza veririm” i de söyleyebiliyor… Diyelim rahatsız olduğu x program ya da x kişi. Ama bunu asla yazılı hale getiremez. Getirdiğinde işte despot derler, diktatör derler, faşist derler. Ya da hükümetin öyle tanımlanmasına yönelik bir kanıt bırakacakları için “bak şuradan cezayı veririz” diye tehdit edebiliyorlar ya da oradan veriyorlar cezayı… Öbürü de gereken mesajı çıkartıyor. Ama diyeceksin ki burada ben yine iktidarı mı suçluyorum? Hayır, ben muhalefeti suçluyorum! Senin ne işin var RTÜK’ de? Bak,  RTÜK’ de gerçekten bir çok değerli insanlar da olabilir, hiç bir zaman insanlarla işim yok… Derdim kurumlarla! Sinan’cığım yöneticilik vasfın dolayısıyla sen belki çok daha iyi biliyorsundur. İlk kurulduğu dönem RTÜK üyeleri 7 kişiydi… 7 kişinin 4 kişisi iktidardı, 2 kişi ana muhalefet, 1 kişi de muhalefet. Her şeyden vazgeçtim,  bu liberal ekonominin de özüne aykırı bir şey. Sen özel bir faaliyeti, üstelik de yayıncılık faaliyeti gibi bir şeyi tuttun siyasi partilerin güdümüne verdin! Ve verirken de “iktidar partisinin üye sayısı daha fazladır” diyorsan, dolayısıyla direkt iktidarın emrine verdin! Ben bunu demokrasiyle de örtüştüremiyorum! O yere göğe koyamadıkları liberal ekonomi ile de örtüştüremiyorum! Hadi diyelim ki iktidarı anlamaya çalışıyorum, hak vermesem de o öyle bir eğilim içine girebilir. Ama sen? Yahu muhalefet olarak orada ne işin var senin? Ve o yasayı nasıl oy verdin çıkarttın da şu an orada içine sindirebiliyorsun? Özel televizyonların, bu ülkedeki basın özgürlüğünün iktidarın güdümüne girmesine göz yumuyorsun? Nasıl alet oluyorsun? Nasıl onun bir parçası oluyorsun? Niye orada duruyorsun? Hiç bir şeyde de hiç bir etkin yok! O verilen uyarılarda, cezalarda niye orada duruyorsun? Yani şimdi orada çok güzel para var diye düşünmek istemiyorum…  Orada çok güzel paralar alıyorlar çünkü…  Reklamların yüzde biri sanırım. E yanlış hatırlamıyorsam reklam gelirleri de 2 milyar dolar! Para güzel yani?  2 milyar doların yüzde biri bile çok güzel bir para değil mi?  E o parayı da alıp cebine, partine de götüremiyorsun? Orada senin seçtiğin 2 tane elemanın biraz rahat koşullarda çalışacak diye mi bütün bunlar? Yani demek istediğim, bu sadece iktidarın suçlu olduğu bir şey değil. Asıl suçladığım muhalefet! Bütün bunları yaşamamızda da ben iktidardan çok muhalefeti eleştiriyorum. Kendimizi eleştiriyorum! Bir şey daha söyleyeyim; ben mesela şu an hayatımın hiç bir döneminde inanmadığım kadar Türkiye’nin bir devrime müsait olduğunu hissediyorum, gözlemliyorum… Hangi görüşten olursa olsun, kim olursa olsun bütün kurum kuruluşların iflas ettiğini söylemesek bile tıkandığını söyler durumda herkes… O anlamda hani AKP çıkıp herhangi bir kurum eleştirisi yaptığında, herhangi bir sorunu teşhis ettiğinde aslında teşhisle ilgili çok fazla da ses çıkmıyor…  Görünürde muhalefet olsun diye bir takım siyasal söylemler olabiliyor ama geniş kitlelerin AKP’ nin teşhis ettiği bazı sorunlara dair çok ciddi itirazı olmuyor. Yani AKP’nin sisteme ilişkin, kurumlara ilişkin teşhislerine itirazım olmayabilir… Ama en büyük problem güven bunalımı! AKP’ye hiç bir şekilde güvenmiyorum! Her şeyden önce o sorunları layıkıyla çözebileceğine inanmıyorum!

Sinan: Yeterlilik anlamında mı?

Müfit C. Saçıntı:  Her anlamda! Ülkede bütün kesimler şikayetçi. Ülkenin kurumlarından, devletin aygıtlarından şikayetçi herkes… Bir şeye, köklü bir değişime hazırlar aslında… Ama bu da AKP’ye denk geldi işte… Herkes hazır… Ve AKP de çoğu sorunu doğru teşhis ediyor aslında… Ama çözüm yönteminde, çözüm şeklinde ve kararlılıkta eline yüzüne bulaştırıyor maalesef… Pek çok konuda şikayeti, teşhisi doğru olsa bile başarabildiği, eline yüzüne bulaştırmadığı tek bir şey yok maalesef! Haksızlık etmek istemiyorum. Hani hiç değilse objektif görünme adına “ya şurada iyiler, bak şunu becerdiler ama şurayı beceremiyorlar” demek isterdim. Sırf o nedenle de düşünüyorum ama göremiyorum… Neyi düşünsem, bakıyorum “Türk gibi başla Alman gibi bitir!” hesabı…  Türk gibi başla, eline yüzüne bulaştır, kenara çekil! Ne dediğin anlaşılmasın, sağa sola çemkirmeye başla! Gereksiz bir kutuplaşma var ve bu çok korkutucu! Her konuda ama… Abi tamam bölünelim, tartışalım ama yani kuş gribi aşısı mıydı o domuz gribi miydi? “Olalım olmayalım” diye de bari orada kutuplaşmayalım! Tıbbın, mikrobun AKP’lisi CHP’lisi, sosyalisti liberali olur mu yahu? Sağlıkla ilgili bir şey bu?