SD: Teknoloji çok kolaylaştırdı işi. Oğuz Aral’ın o “gereksiz taramalardan kaçının” uyarılarını yapacak kimse yok. Gırgır bir anlamda akademiydi, ölçüydü. Bu değişim mizahı nasıl etkiledi?
KG: Teknolojinin mizahçının işini kolaylaştırdığını, hareket alanını genişlettiğini düşünüyorum. Evet politik mizah açısından zor dönemden geçtik, geçmeye devam ediyoruz ama ben olumsuz bakmıyorum. 90’larda yaşanan, Tansu Çiller dönemindeki özellikle de Kürtlerin yaşadığı bölgelerdeki çok ağır koşullardaki hayatın dışında kaldık hepimiz.
SD: Deme öyle, hanımefendi yine çıktı piyasaya ve toplumu kucaklamaktan söz ediyor?
KG: Sırf o değil, o dönemin içişleri bakanı da şu anda ülkenin çıkışını temsil etme noktasına kadar geldi neredeyse. Hafızasız bir toplumuz. Diğer sanat dallarını bilemem. Tiyatronun da üretkenliğinin arttığı bir dönem olduğunu biliyorum, özellikle de mizahın çok güçlendiği, imkan bulduğu bir dönemdeyiz. Dergi olarak bakarsak büyük bir düşüş var evet ama insanların alışkanlıkları da değişti. Belki bir tek Fransa’da, o da belki Paris’te dergilerin hala ağırlık taşıdığını görüyoruz. Le Canard enchaîné çarşambaları çıkar, bir çok yerde okunduğunu görürsünüz mesela. Ama Canard, Fransa cumhuriyetinin kuruluş hikayesi aynı zamanda. Bir karı koca evlerini satarak başlıyor yayına. Çok etkili, çok okunan, aynı zamanda çok korkulan bir yayın. Önce Le Canard (Ördek) adıyla başlıyor sonra işgal döneminde tepki olarak Le Canard enchaîné (Zincirlenmiş Ördek) adını alıyor. Cumhuriyetçi çizgide bir dergi. Hebdo’yu biliyorsunuz, o trajik hikâye yaşanana kadar… Hebdo’nun öncülü olan dergi Harakiri idi. Anarşist ve çok sert, tepki duyulan bir yayındı. Mizahın ne kadar sert ne kadar sınırsız olabileceğini görebiliyorsunuz. Bu alışkanlıkla bu kültürle yaşamaya alışkın insanlar ve kendi dinlerine, kendi kutsallarına yaklaşımları neyse İslam’a yaklaşımları da oydu. Bir toplantı sırasında hepsi IŞİD militanlarınca öldürüldüler. Çok ağır bir şeydi bu tabii… İnsanın sindirmekte güçlük çektiği bir şeydi. Bir de Wolinski benim tanıdığım, evine gidip sohbet ettiğim biriydi. Bu sertlik dünyaya girdi. Şimdi biz burada her ne kadar sınırsız bir şey ürettiğimizi, oto sansür uygulamadığımızı düşünüp söylesek de üstümüzde tabii sallanan bir kılıç var.
SD: Sadece devletin, devletlerin baskısı değil bu ama?
KG: Değil, dinin baskısı da var…
SD: En yakın örneğimiz Sezen Aksu’nun yıllar önce yazdığı bir şarkıya verilen tepkiyi gördük çok kısa süre önce. Sözler bir kesim üzerinde infial yarattı, devlet de bunu fırsat bildi. Bunu nasıl yorumluyorsun? Toplumun mizah algısı değişti mi? Tutuculaştı mı?
KG: Ben kırılma tarihi olarak Gezi dönemini biraz ayırmak istiyorum. Bu, mizahın iktidarın elinden alındığı bir dönemdi. Mizahı da bir iktidar alanı olarak görüyorsak, bence öyledir, mizahçı da bir iktidar savaşı verir. Karşısındakini yenerek ilerler. Aklıyla yener, zerafetiyle yener, fikriyle yener! Gezi, bu özelliğin çok öyle mizahçı kimliklere ait olmadığını gösterdi. Aslında az ya da çok herkesin mizaha yatkınlığını gösterdi. Bu ülkenin coğrafyası, kültürü çok elverişli buna, bu doğru ama bu toplum yine aynı nedenle cezalandırılmayı da çok yaşamış. “Ay ne güzel, çocuklarımıza izlettirelim” dediğimiz Hacivat ve Karagöz’ün boynu vurulmuş mesela? Nasreddin Hoca zaten bir muamma. Pertev Naili Boratav’a göre aslında çok ağır, hatta bazıları için tahammül edilmesi zor bir cinsellik içerir. Ama Hoca Nasreddin’inki de bir akıl? Bir bakış açısı? Bir mizahi yaklaşım! Gerçi kaynağı da tartışmalı. 18 ülkede Nasreddin Hoca karakteri var. Romanya’da, Bulgaristan’da, Yunanistan’da adı Nasreddin Hoca olan birer karakter var. Osmanlı dönemindeki yayılmaların sonucu olmuş olabilir tabii bu… Bu anlamda mizahı çok da seven bir toplum olduğumuzu düşünmüyorum. Gülmeyi seviyoruz, dalga geçmeyi seviyoruz, aidiyet duygusu az olan, “gibi” yapan bir toplumuz. Aidiyet duygusu olmayan mizaha yatkındır. Mizahçının temel kimliğini bu oluşturur. Aidiyetleri arttıkça sivriliğini, keskinliğini kaybediyor. Formlar üzerinde ilerliyor. Zaten ustalık da orada devreye giriyor. Ama inandırıcılık ve arayış zenginliği anlamında bir tükenme yaşıyorsunuz. Dönecek olursak Gezi dönemi, mizahın aslında ne kadar güçlü bir patlayıcı olduğunu, ne kadar kolay üretilebildiğini ve yayılabildiğini gösterdi. Aslında o damarı bir kez keşfettiğinde insanların, o damar üzerinden ne kadar kolay ilerleyebildiğini gösterdi.
SD: Gezi’yi rejim açısından bu kadar affedilmez kılan da bu yanı mıydı sence?
KG: İktidarı salladı! Sırf mizah tarafından bakılacak bir yanı yoktu, iktidarı salladı Gezi. Sonuçta Taksim işgal edilmişti. Kısa bir süre için de değil hayli uzun bir süre için üstelik. Yaşam değişti orada. Gülümseyerek dolaşmaya başladı insanlar. O büyük kalabalığın içerisinde en küçük bir taciz, sarkıntılık, saldırı yaşanmadı insanların birbirleri arasında. Keyifli, medeni bir hayat kuruldu Taksim’de. Herkes birbiriyle merhabalaştı, herkes birbirinin dostu, arkadaşı oldu. Bu ülkenin yaşayabileceği en güzel deneyimlerinden biri yaşandı. Buna tahammül edememek de tabii iktidarın tavrını sertleştirdi. Bütün hayatımıza yayılmış biçimde çok ciddi bir sertlikle karşılaştık. Bir durdu herkes, biraz korktu. Böyledir biliyorsun, biraz cephe geriye kayar, sonra tekrar yavaş yavaş ileriye çıkmaya başlar. Kendini yenileyemiyor şu dönemde… Çünkü ben yaştaki bir takım adamların orayı domine etmeye çalışmasından kaynaklanıyor bu. Halbuki bıraksak biz, daha güzel akacak her şey. Biz ihtiyaç değiliz. Bunu anlamamız lazım. Biz kendi ihtiyacımızı karşılıyoruz sadece. Mizahın o kendiliğinden hali, kendiliğinden var oluşu çok güçlü bir şey. Bu yanıyla ihtiyaç duyulan bir şey. İnsanlar birbirleriyle iletişim kurarken de buna ihtiyaç duymaya başladılar. Bir zeka ölçüsü haline geldi mizah. Beğenilme ölçüsü haline geldi. Bu da tabii biraz içtenliğini yok etmiyor değil. Şekli şeyler giriyor devreye.