“O Bir KHK’lı” yazısını yazdıktan sonra ‘Ö’ harfine geçmem gerekirdi. Ama fark etmeden atlayıp “Pandora’nın Kutusu” yazısını yazdım. Bir gece uykuya dalmak üzereydim ki atladığımı fark ettim. Neden böyle bir şey yapmış olabileceğimi düşündüm. Aklımın karışık olması, yoğunluk filan değildi nedeni. İnsanın bilinçaltı nasıl da aklı korumaya çalışıyordu… Düşünmeğe devam ediyordum. Uykum kaçtı doğallığında. Deştikçe deştim. Sonunda anladım ki dilimizde ‘ö’ ile başlayan bazı kelimelere karşı mesafeli olmam neden olmuştu onu görmezden gelmeme. Kötü olanı unutmaya iyi olanları hatırlamaya meyilliydim. Halbuki “O bir KHK’lı” dedikten sonra ‘Ö’ harfiyle devam etsem başlıklar o yazının devamı gibi olacaktı. KHK’lıları anlatmaya devam edecektim. Ne var ki kahırdan kaçan beynim onu hatırlatandan da kaçmıştı. Bizim ‘Ö’ öksüz kalmıştı.
ÖKSÜZ: Türkçede anne “ög” sözcüğü ile ifade ediliyor. Yıllar içinde dönüşerek “ök” şeklini alıyor. Bence söyleyiş kolaylığından bu dönüşüm. Ögsüz yani öksüz, annesi olmayana, annesi ölene deniyor. Ebeveynden her ikisi de öldüğünde çocuk yetim kalıyor.
Çocuk öksüz kaldı, çocuk yetim kaldı… Söylenirken ne kolay değil mi? Bi çırpıda çıkıyor sözcükler ağzımızdan. Çocuk için öyle mi ya? Ben bilmem. Benim annem ben yetişkinken öldü. Hatta kızım dört yaşındaydı. Yetim kaldığımda kızım ortaokuldaydı. Anne-babayı çocukken kaybetmek nedir bilmiyorum. Ama kızım kendi hayatını kurmadan öksüz kalacak, yetim kalacak diye hep korktum, korkuyorum…
Acaba hemşire Sevgi Balcı’nın çocukları neler yaşadılar. Bilmiyorum. “Burdur’un Bucak ilçesinde yaşayan ve Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile 29 Ekim 2016’da ihraç edilen hemşire Sevgi Balcı intihar etti. Eşi tarafından son anda fark edilen Balcı, 1 haftadır hastanede süren yaşam mücadelesini kaybetti. Eşi de KHK ile ihraç edilen Sevgi Balcı’nın, biri 7 aylık olmak üzere 3 çocuk annesi olduğu öğrenildi.”
Aynı gün 29 Ekim 2016’da ihraç edilmişiz Sevgi hemşire ile. Aynı gün ikimizin de öfkesi çok büyüktü eminim. Hayal kırıklıklarımız eminim aynıydı. Bir farkımız vardı. Ben devleti tanıyordum. O kendini arkasından bıçaklanmış hissetmişti eminim. Bıçağı sırtından çıkarmaya çalışınca da canı çok yanmış, acıdan doğru düşünememişti eminim. Yoksa o da çocuklarını benim kızımı sevdiğim kadar seviyordu eminim. O bir KHK’lıydı ve acısından ne yapacağını bilemez halde ipi geçirmişti boynuna eminim. Çocukları öksüzdü ve onları öksüz bırakan anneleri değildi eminim.
Emin olduğum bir şey daha vardı ki sadece Sevgi hemşirenin çocukları öksüz kalmamıştı. İntihar etmemiş ama kalp krizinden, kanserden, birçok hastalıktan ölmüştü KHK ile ihraç edilen birçok anne. Ve birçok çocuk öksüzdü. Biz duyuyor, görüyorduk ama bu ölümlerin sorumluları sorumlu değillermiş gibi güç sarhoşluğu ile keyif sürmeye devam ediyorlardı.
ÖLÜM: Yaşayan bir canlının vücut fonksiyonlarının durmasına artık yaşamamasına ölüm diyoruz. Keşke sadece bedenle ilgili olsaydı ölüm. Değildi. Ölenin yakınları, arkadaşları, doğumundan ölümüne kadar sürece dahil olmuş herkes etkileniyordu. Etkileniyordu ne hafif kaldı, ne demek etkileniyordu? Sevdiğiniz ölünce siz de ölüyordunuz. Bedeniniz yaşıyor ama yaşama sevinciniz ölüyordu. Hiçbir şeyden eskisi gibi haz almıyor, hayata eskisi gibi bakmıyordunuz. Kendinizi toparlamanız yıllar alıyordu. Peki, çocuklar ne yapıyorlardı ölüm karşısında? Çocukken bir yakınım ölmedi, bilmiyorum. Ama öksüz çocukları, yetim çocukları biliyorum. Büyüdüklerinde bile bir kolları olmuyor onların. Bir bacakları, bir gözleri, bir kulakları olmuyor. Hep bir yerleri eksik… Çift olan her şeyleri hep tek… Biz görmüyoruz, belki kendileri de bilmiyor ama orada duruyor yarım kalmış bir hayat…
En çok acı veren ölüm de birinin sebep olduğu… Sebepsiz ölüm mü olur diyeceksiniz? Olmaz mı? Yaşlanırlar, doğal sürecinde ölürlerse kimse diğer ölümler gibi acımaz. Anılarınızı kucaklar, ölüsünü toprağa verir, hayatınıza devam edersiniz. Diğer ölümler, ötekilerin ölümleri, ötekileştirilenlerin ölümleri öyle mi? Öldürülenlerin yakınları anılarını kucaklayabilir mi? Anılarının yerine kucaklarında acı ve öfke yığılıdır. Onlar adalet sağlanmadıkça bu yükün altında ezilerek yaşamaya çalışırlar.
Görevi KHK ile elinden alındıktan sonra intihar eden Barış Akademisyeni Mehmet Fatih Tıraş’ın yakınları örneğin, bizim yaşlılarımızın ölümüne yandığımız gibi mi yanıyorlardır Fatih Hoca’ya? Benim annem öldü, babam öldü ama abim intihar etti. Abime hâlâ yanıyorum. İntiharına sebep olan sisteme hâlâ devam eden öfkemle…
“Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile ihraç edilen ve 4 yıldır tutuklu yargılanan Nurettin Odabaşı’nın 16 yaşındaki oğlu Bahadır Odabaşı’nın Diyarbakır’da yaşadığı sitenin apartman boşluğuna atlayarak intihar ettiği iddia edildi. İntihar haberiyle bir kez daha gündeme gelen KHK uygulamalarına kimi siyasi ve hukukçular tepki gösterdi.”
16 yaşında bir çocuk neyin neticesinde hayatına son verdi diye düşündü mü KHK ile insanları işinden ekmeğinden edenler? Babaları anneleri çocuksuz, çocukları öksüz ve yetim bırakanlar… KHK’lıları hukuka aykırı gerekçelerle hapse atanlar düşündüler mi 16 yaşında bir çocuk neden intiharı seçer? Kuşkusuz bunları düşünebilmek için insandan yana bir vicdan gereklidir. Ben bunun onlarda olduğunu hiç sanmıyorum.
Sivil Ölüm
Sivil ölüm tabiri, kişinin biyolojik olarak yaşıyor olsa da hukuken ölü sayıldığını anlatmak için kullanılır. Savaşta ölümleri kanıksayan memleketim şimdi sivil ölümlere şahit oluyor. Zamanla bunu da kanıksamaya başlıyor insanlar. Kanıksadığımız her şey artarak başımıza geliyor. Gelmesin artık! Ölüm de gelmesin, öksüzlük de yetimlik de…
“Arrested Lawyers Initiative (ALI) ve Human Rights Defenders (HRD), Türkiye’de Kanun Hükmünde Kararnamelerin (KHK) toplum üzerindeki etkilerine ilişkin bir rapor yayımladı. Yıllar sonra ayrımcılığın ve dışlanmanın hala devam ettiği belirtilen raporda, KHK’lıların bir tür ‘sivil ölüme terk edildiğine’ dikkat çekiliyor.”
Sivil ölüm yeni değil ki memlekette. Her darbe sonrası solcular sivil ölümlerin şahididir, kurbanıdır, ölüsüdür memleketimde. Her faşist iktidar solcuları fişler, çoluğuna çocuğuna, torununa kadar izini sürer. Ne devletin önemli bir mevkisinde işe girebilirsin, ne hak ettiğin hayatı hayal edebilirsin. Şimdilerde daha da ileri giderek kendinden olmayan muhafazakârı da hedefine alıyor iktidar. Ama solcular hep öteki…
Memlekete hukuk ne zaman gelir?
Sivil ölüm zaten var da bedenen de öldürülür bizimkiler. Bak Gezi direnişinin yıldönümü geliyor, 6 Mayıs geliyor… Peki, ne zaman fiilen öldürülür solcular? Ne olur da bu ölümlere sebep olanlar suçlu sayılmaz, yargılanmaz? Deniz Gezmiş’in dediği gibi bunlar politik ortama bağlıdır…
“1972’nin 5 Mayıs’ını 6 Mayıs’a bağlayan gece, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan hakkında verilen idam hükmü infaz edildi. Deniz Gezmiş 11 Eylül 1971 günü Mamak Askeri Hapishanesinde, Erdal Öz’e şu sözleri söylüyordu: ‘Asacaklar herhalde. Bu, o günkü politik ortama bağlı. Faşizm güçlüyse asar. Politik mücadele veriyoruz. Sınıf mücadelelerinin arttığı dönemlerde yasa masa kalmaz. Hukuk ancak dengi durumlarında vardır ve işlerlik kazanır. Siyasal iktidar için pek tehlikeli değilsindir, onun da pek gücü yoktur, işte o zaman hukuk vardır…’(Deniz Gezmiş Anlatıyor, Erdal Öz, s. 7.)”
Şimdiki iktidar koltuğunu tehlikede gördüğü 2013 yılından beri hukuku rafa kaldırdı. Memleket ekonomik olarak dara düştükçe, halk yoksullaştıkça faşizm güçlendi. Ne anayasaya uyuyor, ne dini ne insani değerlere… Sanıyoruz ki ulvi amaçları vardır da hedefine ulaşmadan iktidardan düşmek istemiyor. Hiç değil. Yani hiç ilkesel filan değil. Bilakis çok basit… Edindiği serveti ve gücü kaybetmek istemiyor. Çünkü zulmünden dolayı, düşerse dostu olmayacağını biliyor. Ölene kadar koltuğunda oturmak istiyor ki görmesin o günleri. Öldükten sonrası da onun için mühim değil. Hep yaptığı gibi ondan sonrası tufan…
Demek ki bu bir sınıf mücadelesi ve ezilmemek için verdiğin mücadele güçlendikçe faşizm daha güçlü saldıracak. Teslim olup, köle olarak yaşayamayacağına göre sen ne zaman kazanırsan hukuk o zaman gelir.
Memlekette ölüm bile öksüz…
Ne zaman hukuk gelir biliyor musun? Ölüne de dirine de sahip çıkarsan… “Sabahın bir sahibi var” deriz oysa sabah vakti öldürülenlerimizin bir sahibi yok. 2016 yılından 2022 yılına kadar 1125 KHK’lı hastalanarak veya başka işlerde çalıştığı için yaşamını kaybetti. 100 kişi intihar etti. KHK’lılar 136 çeşit hak ihlali ile karşı karşıya.
Öldürülenlerimizin adaletini sağlayabilmemiz için mahkemeye ana muhalefet parti liderinin gelmesi gerekiyor bu memlekette! Her mahkemeye de gelemeyeceğine göre kimimizin ölüsü öksüz, kimimizin ölüsü yetim… Eğer biz halk olarak kendi muhalefet örgütlülüğümüzü sağlayamazsak… Ki çok uzak görünüyor bu da… Bu bölünmüşlük, bu egolu, bu hâlâ devam eden kibirli hallerimiz, bu en doğruyu ben bilirim tavrımız, iktidarın hedef gösterdiğini düşman ilan etmemiz, iktidar dövünce de “oh olsun, zamanında onlar da şöyleydi, böyleydi” demelerimiz… Hatta solcunun solcuya sahip çıkması için bile hangi gelenekten olduğunu sorgulaması, Kürt ya da Alevi olup olmadığına bakması… Ne çok bölünmüşüz yahu! Ne çok ölü, ne çok öksüz, ne çok yetimiz… Oysa sermaye sınıfı birlik içinde yiyor sofrasında haklarımızı. Nasıl bunu görmez, nasıl bu kadar gözümüz kapalı izliyor olabiliriz hayatı?
Nasıl? Nasıl’a hepimizin bir cevabı vardır da ben ne yapmalı sorusunu soracağım yine? Öyle büyük projelerden bahsetmeden en basit olanı önereceğim; Şimdi hemen ön yargılarını, egonu, kibrini yavaşça yere bırak ve iyi olabilmemiz için önceliğimizin iyi insanları tanımak olduğunu düşün. Senin neye ihtiyacın varsa birçok insanın da ona ihtiyacı var. Dokun, hatır sor, anlamaya çalış, bir çay iç, bir kahve iç, buradayım de… Hani şu çok sevdiğimiz bir söz var ya “öperim, örselenmiş yüreğinden…” Söyleme öp! Kimse öksüz, kimse yetim kalmasın.
Acun öğretmenimizden yoğun düşüncelerle örülü muhteşem bir yazı daha…
Yüreğine sağlık…