“Bir Şahane Adam…”

0
337

“şef orkestrayı, orkestra şefi küçümser…”

Ulvi: Çok keyif alarak çaldığın enstrüman var mı abi?

Orhan Topçuoğlu: Ağırlıklı olarak senfonide oluyor. Bizim vurma saz grubunda bütün o vurma sazları tek tek çalman gerekiyor. Şimdi timpani var, timpani notalı bir enstrüman olduğundan, orkestra içerisinde vurmalı sazlarda çok önemli bir enstrüman. Biz Senfoni’ye ilk girdiğimizde timpani çalanlar bize pek dokundurtmazlardı. Ben timpaninin ne kadar değerli ve önemli bir enstrüman olduğunu fark ettiğim anda timpaniden zevk almaya başladım. İyi bir şefle, iyi bir orkestrada çalmaya başladığında ortaya çıkan zevk müthiş oluyor. Performans sırasında hissediyorsun, her şey çok güzel, olması gerektiği gibi oluyor, olağanüstü bir zevk o.

Sinan: Kimi çalmayı seviyorsunuz?

Orhan Topçuoğlu: Şimdi o çok fazla değişiyor…  biraz bencilce tabii… Timpaniden çok keyif alan bencil bir enstrümancı olarak var birkaç eser. Çaykovsky çok güzel yazar mesela timpani partisini…. , Fantastik senfoni Berliöz mesela, Yeni Dünya çok güzeldir Dvorjak gibi… Bir sürü sayılabilir böyle. Çünkü timpaninin fonksiyonel olarak yazılmaya başlanması Klasik dönemden sonra. Daha önce çok temel olarak timpampampam diye yazılmış işte. Armoninin bir parçası olarak yazılmış. Daha sonra romantik dönemden başlayarak daha melodik yazılmaya başlanmış timpani. Enstrümanlar da tabii teknik olarak gelişmeye başlamış. Eskiden çok minimal yazılmasının nedeni iki tane timpani var, birini bir sese, öbürünü bir sese ayarlıyorsun ve onunla başlayıp bitiriyorsun. Yani armoni nereye giderse sen onunla gidemiyorsun peşinden. Çünkü onları değiştirme olanağın yok. Sonra sazlar gelişmeye başlayıp kendi içinde akortlar başlayınca timpanide tabii o zaman daha fonksiyonel olmaya başlamış yazım tekniği içerisinde… zamanımıza doğru çok daha fonksiyonel, daha keyifli hale geldi.

Sinan: Sevdiğiniz şef?

Orhan Topçuoğlu: Şef orkestra müzisyeni için kime sorarsanız sorun bu soruyu, en iyi şef ölü şeftir. Kızılderili gibi.

Sinan: Çok cahilce olacak ama, siz enstrüman çalarken bakıyor musunuz yani? Orada bir adam yönetiyor.

Orhan Topçuoğlu: Şef te orkestra üyelerini küçümser, orkestra üyeleri de şefi küçümser, böyle bir şey vardır. Aralarında. Şef onlar benim çalacağım bir enstrüman olarak bakar. Orkestra üyesi de der ki, ulan ben zaten çalacağım bunu, zaten çalıyorum, senin oradan katacağın şey, senin öyle durduğun tavır kadar mühim bir şey değil. Katabilirsin bir şey de o kadar da mühim bir şey değil…

Sinan: Hangi tez daha doğru peki?

Orhan Topçuoğlu: Orkestra üyesininki daha doğrudur. Kesinlikle! Bugüne kadar değer verdiğim ve tanıdığım şeflerin içerisinde beraber çaldığım ve müzikalite açısından en önemli şef olan Aleksandr Rahbari nin lafıdır bu. Onun lafıdır bu… Hiçbir şey olamayan besteci, şef olur. Yani şeflik çok teknik bir şey. Tabii adam bunu çok yetenekli bir şef olduğu için söylüyor. Onda da işte şeflik gifti var.

Sinan: Şef tam olarak ne yapar

Orhan Topçuoğlu: Şunu yapar. Özellikle günümüze doğru yaklaştıkça, yazı tekniği farklılaştıkça… eskiden şef ta ilk zamanlarda, birden fazla çalgının bir arada çalındığında, bir ölçü sesine ihtiyaç duyuluyordu. Yani adam basbayağı elindeki çubuğu tık tık tık yere vurur gibiydi. Orkestra şefinin orijini budur yani, yere ritm vurmak. Ritmik birlikteliğin olabilmesi günümüze yaklaştıkça zorluklar göstermeye başladı. Yazı tekniğinin değişmesiyle birlikte. Eskisinden daha farklı ritmik değişiklikler baş gösterdi. Böyle olunca bu ritmik değişiklikleri takip edebilmen için bir metronoma ihtiyacın var en kaba tabirle. Yani tak tak tak yapacak bir şeye ihtiyaç var. Şimdi böyle bir şey olmadığı için de, yani ne zaman ritm değişecek… Bunun için bunu gösteren bir adama ihtiyaç var. Şimdi şurada yavaşlayacaksın, şurada hızlanacaksın falan…

Sinan: Canlı metronom diyorsunuz yani?

Orhan Topçuoğlu: En temel olarak şefin fonksiyonu bu. Tabii sadece ritmle ilgili değil. Zaman içerisinde şeflik müessesesi gelişmeye başladığında şefler bir çeşit yorumcu olmaya başladılar. O da şöyle. Eserin sadece hangi ritmle, hangi dinamikle, alçak mı yoksa yüksek volümle mi çalınacağıyla değil, eserin niçin yazılmış olduğu, o eserin yazılma nedeni, bestecinin kişiliği, bestecinin o eseri yazarken nasıl bir ruh halinde olduğu… ya da o eseri yazdığı zaman bütün bunların hepsini söylediği, çünkü programlı eserler de var, besteci önce bir sinopsis yazıyor ve sonra onu müzikliyor… film müziği gibi… böyle mi yaptı gibi soyut doneler de belirdi müzikte… bunların da değerlendirilmesi lazım o müzik çalınırken. Sadece ritmik ve melodik anlamda değil, bazı soyut bilgilerin verilmesi ve o verilen bilgilerin müzikal anlamda geri dönmesi, yani hangi duyguyla çalınması gerekiyor.

Sinan: Siz sonuçta bir eseri çalarken, yani o besteciye aşinasınız, o bestecinin ruhunu siz zaten kavrıyor olmalısınız?

Orhan Topçuoğlu: Tabi tabi şimdi olmuyor çünkü buda çalgıcının formasyonundan başlayıp geliyor, çünkü çalgıcı tabiki bunları bilerek, öğrenerek geliyor yani işte klasik dönemde nasıldı işte modern dönemde nasıl ama çalgıcı fonksiyon olarak doğası gereği sadece bir enstrüman, hakkaten öyledir yani, kendini de öyle hissedersin yani, ona ayrı bir yorum katmak, zaten onu ayrıca kendince bir yorum katman bir şey katmak bütünü bozar, onun zaten öyle olmaması gerekir, yani çalgıcı sıra neferi olması gerekir, çünkü ancak o şekilde o çokseslilik ortaya çıkacak yani çalgıcının bir şey fonksiyonu olması lazım dediğim gibi sadece fonksiyonel olması gerek, o kadar, fonksiyonun neyse orda onu yapması lazım, şimdi dediğim gibi bu fonksiyon, müzikal fonksiyon biraz önce anlatmaya çalıştığım duygusal, efendim bestecinin kimliği falan gibi soyut kavramlara gelince o soyut kavramları herkesin tek tek algılaması ve ona göre davranması da yine bir kaotik bir şey yaratacak yani birinin bir şey söylemesi lazım orda,

Sinan: Peki onu doğru mu anladım ben, eee, orkestranın içinde aslında siz yoksunuz, siz sadece bir enstrümansınız? kesinlikle, sizin kendi müzikal varlığınız yok?

Orhan Topçuoğlu: Yok, olmaması gerek zaten, zaten olmaması lazım, siz olması gerekeni yapan? Aynen aynen, bu olması gerekeni de yönetmenin yorumuna göre yapan?

Sinan: Bana kızacaksınız belki ama? Bu fabrikasyon bir şey, bant işliyor, herkes kimisi dişli sıkıyor kimisi bilmem ne yapıyor?

Orhan Topçuoğlu: Kesinlikle bu, aynen bu, aynen bu, yani zaten işin doğası bu, bu aşağılama falan değil, kızmak değil sen son derece şey söyledin yani, ne olması gerekiyorsa onu söyledin, aynen bu,

Sinan: Yani tiyatroda bilmiyorum bir rol çalarsın, işte biraz kendinden bir şey katarsın falan filan ama?

Orhan Topçuoğlu: Yorum yapılmaz, yok yapamazsın, burda öyle bir şey yok, çünkü sen burda dişlinin bir parçasısın o kadar, sadece!

Sinan: Peki orkestralar arasındaki fark ne oluyor o zaman? Bütün orkestralar önüne konmuş bir metni okuyorlar aslında?

Orhan Topçuoğlu: tamamen öyle, iyi aktör kötü aktör, sizde iyi çalıyorsunuz o da iyi çalıyor, orkestralar aynı yani

Sinan: İki orkestra arasındaki atıyorum, “moonlight sonata” veya “requiem”i şu orkestradan dinlemenin benim için bir önemi var mı?

Orhan Topçuoğlu: Var tabi canım olmaz mı, tabiki var, daha iyi şarkıcıdan dinlemek gibi bir şey, ben mi iyi söylerim şeyi, ne bileyim nat king cole mu, gibi bir şey…

Sinan: Ama sonuçta herkes kitabına göre şey yapıyor? ama sonuçta nota var, aynı notaları söylüyoruz?

Orhan Topçuoğlu:  Hımmm, bak benim sesimin güzel olması, nasıl eğitim almış olmam gibi bir sürü parametre varsa, orkestra içinde bir milyon tane parametre var,

Sinan: En iyi orkestra hangisi şu anda? dünyada? yada bu şeye göre değişir mi, besteciye göre değişir mi? şu besteciyi şu orkestra çok iyi çalar?

Orhan Topçuoğlu: Yani tabi o kadar onlar çok şeyler ikincil ücüncül dördüncül şeyler, değerlendirmeler, tabiki bu söylediğin doğru, yani bazı eserleri, bazı dönemleri bazı şeyleri bazı orkestralar daha iyi çalıyor bunlar doğru ama o çok fazla sonra gelecek bişi, ilk başta gelecek olan şey pardon bir kere orkestra üyelerinin çok iyi eğitilmiş olmaları, yani enstürümanlarında çok iyi olmaları, birinci bu yani bu olmazsa olmaz zaten onun için en iyi adamları en ünlü orkestralar alıyor o yüzden orkestralar en ünlü olmaya devam ediyor, ikincisi yani bir sürü şey var tabi, bunda ama ikincisi gelenek, yani orkestrarın ne kadar süredir, hangi ülkede, alman orkestrasının geleneğiyle amerikan orkestrasının geleneği farklı, yani avrupayla amerika çok farklı,

Sinan: Şimdi en çok duyduğumuz new york orkestrası var?

Orhan Topçuoğlu: Berlin var! Berlin var ve şahane biçimde var! Benim şu an en iyi arkadaşımın ikinci oğlu Berlin’de orkestra üyesi olarak çalışıyor. Şahane bir şey! Bundan çok keyif alıyorum…

“Göçebe dediğin yer, içer, s..ar, yakar gider… Göçebe kültürüyle buraya kadar…”

Sinan:  Bir enstrüman çalan santçının yurt dışında şansı ne olabilir?

Orhan Topçuoğlu: Çok fazla olmaz, çünkü, tabi bu da şimdi bu bireysel bir şey, yani ülkenin enstrümancı yetiştirmekteki şeyini falan göstermiyor bu. Bireysel şeyler… Arada bir iki kişi çıkıp ta yüzme takımında daha iyi netice alması gibi falan bir şey… Ne bileyim ben ne diyeyim ki sana şimdi ben?

Sinan: Yani şimdi bir gencin uluslararası bir orkestrada çalma şansı olabilir mi?

Orhan Topçuoğlu: Tabii ki olabilir canım, çok rahat olur! Çok rahat olur ama bu ülkenin şartlarında yetişmiş olarak olmaz… Yani, eğitimine bu ülkede başlayıp bu ülkede tamamlayan bir müzisyenin hiç bir dünya orkestrasında şansı olamaz! Niye? Çünkü çok kötü bir eğitim sistemi! Çok kötü! Onun için…

Sinan: sistemle ilgili bir şey.

Orhan Topçuoğlu: Tabii canım, sistemle ilgili. Yani öncelik sırası bunlar. Ülkenin kültürel sosyal, her neyse o dünyasının öncelik sıraları var… Bu da öncelik sıralarından biri değil. O yüzden gerekli önem ve değer verilmiyor yani.  Niçin bizim şahane, inanılmaz şahane ve dünya çapında bir reklam sekötürmüz var dimi abi?  Ortalığı dağıtıyor abi! Bir sektör var ki, herşeyinle herşeyinle yani…  Yaratıcılıktan tekniğine kadar her şeyiyle var. Eee hani? Niye öbürkü yok? Öncelik sıraları var bu işlerin. Yani yaşamda öncelik sırası var. Bir kere geleneğimizde yok.  Yani adamların geleneklerinde var, gelmiş! Ayrıca biz öyle bir ırkız ki,  geleneğimizde olup olmaması da umurumuzda değil. Çünkü bizim geleneğimizde olan şeylere de değer vermiyoruz. Hani, bu tamam öyle, senfoni orkestrası hani bir kenarda bulunsun… Ama öbür hani, hakikaten de çok değerli olan ama senin siyasal olarak toz konduramadığın değerlerin var ya, kendine ait değerlerin…  Hani nerde onlara verdiğin değer? Bir tanesine bir el at be birader? Kültürle mültürle ilgimiz yok bizim… Çünkü biraz önce lafım yarıda kaldı onu söylemeye çalışıyordum. Göçebenin kültürü olmaz! Göçebe gelir, yer, içer, sı..ar, yakar,gider! Çünkü başka yere gidecektir o!  O sırada bulunduğu yer onu ilgilendirmiyor! O gidecektir oradan çünkü, o gideceği için de orada bulunmanın orada yaşamanın oraya kökleşmenin bilincini taşımaz.

Sinan: Tüketir…

Orhan Topçuoğlu: Tüketmeyi de düşünmez! Ben bunu tüketiyorum falan diye öyle entelektüel olarak da düşünmez. Gelir oraya bir şey yapar gider. Bu kadar yani, göçeebe bu! Onun için, hiç bir halt olmaz…

Sinan: Bir toplumun yerleşik düzene geçemesi için kaç bin yıl lazım abi?

Orhan Topçuoğlu: Yerleşik düzene geçmek istemesi lazım, yok abicim böyle bir şey, yok mimarimizde de böyle…

Ulvi: O kadar uçurum var ki yerleşik düzene geçtiğin zaman bile urfadan istanbula geldiğin zaman yine göçüyürsun acaip bir kültür farkı var. Bitmiyor ki, İstanbul’a geldiğinde de bitmiyor yani. Semt değiştiriyorsun, Fikirtepe’ye geldin kültür şoku, Nişantaşı’na gittin yine bir şok daha geçiriyorsun zaten yani… Sürekli bir göçebelik var sürekli bir kültür şoku var o kadar fazla kültür var ki??

Orhan Topçuoğlu: Bilmek iyi bir şey değil ya! Bilmek iyi bir şey değil…

Sinan: Eveeet, saati 1 ettik!

Ulvi: Sigaramı içeyim kalkalım.

Sinan: Muhtemelen medya dünyasının en uzun röportajı oldu bu!

Ulvi: Guiness’e gireriz herhalde…

Orhan Topçuoğlu: Benim de çenem açıldı bu arada yani!

Sinan: Harika bir sohbet ve harika bir yemekti! Açıkçası ben endişeliydim, senfoni orkestrası bilmem ne… Ben öküzüm abi ne anlarım? (Kahkahalar)

Orhan Topçuoğlu: Ya bak, çok acayip bir şey bu… Hangi alandan konuşursak konuşalım; müzik, sinema filan falan o kadar başı sonu bence kopuk alanlar ki… Birinin şurada birinin burada olması o genel içerisinde hiç önemi olmuyor. Senfonik müzik açısından benim bildiğimle senin bildiğin arasındaki fark bu kadar önemli değil, onu demek istiyorum… Çünkü önemli olan, şuraya oturup, müziği koyduğunda sana gelip bir şey çarpıyor mu? Onun bunun tarifi falan kimin önde, kimin daha iyi bildiği, kimin kuyruğunun üstünde doladığının falan önemi yok! O ikisi arasındaki ilişki! Bitti! Her şey bunun için zaten…  Çünkü ben bir şey söylemek istiyorum, sen de bir şey dinlemek istiyorsun! Bunun kıstası yok yani. Onun için senin Bach‘tan aldığın keyifle benim Ümmü Gülsüm’den aldığım keyif arasında hiç bir fark yok, ikimiz de mutlu oluyorsak onu dinleyerek…

Sinan: Evet.

Orhan Topçuoğlu: Ümmü Gülsüm’ü nasıl buldumsa bu arada, o nereden çıktı ya?  Ümmü Gülsüm nereden çıktı? (Kahkahalar)

Sinan: Ümmü Gülsüm bir yerlerde duruyor orada…

Orhan Topçuoğlu: Ümmü Gülsüm dedi ya herif…

(Sinan masayı topluyor)

Orhan Topçuoğlu: Ne yapıyorsun ya?

Ulvi: Bulaşıkları yıkayıp, camları silip öyle gideceğiz?

Orhan Topçuoğlu: Ya bırakır mısın Allah allah! Benim düzenimi bozma sen ya!

Sinan: İçeri götürmeyeceğim, sadece burada toplayacağım, evimdeki gibi rahatım o yüzden?

Orhan Topçuoğlu: En nefret ettiğim şey, burası şu anda çorak bir araziye döndü? Yani b.ktan bir şey oldu, önümüzde hiç olmazsa yenmiş tabaklar vardı, bozmayın abi düzenimi müzenimi benim! (Gülüşmeler)

Sinan: Haydi dostum, Türk’ün karnı doyunca çarığına bakarmış…

BİTTİ