“Kalabalıkların içerisinde ben de mutlu olmayı isterdim. Ama olmadı işte. Neden bilmiyorum. Ama olmadı… O yüzden kendi dünyamda mutluyum…”
Sinan: Fazıl Say’ı bir tarafa bırakalım da, biz ölümlülerin dinlediği, (ulvi’yi ayrı tutuyorum o müzikle daha içli dışlı) biz kulağımıza hoş gelen müziği dinliyoruz çünkü…
Orhan Topçuoğlu: Ben de öyle dinliyorum?!
Sinan: Ama siz notaları falan ayırarak dinleyebiliyorsunuz. Benim hoşuma gidenle sizin hoşunuza giden aynı olamaz.
Orhan Topçuoğlu: Yoo? Yoo? Ben müziği öyle dinlemiyorum. Öyle bir şansım var benim. Müzisyen gibi dinlemiyorum yani.
Sinan: Dışarıdan müzik geldiğinde, mesela meyhanede falan?
Orhan Topçuoğlu: Mümkünse olmasın istiyorum. Çünkü genelde çaldıkları şeyler benim öyle dinlemekten pek de hoşlandığım şeyler olmuyor. Bu yüzden nötr kalmayı tercih ediyorum. Taksiye bindiğim zaman rica ediyorum, kapar mısın müziği diye.
Sinan: Ne hissettiriyor size o? Benim duyduğumdan farklı bir şey duyuyor olmanız lazım çünkü. Ben onu tolöre edebiliyorum. Çok fazla kulağımı tırmalamıyorsa.
Orhan Topçuoğlu: O müzikle ilgili bir şey değil. Genel olarak benim kendi yaşamımla, ilişki kurmamla ilgili bir şey bu. Sadece müzik değil bir sürü şey beni çok fazla rahatsız ediyor. Yani çok fazla rahatsız ediyor. Bu tavrımdan, bu halimden hiç memnun değilim ama şunu demek istiyorum ki, ben şimdi burada araba kullanırken biraz ilerideki benimle hiç ilgisi olmayan biri kırmızı ışıkta geçtiğinde benim tansiyonum falan fırlıyor. Gerçekten. Bu kadar aşırı tepkisel olmak beni çok rahatsız ediyor. İşte o anlattığım izole yaşamanın nedenlerinden biri de bu… Direkt olarak obje ben değilim burada, etrafımda bana değen hiçbir şey yok aslında ama ben çok fena oluyorum.
Sinan: Bunun sanatçılıkla ilgisi var mı?
Orhan Topçuoğlu: Yoook! Ne sanatçılığı? Ben sanatçı falan da değilim, sanatçı ne demek onu da bilmiyorum. Hakikaten bilmiyorum. Böyle bir yere konuşlandırmak istemiyorum kendimi. Ama böyleyim işte… Bunun sanatçılıkla ilgisi yok… Yani bilmiyorum. Zor bir şey, benim yaşamam zor.
Sinan: Yani kendinize göre hayatı estetize ediyorsunuz?
Orhan Topçuoğlu: Estetize etmiyorum. Bak estetize etmiyorum. Estetize etmek artı bir şeydir. Ben kendimce olması gerekeni, yani şunu demek istiyorum: öyle yapma! Sana somut örnekler vereceğim. Mesela ben burnumu sokağa sümkürmüyorum. Herifin birinin ayağıma sümkürmesini de istemiyorum yani. Ya da bir toplu taşıt aracına bindiğim zaman, geçenlerde metrobüse bindim… Epey oldu yani, doluydu da. :Bir yere tutundum böyle. Sonra tutunduğum yere bir adam geldi. Genç bir çocuk. Bir an şöyle hissettim, boynuna mı yaslansam acaba? Traş losyonu sürmüş, güzel kokuyor. Çünkü o kadar pis ki her şey! Hakikaten o sırada resmen, yemin ediyorum burnumu tıkıyorum! İnanılmaz bir koku var! Asker koğuşunda böyle koku olmaz, ben dedim ki herif beni döver mi acaba? Ne olursa olsun dedim ya, ben herifin boynuna böyle kafamı sokayım. Oradan normal bir koku geliyor çünkü. Yani bunun estetikle falan ilgisi yok. Gerçekten yok yani.
Sinan: Hayat çok zor sizin için?
Orhan Topçuoğlu: Çok zor! Ama gerçekten çok zor. Ve mutlu değilim bu halimden.
Sinan: Peki sokağa karışabiliyor musunuz?
Orhan Topçuoğlu: Mümkün olduğu kadar karışmıyorum. Bunun biraz daha ilerisi dizlerim karnımda şu duvar dibinde… Neydi o film? Birdy! Kimdi oynayan? Hah… Nicolas Cage miydi herif? Öyle bir durumda olacağım herhalde.
Sinan: Dostlarınız? Arkadaşlarınız?
Orhan Topçuoğlu: Çok az! Çok az!
Sinan: Neden kaynaklanıyor bu?
Orhan Topçuoğlu: Bundan kaynaklanıyor, işte bundan…
Sinan: Onlar mı size tahammül edemiyorlar yoksa siz mi onlara tahammül edemiyorsunuz?
Orhan Topçuoğlu: Bir tahammülsüzlük söz konusuysa ben edemiyorum.
Sinan: Yani sizin bu kadar böyle titiz olmanız?
Orhan Topçuoğlu: Bunun titizlikle de alakası yok. Gerçekten kendimi olumlu bir yere koyuyor değilim bunu yaparak. Hatta olumsuz bir yere koyuyorum. Çünkü bu azınlıklık hissi biraz önce anlatmaya çalıştım ya, güzel bir his değil ki? Yani ben de çoğunluğun arasında mutlu yaşamak isterim? Ama olmadı, bilmiyorum ki? Bunun milyon tane sebebi vardır? Annemdir, babamdır, okulumdur… Bilmiyorum. Bu konuda bir terapi görmek de istemiyorum artık. Gerçekten zor yani.
Sinan: Peki özlemiyor musunuz? Böyle kalabalıklara karışmayı, insanlar iç içe olmayı?
Orhan Topçuoğlu: Çok özlüyorum ama gittiğim zaman da tuhaf bişey oluyor, çok fena oluyorum. Çok fena ya… ağlıycam şimdi yaaa (kahkahalar) ne s.k.m herifmişim ulan ben.
Ulvi Yaman: Ben de suçluluk hissedicem röportaj yapıyoruz diye.
Sinan: Pekiiiii…
Orhan Topçuoğlu: Neee!? Sorma artık yeter! Sordukça b.ka gidiyor mevzu!…
Sinan: Hayatınıza dahil olmak isteyen insanlar mutlaka olmuştur?…
Orhan Topçuoğlu: Oluyor bazen… Daha çok çıkmak istiyorlar ama!
Sinan: Ne yapıyorsunuz? Hayatınıza dahil olmak isteyen insanlar…? Girip çıkıyorlar?
Orhan Topçuoğlu: E herkesin öyle değil mi zaten? Sürekli kalan kim var ki? Ne bileyim ben?
(Sessizlik, karşılıklı bakışıyoruz ve ardından kahkahalar)
Orhan Topçuoğlu: Yok yok ama ben yine de iyiyim, memnunum hayatımdan. Çünkü kendimle barışığım… Kendimle yaşamayı öğrendim. Çünkü ben eskiden kendimle yaşayamıyordum. Bu tavrımı, bu duruşumu, bu bakış açımı fark ettiğim ilk zamanlarda çok büyük sorunlar yaşadım.
Sinan: Yalnızlık hissetmiyor musunuz? Yalnızlık endişesi? Daha da sert… korkusu!
Orhan Topçuoğlu: Yalnız kalmak?
Sinan: Korkusu?…
Orhan Topçuoğlu: Korkusu?… Ya şöyle bir şey var: Ben hep öyle oldum, çok fazla öyle oldum,… Carpe Diem oldum yani. Böyle çok yarınla ilgili endişelerim olmadı. Bununla ilgili çok sorun yaşadım tabi. Bu tavrımla ilgili. Ama bilmiyorum çok fazla plan yapmıyorum ben. Yaşamla ilgili çok plan yapmıyorum. Yapmadım da. Gerçekten de olduğu gibi, geldiği gibi yaşadım.
Sinan: Peki yarın?
Orhan Topçuoğlu: Yarın ne gelirse onu yaşayacağım, bilmiyorum.
Sinan: Yarının geldiği bir noktadayız ama? Düne göre bugün yarın?
Orhan Topçuoğlu: Evet… çok kitabi ve bilinen şeyler söylüyor gibi olacağım belki. Ama sana şunu söylemek istiyorum ki o kitabi ve bilinen şeyleri gerçekten içten söylüyorsan onların hiçbiri kitabi ve bilinen şeyler değildir. Çünkü bu meditasyon gibi bir şey yani herkesin meditasyonu kendine ya, meditasyonun bir tarifi yok ya, yani nasıl meditasyon yapıyorsun, bilmiyorum abi, bana bir mantra verdiler, transandantal meditasyon çalışıyorsan eğer, o mantra ile ben bir şey hissediyorum. Ne hissediyorsun? Ya sana ne be ibne hissediyorum işte. Sen başka bir şey hissedeceksin, öbürü de başka bir şey hissedecek, yani transandantal meditasyonun bir formülü ve karşısında şunu veriyorsun şunu alıyorsun diye bir şey yok. Bireysel bir şey. Benim söylediklerim de öyle çok bireysel şeyler bunlar. Bir şablon içinde algılanabilse bile. Hani bu söylediğim lafları söyleyen bir dolu insan vardır yani ben tek birey değilim bu lafları söyleyen. Bu biçimde söyleyen de tek değilim. Ama zannediyorum ki herkes kendine göre, kendi meşrebince yaşıyor o söylenen genel lafları. Ben de işte kendi meşrebimce yaşıyorum. Zaman zaman mutsuz oluyorum meşrebimle, zaman zaman mutlu oluyorum. İyi ki böyle yapmışım diyorum, iyi ki böyle yapmışım iyi ki böyle yaşamışım dediğim şeyler daha fazlalıkta olduğu zaman o zaman kendimi iyi ve keyifli biri olarak addediyorum. Tabii bu sırada, o sırada içinde bulunduğun şey de var. Yani ben bu sırada böyle kendimi iyi hafif hissetmeseydim bu lafları söyleyemeyecektim. Aynı şeyleri çok daha yoğun, aysbergin çok daha başka taraflarında hissederek söyleyecektim o zaman da bu laflar çkmayacaktı ağzımdan. Aynı şeyleri hissediyor olsam bile. Ama ş anda öyleyim onun için de birazcık hani günü yaşamak birazcık buradan da çengel atabiliriz.
Sinan: Peki evde bir ayak sesi? İstemediniz mi?
Orhan Topçuoğlu: E var işte? Arkadaşlar? Bak geldiniz işte ayak sesi? Şahane hatta ayak sesini bırak, şakur şukur fotoğraf çekiyor herif.
Ulvi: Abi o şeyden. Çekemiyorum ya… Ondan! Yoksa…
Orhan Topçuoğlu: Tabii anlıyorum senin ne söylemek istediğini. Yoksa ben de binde bin yalnız biri değilim yaşamımda insanlar var. Ama ne bileyim ya… Bunları soracağını bilseydim daha iyi çalışırdım. Bireysel olacağını biliyordum da konuşmanın, bu kadar dipten kazınacağım aklıma gelmemişti. Sen de az casus değilsin ha! Güzel! Bak buna devam edersen, bundan çok ilginç bir şey çıkar. Çünkü bu tavra ve bu tarz sorulara reaksiyon çok farklı gelecektir. Bunu kaybetme yani. Eğer şu anda emprovize yapmıyorsan ki… Yani emprovize yapmıyorsun, eminim. Bunlar hesaplıdır.
Sinan: Geriye baktığınız zaman…
Orhan Topçuoğlu: Geriye baktığım zaman çok mutluyum.
Sinan: Yani “ulan… hayır ya…?”
Orhan Topçuoğlu: “şunu da yapmasaydım?” mı?
Sinan: Bunu bu evin bugünkü sessizliğiyle birlikte soruyorum. Şimdi ısrarla bu ev sessiz değil diyebilirsiniz?
Orhan Topçuoğlu: Eee o zaman?
Sinan: Öyle mi diyorsunuz?
Orhan Topçuoğlu: Ne diyorum?! Dur! Dur bir! Anlamadım ben şimdi? (Gülüyoruz)
Sinan: Geriye baktığınız zaman, “ulan öyle birisi vardı ki, keşke hayatımın içerisinde olsaydı” ya da “aaamaan” dediğiniz kimse var mı?
Orhan Topçuoğlu: Bana baaak! sen birazdan magazine gireceksin galiba?
Sinan: Yok valla öyle bir derdim yok… bel altı vurmayacağım.
Ulvi: Yok abi duygu olarak soruyor…
Orhan Topçuoğlu: Hiç insan istemiyorum der miyim? Öyle bir şey der miyim abi ben? Yok öyle bir şey yahu? Hayır ben tam aksini söylüyorum. Ben bunun özlemini çektiğimi söylüyorum. Ama sadece nedenlerini şu anda bilmediğim ya da bilsem bile artık çok geç olan bir sürü parametreden ötürü böyle değilim. Onu demek istiyorum. Yoksa hani yani şey durumunda değilim, neydi o Özdemir asaf’ın “yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz” filan. Yani öyle şiirsel bir durumda değilim. Yani şiirsel durumda olacaksak mesela şöyle bir şey diyebilirim. Dur bakayım nasıl başlıyordu o. “Çatal yüreğimle türkülü yollara düştüm ki o kadar olur. Seke seke ben geldim, s.ke s.ke gidiyorum” demiş Can Yücel mesela… O bana çok daha uyuyor. Yok yok…
Sinan: Şiir seviyor musunuz?
Orhan Topçuoğlu: Mesela Nâzım’ı çok seviyorum. Ama daha çok Çankırı’dan ya da Bursa’dan yazdığı mektuplarını seviyorum sanırım. Kavga şiirleri bana kurgulanmış geliyor. Tabii ki her şiirinin kurgulanmış olduğunu biliyorum Nâzım’ın. Yavaş yavaş okudukça, Nâzım hakkında fikir sahibi oldukça, hani emprovize yazmadığını; bir şiiri binlerce kez düşünüp, boyuna kelimeleri değiştirerek yazdığını vs biliyorum. Ama bana mesela kavgasıyla ilgili yazdığı şeyler daha yapay geliyor. Yani onlar bir kavga, bir ideal adına, amacı-hedefi olan şiirler. Başka bir şey adına söylenmiş ama, “sırtımı duvara vererek toprağa oturdum şu anda ne kavga ne hürriyet toprak güneş ve ben bahtiyarım” başka bir yer o yani. Yani “kavganın da!…” dediği bir yer var ya, orası dokunuyor bana mesela. Daha bir Nâzım oluyor… Her ne kadar mektuplarını okuduktan sonra o Piraye’nin falan nasıl dünyasını yıktığını, aşk ve kadınlar konusunda nasıl bir bencillik içerisinde olduğunu görüyorum adamın ama… Tuhaftır, çok gençken, daha Nâzım’dan haberim yokken Yahya Kemal’i severdim… Sonradan düşünüyorum o aruz veznindeki ritm çok hoşuma giderdi: “tatiritata tatiritata!” Belki de, ne bileyim sonradan kondurmalar da olabilir bunlar. İkisinin arasındaki ilişkiyi de düşününce ilginç. Önce Yahya Kemal’i seviyorsun sonra Yahya Kemal’in öbürünün annesiyle ilişkisini öğreniyorsun falan. Sevdiğim iki şair arasında böyle şeylerin olduğunu bilmek de ilginç… Can Yücel’i seviyorum mesela, hoşuma gidiyor adamın duruşu. İsterdim mesela tanışmış olmayı onunla. Öte yandan bazıları da diyor ki mesela iyi ki tanımamışsın… Ailesine, çevresindekilere davranışlarından dolayı…
Ulvi: Abi Kuzguncuk’ta onların gittiği bir kafeterya vardı, gençken giderdim…
Orhan Topçuoğlu: Berbat bir yerdi yahu?
Ulvi: Biz de oraya, işte Can Yücel var ya, bir şeyler kaparız diye… Bilirsin işte orada olma duygusu vardır ya hani… Neyse bir gün o kafeteryadayım, kalabalık ve herkes işte muhabbetinde falan. Ben de hayranım ya, çaktırmamaya çalışarak sürekli kesiyorum Can Yücel’i. O kalabalık arasında dikkatini çektim herhalde. Mal mal bakıyorum, o da ona-buna küfür ediyor. Bahardı işte yine okul kırmış, gitmişim. Lisedeydim. Durdu baktı, sen “i.ne misin?” dedi. “Hayır”dedim, nereden çıkardınız? Senin yok mu sevgilin falan? Bu bahar günü gelmişsin benim gibi yaşlı bi herifi dinliyorsun! Has… git! Bul bir kız onunla gezin bu güzel havada ne oturuyorsun!” diye bastı kalayı…
Orhan Topçuoğlu: Vay bee! Ne güzel değmişsin adama yahu! Ne güzel bir şey yahu!
Ulvi: Bu kadar zamandır aklımda kalan tek budur o kafeteryadan, Can Yücel’den.
Orhan Topçuoğlu: Olsun ben yine isterdim ya. Mesela Ertem abiyi tanımak benim için çok acaip, çok hoş bir deneyimdi yani. Ertem Eğilmez’in müridi olmak! Çok şahane bir adamdı o da. Çok zeki çok!
Adamın garip, el yordamı bir şeyi vardı… Neyse artık onun adı, bilmiyorum. İktisat okumuş, ondan sonra yayınevi kurmuş, Çağlayan yayınevi. Cep kitapları çıkartıyor. Küçük boy, yumuşak kapaklı, cep kitapları. Mayk Hammer, kitabı çıkartıyor. Orijinali Mike Hammer, ABD’li yazarın, Spillane’in. 7 tane romanı var. Türkiye de 50 tane falan çıktı. Bunların çoğunluğunu kim yazmış biliyor musunuz? Kemal Tahir!
(sesini değiştirerek) “Böyle konuşurdu Ertem abi”. Günde 4 paket Galuasess içiyor filtresiz! Film çektiği zamanlar 5-6 paket içiyor günde. Zaten önce anfizem oldu nefes darlığı ve kanser vs… Yani sigara yüzünden gitti. (sesini değiştirerek) Ses mes kalmamış konuşması şu şekilde yani.
Çağırırmış Kemal Tahir’i. Kemal Tahir de beş parasız, ne yapsın? Tercüme eden bilmem kim adı altında romanlar yazıyor Kemal Tahir. Açarmış NY haritasını, haritaya bakarak, sokakları yazarmış. İşte şuradan çıktım, 7. Caddeden bilmemnerenin köşesine döndüm falan diye… Mesela çoğu romanı şöyle başlardı: “yine gri pis puslu iğrenç bir NY sabahıydı. Bu aşağılık kent…” (gülüşüyoruz) Komünist ya!
Türkiyede Kamasutra’yı tercüme olarak ilk çıkaran Çağlayan Yayınevi. Orijinalinden çok daha “kalın” hale geliveren Türkçe tercümeyi “yazan” kim biliyor musun? Kahraman Bapçum! Kahraman Bapçum spor yazarıydıı. Soradan bir şeyler kurdu, okulları falan vardı. İlginç adamdı. Ondan sonra langırt makinaları. İlk getiriyor türkiyeye. Çuvalla getiriyorlarmış paraları. Makineleri almış mesela para saymak için. Sonra filmciliğe heves etmiş. Prodüktör. Film çektirmiş 2 tane prodüktör olarak. Sonra demiş ki bunlar yönetmen mi ben daha iyisini çekerim demiş, sinemaya da öyle başlıyor herif.
Ulvi: Metin Erksan’la nasıldı arası, araları? O da enteresan bir adamdır. Metin Erksan da?
Orhan Topçuoğlu: Doğrusu çok az hatırlıyorum… Ben Metin Erksan’ı tanımadım. Sadece bir- iki kere gelmiştir yanına. Ama garip bir yerdi orası yahu. Senaryo çalışmaları olurdu. Ertem abi, Sadık abi (şendil), Yavuz geldi sonra, Turgul… Yavuz o zamanlar Ses Dergisi’nin yazı işleri müdürüydü. Oradan ayrıldı, Arzu Film’e geldi. Kemal (Sunal), Halit (Akçatepe), Metin (Akpınar), Adile (Naşit), Münir abi (Özkul) . Münir abi içkiyi bırakmış o zaman yeni… Ben yeni girmişim, o sırada içkiyi bırakmış… Of of ne acayip ya!
Sinan: Sinema heyecanlandırıyor mu sizi?
Orhan Topçuoğlu: Çooook, çok heyecanlandırıyor! Sinema nasıl heyecanlandırmaz ya? Düşün ki, bir yaşam bir şey kuruyorsun kafanda ve onu bana geçiriyorsun ya? Ve bu yazarlık gibi, müzisyenlik gibi, ressamlık gibi, bireysel bir şey değil! Ekip olmak zorundasın! Zorluk orada. Çok büyük zorluk! Yani al eline fırçayı, istediğin gibi boya abi? Ya da al kalemi yaz! Ya da al piyanoyu çal! Öyle değil ki? Orada öyle değil ki? Acayip bir şey var! Onların hepsini yoğurup, elinde istediğin gibi mıncıklayıp, bir şey çıkarıyorsun ortaya! İşte onun için Spielberg acayip bir heriftir, garip bir heriftir benim için. Mesela Tarantino? Acayip bir herif! Yaşamlarını etkilemiş olan şeyi alıyorlar, ve onu, istanbulda, kızıltopraktaki birine geçiriyorlar ve o herif oturup ağlıyor, yada el çırpıyor, yada gülüyor, bir şey yapıyor ya! Bu ne acayip bir duygudur, bu ne biçim bir güçtür yani?
Sinan: Hiç düşünmediniz mi çekmeyi?
Orhan Topçuoğlu: Çok düşündüm ama beceremeyecektim, olmayacaktı.
Sinan: Neydi çekmek istediğiniz film?
Orhan Topçuoğlu: Sadece film çekmek!
Sinan: Yani kafanızda bir hikaye yok mu?
Orhan Topçuoğlu: Tabii ki herkesin bir hikayesi vardır film çekmek için… Hani ben bunu çeksem ne güzel olurdu falan… Tabii ama, sadece o yetmiyor işte. Çok fazla şey gerekiyor, yönetmen olabilmek için. O yüzden, yönetmen olanlara hakikaten ne çekerse çeksinler, hayranlık duyuyorum. Beğeneyim beğenmeyeyim, o başka! Tabii, paçozlardan bahsetmiyorum, yani gerçekten bir şey söylemeye, o sektörün için bi isim, bi şey yani kendi gibi olmaya çalışanlardan söz ediyorum.
Sinan: Valla ben şimdi üç beş gün size gelsem, besteci olayım, müzisyen olayım diye düşünmeye başlardım! Siz o kadar haşır neşir olmuşsunuz, sinema piyasasında, niye sinema sektöründe kendinizi varlamayı düşünmediniz?
Orhan Topçuoğlu: Ya ben şimdi müzik sektöründe de para kazandığım için, müzik sektöründe de kendimi varlayabilmişliğimi o kadar önemsiyemiyorum. Ben buyum, kendimim çünkü… Bu benim kişisel bir şeyim… Bilmiyorum, bunun neden olduğunu bilmiyorum… İnsanların beni tanıması tuhaf geliyor. Mesela birine gidiyorum. Ünlü birilerinden söz ediyorum, mesela “ben Orhan Topçuoğlu” diyorum. Beni nasıl tanıdıklarını, neden tanıdıklarını anlamıyorum. Çünkü kendimde bunun karşılığını bulamıyorum. Bak bir de sinema gerçekten çok zor bir şey! Çook zor bir şey! Çok fazla şeyi gerektiriyor, hele hele günümüzde! Film çekmek için insanlar donlarını,evlerini, ruhlarını satıyorlar! Ben o kadarını yapamadım, yapamazdım herhalde… O yüzden olamadım, bilmiyorum yani? Bilmiyorum! Ya da çok çok fazla istemiyordum demek ki? Hani “çok fazla istemek” vardır ya bir şeyi… Yani yaşamını onun üstüne kurmak… “Çok fazla istemek” o zaman oluyor…
Sinan: Tutkuyla istemek?
Orhan Topçuoğlu: Evet, o zaman oluyor! O çok önemli bir şey. Hani şu kişisel gelişim kitapları ffalan, var ya, şimdi onların söylediği bir takım lafları zaten daha önce din kitapları da söylemiş. Bir sürü insan söylemiş. Önemli değil kimin söylediği, ama orada söylenen şeylerin gerçekten öyle olduğuna inanıp, hissedip öyle yaşayan insanlar var ya… İşte onlar “bir şey oluyor zaten. Bir şeyi gerçekten istemek var; bir şeyi gerççekten, gerçekten var ya!
Sinan: Eh, o hayatın her alanında var?
Orhan Topçuoğlu: Evet evet! Sadece sinemadan ya da müzikten bahsetmiyorum, herşeyden bahsediyorum! Neyse o, gerçekten istiyorsun onu yapmayı. “Ben şunu istiyorum” var ya, yok öyle bir şey! Palavra o! “ben bunu çok istiyorum”! Hadi oradan! Nasıl “istemek” bu? İstiyorsan yap! Demek ki istemiyorsun yeteri kadar? Sadece entelektüel bazda yada neyse o düzey, orada istiyorsun, “ah olsa ne güzel” diyorsun… Bu istemek değil ki? Bir sürü beğenmediğimiz, snobe ettiğimiz, yerden yere vurduğumuz insan, ben eminim çok fazla isteyerek o işleri yapıyorlar. sen istiyorsan beğenme canım! O senin kendi kişisel şeyin! Ama şu da hoşuma gitmiyor… Asıl o hoşuma gitmiyor: “Ben bunu beğenmiyorum” “Of bu ne ya?”… E sen yapsana? Yap? Daha iyisini de değil, en azından o kadarını yap? Hadi o neyse, mimarı beğenmiyorsun başka bir şey yap. Çok iyi ayakkabı boya mesela? Ne bileyim? Hani, orada orası çok önemli birşey. İnsanın yaşamla ilişki kurmasında bence en önemli şey o!
Ulvi: Abi hani bir yetenek vardır doğuştan, bir de çok istemek ve çalışmak vardır… Çok çalışılarak bu ara kapatılabiyior mu? Müzik kulağı derler ya, sen doğuştan yeteneklisindir benim o müzik kulağım yoktur ama bende beş yaşında başladım ve sen günde iki saat çalışıyorsan ben altı saat çalıştığımda o ara kapanabilen bir şey mi çalışarak?
Orhan Topçuoğlu: Abi hangi ara? Öyle bir ara olduğuna inanmıyorum bir!… İkincisi çok averaj şeylerden söz ediyorsak…
Ulvi: Yok averaj şeylereden bahsetmiyoruz. Ben de şimdi otursam, günde 5 saat çalışsam icracı olarak gitarla bir şeyler çalabilirim. Tabii, onu çalmak daktilo yazmak gbii bir şey. Evet sonunda parmaklar alışıyor falan bu değil tabi… Çok çalışmanin bir yararı var mı?
Orhan Topçuoğlu: Cevher mi derler? Mutlaka vardır ama, demek istiyorum ki o varsa, bi hediyeden bahsediyorsak eğer… Yani mesela hani birazcık kendi alanım diye söylüyorum, Bachtan bahsediyorsak? Ya da mozarttan bahsediyorsak, O var tabii, yüzde bin var. istediğin kadar fazla çalış abi, ne yaparsan yap, olmuyor tabi… Nasıl olacak, nasıl olacak yani? Mümkün değil, onun nasıl olduğu hakkında kimsenin bir bilgisi yok zaten… Yani o var ya da yok, tabii ki bir sürü koşula bağlı olarak farklılık gösterebilir ama varsa var yani…