“Kaçın Sakırmayın!”

0
393

“30 yıl boyunca kapalı bir ortamda kalıp 30 yıl sonra İstanbul sokaklarında dolaşan bir adam şoke olur. kahrolsun amerika diyenleri kurşunlayanlar bugün kahrolsun amerika diyorlar.

Ulvi: Neyse, bütün bunları bırak ekonomiyi, evini geçindirmeni, kanal politikasını falan da başka bir şey soracağım. Her şey senin elinde olsa bir proje olarak… Yok mu böyle hayalin? Film ya da başka bir şey?

Müfit C. Saçıntı: Bir sinema filmi çekmek istiyorum! Aslında artık geçimimi de yönetmenlikten kazanmayı başarabilirsem daha mutlu olacağım. Bir film çekmek istiyorum ama sırf film çekmek için diye değil; hakikaten, en azından çekim tekniğiyle ilgili bir fikir buldum ve belki de dünyada ilk sayılabilecek bir tekniği denemek istiyorum. Hikâyesi falan her şeyi kafamda…  Gerçekten tarihe geçecek bir şey olabilir. Tabii hangi tarihe…  İşte Aranan Adam’ı kaç kişi hatırlıyorsa ve önemsiyorsa, diyelim öyle bir şey… Böyle bir şey var kafamda. Herhangi bir filmi değil, onu yapmayı çok istiyorum. Bir de şimdi Beyoğlu’nda Sahne diye bir yer açılıyormuş. Şeşen’ler açmış. İlk katında bir sahne yapacaklarmış. Tek kişilik gösteri teklifinde bulundular. Değişik bir gösteri düşünüyorum. Mart’a yetişemeyecek. Bir tür deneme olacak.  

Sinan: Tekste bağlı bir şey mi olacak?  

Müfit C. Saçıntı:  Tekst hazırlayacağım ama önemli kısmı ve özel olan kısmı tekstle ilgili olmayacak…  Şu an Türkiye’de sahnede yapılmadığından eminim. Dünyada da görmedim ama araştırmadığım için iyice, ince noktasına kadar “dünyada yapılmadı” diye rahat konuşamıyorum. Ama işte Türkiye’de insanlar  çıkıp bir şeyler konuşuyor…  Ya da tek kişilik tiyatrolar oluyor, tekste bağlı bir tiyatro oyunu olarak gösteriliyor. Bu da yine sahnelemeyle ilgili bazı numaralar bulduğum, içinde tekniğin de olduğu bir şey yapacağım. Bir tür deneyim olacak.

Sinan: Güzel zaten detay verme de gazı kaçmasın.

Müfit C. Saçıntı:  Yok aslında basit bir şey deneyeceğiz. Çok komik olacak mı bilmiyorum ama en azından bir bölümü ilginç olacak. Kalan bölüm de komik olsun diye uğraşıyorum. İşte yaklaşık 1 ay kadar zamanda teksti yazarım. Ciddi anlamda çekimler yapmam lazım, o kadarını söyleyeyim. Çekimlerin de olduğu bir sahne gösterisi.  Kusursuz olması için de bir ay kadar prova yapmam lazım. Kusursuz derken, kusursuz bir sanat eseri değil.  

Ulvi: Tekniğin oturması anlamında?

Müfit C. Saçıntı: Teknikle ilgili olan kısımda hata olmaması lazım. Neyse sonuçta tek kişilik bir oyun planlıyorum ve bir de tabii para pul bulabilirsem o sinema filmi… işte ikisi de…  

Ulvi: Filmin senaryosu falan var herhalde kafanda? Tekniğinin dışında?

Müfit C. Saçıntı:  Ya şu kadar söyleyeyim, tekniği derken… Onu söyleyince şey…

Ulvi: Söyleme, çalınır falan!

Müfit C. Saçıntı:   Yok, yok söyleyeyim…

Ulvi: Abi burası Türkiye, söyleme…

Müfit C. Saçıntı:   Yok, yok… Yapsınlar.  Tek kişilik gösteriyi her aklına esen yapabilir ama sinema ciddi iş. Nereden baksan en ucuzu beş yüz, ortalaması bir milyon dolar civarında…  Yani yapabilen varsa yapsın. Pek çok sinemacının, oyuncunun hedefi gerçek olana olabildiğince yaklaşmak… Gerçeklik hissini uyandırmak… Oyunculuk anlamında da, nihai ürün film anlamında da herkes gerçeğe en yakın olana ulaşmayı hedefler.  Gizli kamera kullanacağım. Filmdeki olayların hepsi gerçek olacak.  Sadece başrol oyuncum olayların farkında olacak. Onun için de durumlar yaratacağım sürekli. Ama bu da kopuk kopuk olacak. Kamera şakası gibi değil yani…

Ulvi: Bir senaryo bütünlüğünde?

Müfit C. Saçıntı:  Bir hikâyesi var… Başından sonuna bir karakterin hikâyesi ama sadece başroldeki insanın, gerçek oyuncunun haberi var bu hikâyeden. Hikâyenin ilerlemesi ve finali açısından bir ya da iki yan oyuncunun da haberi olacak… Onun dışında her şey baştan sona gerçek olacak. Ama onu da hesaplayıp yüzdesini de vereceğim.  Filmin kaç saniyesi gerçek, kaç saniyesi kurmaca; kaç sahnesi gerçek, kaç sahnesi kurmaca diye… Bunu da filmin başında görecek seyirciler. Filmi izlediklerinde örneğin gerçek bir ölüm korkusunu görecekler.

Sinan: O zaman biraz sert bir film olacak?

Müfit C. Saçıntı:  Biraz anlatmaya çalışayım…

Ulvi: Biz bunu yine de koymayalım ne olur ne olmaz, burası Türkiye.  Yarın birisi yapar ben üzülürüm…

Müfit C. Saçıntı:  Yok yahu bir şey olmaz, anlatayım biraz…  80 öncesi başlıyor film. Adını da söyleyeyim: “Kahrolsun AM”. İsim neden böyle anlatayım. Film şöyle başlıyor: Üç arkadaş yazıya çıkıyorlar. Niyetleri “Kahrolsun Amerika!” yazmak. Bir tanesi aslında bilinçsiz, lümpenlikten devrimciliğe terfi etmiş ama çok samimi, iyi niyetli, inatçı birisi. İlk defa yazıya çıkıyor ve ona gösterecekler bu işin nasıl yapılacağını. Birisi gözcü olacak, bunlar da yazacaklar… Bizimki de izleyip öğrenecek yazılamanın nasıl yapıldığını. İşte arkadaşlardan biri “Kahrolsun Amerika!” yazarken “Kahrolsun Am…” yazıyor ve tam o sırada bir silah patlıyor. Yazıyı yazan vuruluyor, gözcü kaçıyor. Bizimki vurulan arkadaşıyla ilgilenirken son sözleri olarak “falanca örgüt bürosuna git, oradan alacağın bir kutuyu falanca adrese götürüp teslim et” diyor… O sırada siren sesleri duyuyoruz. Vurulan arkadaşının ölmek üzere olduğunu anlıyor. Arkadaşı son olarak “konuşmayacaksın, adını bile söylemeyeceksin” diyor ve ölüyor. Polisler geliyor ve bizimkini emniyete götürüyorlar. Şimdi bizimki yakalanmış ama ne olarak yakalanmış? Duvarda sadece “kahrolsun am” yazıyor.  Polisler “lan siz nasıl bir örgütsünüz? Nereden çıktı bu “am”? Niye “kahrolsun am” yazdınız duvara?  Hangi örgütsünüz? Bizimkiyse hiç konuşmuyor… Arkadaşı “asla konuşmayacaksın” dedi ya?  Bizimkini işkenceye çekiyorlar ama konuşmuyor. Tuhaf bir şey! Duvara tuhaf bir söz yazmış olan bir adam emniyette de hiç konuşmuyor. Şimdi hikayenin gerçekten geçmişte yaşanmış bölümleri de var. Benim gerçekten şahit olduğum bir durum… 12 Eylül dönemiydi, ilk siyasi soygundu yanlış hatırlamıyorsam. Bir kuyumcu soyulmuştu ve televizyonda sıcak takip görüntüleri yayınlanmıştı. Haberlerde kovalamacayı ve yakalanmasını vermişlerdi, tıpkı Amerikan filmlerinde gibi…  

Ulvi: Böyle kafayı bastırarak falan…

Müfit C. Saçıntı:  Bastırdılar, kelepçelediler. O görüntüyü çok iyi hatırlıyorum. Sonradan o yakalananlardan bir tanesinin Yugoslav olduğu anlaşıldı. 12 Eylül sonrasının ilk siyasi soygunu dedi haberler. Annem de galiba “yine azdılar” gibi bir şey demişti izlerken… Derken ben bir şiir yüzünden gözaltına alındım. Hücreye atıldık. Komik geliyor değil mi kulağa. Siyasi şubeye götürülüyorsun,  sıkıyönetim var o zamanlar.  Sorguya götürürken resmen sürükleyerek götürüyorlardı birini. Ayakları tutmuyor, iki kolundan tutup sürükleyerek götürüyorlar. İşte kalıyor ne kadar kalıyorsa orada… Bir zaman sonra yine sürüyerek getiriyorlar adamı. “Bu kim?” dedim. Meğer işte o soygunu yaparken yakalanan Yugoslav’mış. Konuşmuyormuş. Selimiye’ye geldiğimizde bir hafta da burada kaldık. Burada biraz daha birlikte bırakıyorlar insanları. Diğer hücrelerdekilerle sohbet imkânın oluyor. Onu ayrı bir koğuşa koydular. Adamın hikâyesi şu…  Yugoslav ya bu,  işkence yapılırken, acı içerisinde Yugoslavca bağırıyor. Bunun üzerine, işkence yaparken Yugoslavca bilen bir tercüman getirmişler. İşte adamı asıyorlar Filistin askısına, veriyorlar elektriği ve soru soruyorlar. Soruyu tercümana soruyorlar, tercüman çeviriyor… Türkçeden Yugoslavcaya…  

Sinan: Tercüman eşliğinde işkence!

Müfit C. Saçıntı: Tabii, tabii! Veriyorlar elektriği, adam artık küfür müfür, o acıyla ne söylüyorsa tercüman da onu çeviriyor. Günlerce sürdü bu. Düşün yani ben gittiğimde 15-20 gün olmuştu adam gözaltına alınalı. Ağzından hiçbir şey alamamışlar. Örgütle ilgili, eylemle ilgili olarak tek bir laf yok… Adamlar mesleklerini çok iyi yaptıklarından o kadar eminler ki,  “lan biz çok güzel işkence yapıyoruz, bunun bu kadar konuşmamasına imkan yok! Bu i.ne tercüman bize çevirmiyor!” (kahkahalar)  İmkanı yok, adamın anasını ağlattık! Bir kelime vermez mi insan yahu? Kesin bu i.ne tercüman çevirmiyor bize…  Tercümanı da alıp, bizim Yugoslav’ın yanındaki Filistin askısına asıveriyorlar. İşkence kısımlarına tanık olmadım tabii ama yan koğuşumuzdaydı adam. Anlatılıyordu bu hikâye kulaktan kulağa… Her neyse, koğuşta bir şeylere ihtiyaç duyulduğunda para toplanıp dışarıdan getirtiliyordu. Gazete de getirtilebiliyordu. Tabii sadece belirli gazeteler. Onu da orası burası yırtılmış, kesilmiş, kopartılmış olarak getiriyorlar. Bir tür sansürleme… Neyse, bir baktık bizim Yugoslav gazete istedi. Türkçe! Adam Türkçe biliyor abi! Gazete okuyabiliyor! (Kahkahalar). Türkçe biliyor… Biz Gayrettepe’deyken (Siyasi Şube) bu soygunla ilgili bir başka adamı bizim hücreye atmışlardı. O da söylemişti, bu Yugoslav’ım diyor ama aslında Türkçe biliyor diye… Bak o da çok şamata bir hikâyedir. Çekmiş birayı, evden almış getirmişler bunu…  Adam koyu MHP’li! Çişi geliyor gece ama açmıyorlar ki kapıyı gitsin tuvalete… Bu bağırıyor: “lan ben MHP’ liyiiiiiiim! Başbuğ’un oğlunun sünnet düğününde, (Tuğrul o zaman ünlüydü) Yakacık’taki köşküne ben koç götürdüm koooooç” diye bağırıyor! (Kahkahalar) Çok hoşuma giden bir hikaye daha var. Aslında hikâye değil, gerçek…

Avni Özgürel’in bir röportajında okumuştum.  Ev baskınları sırasında birbirini hiç tanımayan üç kişiyi alıyorlar. O zamanlar cemse derdik, bir tür askeri kamyon. Bindiriyorlar bunları cemseye. Başlarında iki asker… Askerlerden biri telsizle merkeze haber veriyor, işte 3 kişiyi aldık geliyoruz diye. Kırmızı ışıkta cemse duruyor ve her nasılsa bir tanesi punduna getirip cemseden atlayıp kaçıyor. Şimdi anons etmişler merkeze, 3 kişiyi getiriyoruz diye. Bir tanesi kaçmış. Nasıl desin komutanına birini elimizden kaçırdık diye. Neyse bakıyorlar yolda bir simitçi, çağırıyorlar simitçiyi. Adam zavallı simit alacaklar sanıyor ama takıveriyorlar kelepçeyi simitçiye ve 3. Adam olarak götürüyorlar merkeze. Daha sonra Avni Özgürel denk gelmiş bunlara. Özgürel gariban simitçiyi görünce “merak etme, ilk sorgunda ortaya çıkar bilemedin ikincisinde seni bırakırlar” diyor. Ama daha sonra tutuksuz yargılanmakta olan Avni Özgürel bir sene sonra görüyor simitçiyi. Adam tutuklu gelmiş, kelepçeli. İdamdan yargılanıyor. Ne varsa yıkmışlar üstüne! Şimdi film konusundan uzaklaştık tabii ama o dönemi anlamak için ilginç hikâyelerdir bunlar. Bir tane daha anlatayım hazır başlamışken. O zamanlar köylere baskın olurdu. Babamın köylerine de oldu biliyorum, hatırlıyorum. Asker geliyor köye ve şu tarihe kadar elinizdeki silahları teslim ederseniz işlem yapılmayacak. O dönemde sadece örgütler değil, hemen herkes silahlanmıştı. Komutan geliyor köye ve yarın şu saate kadar köy meydanına elinizde ne kadar silah varsa toplayıp bırakacaksınız diyor. Belirtilen saatte gelip bakıyorlar ki hepi topu 10 tane tabanca. Komutan “yemeyin lan beni” diyor. Burası Laz köyü! Laz köyünde 10 tabanca olur mu hiç? Size yarına kadar müsaade! Yarın burada en az 100 tabanca olacak! Tabii bunlar Laz köyü ya, silah yapmayı biliyorlar. Ne yapsınlar, çare yok. “Haydin uşaklar” diyor muhtar, “yarına kadar 100 tabanca yapılacak” Köy halkı bütün gece oturup 90 tabanca daha hazırlayıp teslim ediyorlar komutana. Çok var böyle hikaye… Benim asıl hikâyem bu değil.  Ama işte bu noktadan başlıyor…  Belki bunları da katarım senaryoya. Her neyse…  Bizimki girdi böyle “Kahrolsun Am” yazısıyla beraber… İçeride işkenceler gördü, ceza aldı. Ama kahramanımız cezaevinde de rahat durmayan bir insan. İşte tek tip eylemleri falan,  bütün eylemlere katılıyor ve sürekli cezası artıyor. 30 yıl geçsin istiyorum. Bugüne geliyoruz… 30 yıl ceza evinde kalmış bir adam… Onun hikâyesini anlatırken, dış ses şöyle paralellikler kuruyor. Örneğin onlar tek tip eylemi yaparken aynı dönemde ekran ikiye bölündüğünde Lee Cooper reklamları vardı. Levi’s kaçak olmaktan çıktı. Lee Cooper kaçak olmaktan çıktı. Hepimizi güzellikle tek tipe soktular ama onlar tek tipe direndi… Yani böyle paralellikler kurulacak. İçinde mizahı olan otuz yılı da hep bu tür paralellikler de kurarak özetleyecek. Asıl hikâyem bundan sonra başlıyor. Otuz yıl boyunca dış dünyayla bağlantısı kesilen bir insanın otuz yıl sonra dışarı çıksa ne yapar, nelerle karşılaşır? İşte gizli kamera bu noktada devreye girecek. Hani arkadaşı ölmeden önce “falanca örgüt bürosuna git, oradan alacağın paketi filanca adrese götür” demişti ya… Mesela 30 yıl önce falanca örgüt bürosu olan mekâna 30 yıl sonra gittiğinde bir yabancı banka şubesiyle karşılaşacak. Hakikaten bu ülkede 30 yıl içerisinde her şey alt üst oldu. Bir zamanlar “kahrolsun Amerika” diyenleri öldürenler bugün seçim sloganlarında “kahrolsun Amerika” diyebiliyorlar. Düşünsene, eskiden “kahrolsun Amerika” dediğinde vatan haini ilan ediliyordun. Komünist olarak etiketleniyordun. O dönemde “Kahrolsun Amerika” diyenlere kurşun sıkanlar ise şu anda bir yerdeler. Geçen seçimlerde gördüm, Kadıköy’de bir pankart. MHP pankartı: “ABD Emperyalizmine dur demek için MHP’yi seçin” gibi bir slogan! 30 yıl öncesinden bugüne gelen biri bunu gördüğünde gözlerine inanamaz. Şoke olur. Bu tür şeyler yer alacak filmde. Mesela bizimkinin bir amcası var. Amca berber. Berber dükkanının her yanı ayna olduğu için kameraları da oraya gizleyeceğiz. İşte bir Rus kadın getirtecek amca. Özellikle bir Rus, çünkü 30 yıl önce bir devrimcinin bir Rus’la karşılaşması büyük olaydı. O zamanlar Sovyetler Birliği vardı. 30 yıl sonra adamın karşısına bir Rus kadın çıkacak. Kadının filmden haberi olmayacak. Her şey gizli kamerayla… Sürprizli bir final olacak.  

Ulvi: Finali söyleme bari!

Müfit C. Saçıntı:   Sonuçta filmin yüzde 80’i gerçeğin ta kendisi olacak. Ama başı sonu belli, mizah yanı bol seyirlik bir şey… Tabii bir yerlerden para pul işini halledebilirsek…