“Bir Şahane Adam…”

0
338

“Eskiden yoksul çocukları ilgi gösterirdi klasik müziğe. Yatılıydı Konservatuarlar. Bu, sofradan bir boğazın eksilmesi anlamına gelirdi aynı zamanda…”

Ulvi: Bu yakayı seviyorsun değil mi abi? Anadolu yakası… Kızıltoprak falan?

Orhan Topçuoğlu: Aaaa evet! Seviyorum evet…

Ulvi: Benim de öyle bir takıntım var çünkü…  İlla ki bu yakada, özellikle de Kadıköy-Moda civarında  olmak gibi.

Orhan Topçuoğlu: Yani takıntı halinde olmadı bu ama… Biraz kendiliğinden öyle oluştu ve hoşuma gidiyor. Sessiz falan ya her yer. Bir de yeşil oluşu falan…  Bu arada benim bir şansım var tabii… Bu apartman 70’lerde yapılmış, o yıllarda otopark diye bir şeye ihtiyaç duyulmamış. Kaç kişi de araba var ki o zaman? Sonradan sağına soluna evler yapılınca öyle bir durum olmuş ki, apartmanın arkasına otopark için geçecek yer kalmamış. Şimdi arkası bahçe. Yeşillik, kavak ağaçları falan var. Çok güzel. Çok büyük avantaj bu zamanda.

Sinan: Paşabahçe’den sonra nereye geçtiniz?

Orhan Topçuoğlu: E biz hep Silahtar’daydık zaten. Yazları Paşabahçe’ye giderdik.  Demin anlattım Ulvi’ye onu, sen duymadın. O Bilgi Üniversitesinin kampüsü olan Santral İstanbul. Orası eskiden İETT’nin elektrik santralıydı. Avrupa yakasına elektrik oradan verilirdi. Babam oranın doktoruydu. Ben orada doğdum ve 24 yaşına kadar orda yaşadım. Şu anda Santral İstanbul olan yerde.

Sinan: Lojman gibi miydi?

Orhan Topçuoğlu: Tabi, tabi. Bir de tam kasaba mantığıyla düzenlenmiş.  Etrafı çevrili izole bir şey. Dışarıdaki yaşamla hiç bir ilgisi yok. E bir de içeride babam doktor ya… Kapalı bir dünya düşün. Orada bir hiyerarşi var.  Fabrika müdüründen sonra doktor geliyor gibi bir şey. Hiyerarşide de biz üstteyiz. Böyle bir durum var ama tabi hiç bir zaman bunu hiç bir şekilde kullanmadı bizimkiler. Ne yazık ki onlardan öğrenemedik yani, pozisyon  kullanmanın ne demek olduğunu… Bizimkiler öğretmediler. Ama  şahane bir yerdi orası. Bak, sene  1950.ler, 60’lar ve içeride voleybol sahası, futbol sahası, ağaçlar falan, yeşillikler, çimenler vardı. Bir sürü de imkansızlık vardı yine de… Bak mesela para verip de o yaşlarda davul zili alamadım. Alamadım ama ne yaptım bak? Araştırdım. Nasıl yapılır, hangi malzemeden yapılır bu. Pirinç vs. karışımı bir şey dediler. Ben de gidip pirinç plakadan demircilere, zil dövdürdüm tabi… (Gülüyor) Herhalde bir cm kalınlığında falan oldu. Atölyede döve döve ne kadar incelir ki o, ama mesela o zili kullandım ben…

Sinan: Genelde doktor babalar çocuklarının müzisyen olmasına sıcak bakmazlar sanıyordum?

Orhan Topçuoğlu: Valla “geneldeki babalar” gibi değildi benimki… Annem de öyle değildi babam da…

Sinan: Hiç reaksiyon olmadı mı?

Orhan Topçuoğlu:  I-ıh! Hiç bir zaman! Bir tek şunu hatırlıyorum: Senfoni Orkestrası’na girdiğim zaman annem çok sevinmişti bak… Çünkü o jenerasyonda, devlet memurluğu falan mühim bir şeydi.  Müzisyen dediğin maceracıydı… Yani bugün var yarın yok!… Ama aslında haklı bir şey yani… Hele günümüz Türkiye’sinde çok haklı. Ben bu orkestraya girmeseymişim ne yaparmışım düşünüyorum yani! Gerçekten inanılmaz bir şey bu…  Minimal de olsa bir konfor sağlamış bana devlet…

Ulvi: Devam ediyor değil mi Orkestra? AKM yok?

Orhan Topçuoğlu: AKM yok. Onun yerine provalar için ve yerleşik olarak kullandığımız Üsküdar’da bir yerimiz var. Eskiden tekelin orada, hani Kuzguncuk’a giderken… Deniz kenarında. Çok da güzel bir yer orası.  Soldaki Ciner’i geçince hemen sağ tarafta. Uzun cephesi olan taş bir bina. Biz oradayız, Tiyatro orada, Opera orada, Bale orada. Yerleşik olarak yani…

Sinan: Ne sağlıyor? Devlet senfoni… Tam olarak ne sağlıyor?

Orhan Topçuoğlu:  Hımmm… Bir kere, tam istenen düzeyde olmasa bile keyifli bir müziğin içinde olmayı sağlıyor.  Hani şey anlamıda söylüyorum…

Sinan: Ticari kaygı olmadan?

Orhan Topçuoğlu: Eeee…  Oraya gelmeden söylüyorum ben sadece… Daha soyut bir kavramdan söz ediyorum. Tabii ticari olarak çok büyük bir avantaj sağlıyor. Çünkü dediğim gibi… Günümüzde okullu ya da alaylı bir çok müzisyenin, daha doğrusu çok büyük bir çoğunluğun iş bulamadığı, pazar bulamadığı bir ortamda… Bir de Türkiye’nin kendi şartlarını göz önüne alırsak eğer… Sen “devlete ihanet”, “ilga ve bilmem ne” kutturu kutturu var ya öyle laflar… Onları yapmazsan…  Seni kimsenin işinden edemeyeceği bir ömür boyu bir iş garantisi sağlıyor. Ya bu aslında dışarıdan bakıldığında hoş bir şey ama… İşin kendi mantığı açısından yanlış bir şey. Yani… Onu zaten hepimiz biliyoruz…

Sinan: Konformizm?

Orhan Topçuoğlu: Konformizm yaratmaz olur mu? Orkestra’ya girdiği andan itibaren hiç kimse gerçek anlamda sazıyla ve müzikle uğraşmamaya başlıyor… Böyle bir saçmalık var işin içinde çünkü… Sen ekonomik garantiyi almışsın. Sırtını dayamışsın! Seni oradan kimse kovmayacak! O kesin yani!…

Sinan: Kendini aşma derdi  falan yok mu?

Orhan Topçuoğlu: Yoo!… Yo! Yo! Kendini aşmayı bırak, kendin gibi bile kalman gerekmiyor… Yani Orkestra’ya ilk girdiğin zaman gösterdiğin performans;  müzikle şununla bununla ilişkin… Hani bu sadece ticari ve mesleki anlamda değil, ruh anlamında da bir heyecanla girersin ya? Böööyle bir şeye başlarsın falan: “haydi arkadaşlar şimdiiiii!”…  Bak, sonra birden bire şöyle oluyor… Yani, bir sürü etken var bunun içinde. Bunlardan bir tanesi de ne yazık ki bu… Çünkü biliyorsun ki, ne yaparsan yap, seni ordan kimse atmayacak! Rutine dönüyor yani hayat! Kimse atmayacak yani! Ne yaparsan yap! Onun için…

Ulvi: Yurtdışında böyle mi abi? Gördüğün ülkelerde?

Orhan Topçuoğlu: Yurtdışında…? Hımmm… Bunlara yakın yerler var. Yani devletin sübvanse ettiği, sponsorluk yaptığı bir sürü orkestra var ama… Onların sistemlerinde şu var: Sürekli upgrade olman lazım! Yani bir sürü adam bekliyor! Orkestra yönetimi yada kimse otorite, kime sağlanmışsa bu, “bir dakika bu arkadaş bu olmuyor” dediği zaman o artık gider! Bizde öyle bir şey yok! Bizde oradan gidebilmen için, artık yüz kızartıcı suç falan, küfür müfür bir şeyler olması lazım yani… Aynen öyle devlet memurları nasıl devlet memurluğundan oluyor, aynı işte…

Sinan: Peki “ne sağlıyor?”a devam edelim…

Orhan Topçuoğlu: Ne sağlıyor?… Ya bana bireysel olarak bana soruyorsan… Genel bir soru değilse bu…

Sinan: Önce genel olarak?

Orhan Topçuoğlu: Genel olarak bir tek bunu sağlıyor. Genel olarak senin aç kalmamanı sağlıyor! Hımmm… Bu!… Başka bir şey sağladığı yok!

Sinan: Yine genel olarak soruyorum… Sanatçısın ve hayatın garanti altında. Maişet derdin yok? Yani var tabii de, en azından üç beş kuruş var, geliyor maaş olarak biliyorsun? Aç kalmayacaksın. Sokağa düşmeyeceksin… Bir çok insan için böyle bir problem yok gerçi… Yanılıyor muyum? Klasik müzikle uğraşan insanların çoğu yine de biraz kalbur üstü ailelerden gelen çocuklar değil mi?

Orhan Topçuoğlu: Hiç değil!

Sinan: Hani öyle bir algı vardır ya “klasik müzik okumuş, ailesi onu sübvanse etmiştir”. Okumuştur yani… Hani biraz hobi gibi… Klasik müzik ya?...

Orhan Topçuoğlu: Anlıyorum sorunu… Şimdi bu biraz  devre göre de değişiyor. Çünkü bir süre öncesine kadar konservatuarların yatılı bölümü vardı, artık yok! Yatılı bölümlerin şu avantajı var aile için; bir kere bir boğaz eksiliyor evden! Hatta senin düşündüğünün tam tersine orta sınıf, hatta biraz daha düşük sınıf! Çünkü oraya yatılı yolluyorsun ve devlet okulunda yatılı okumak parasız bir şey… Evden bir boğaz eksiliyor düşünsene! Yani “keşke evdeki herkes konservatuara gitse de, rahat etsek” durumu var! Ha… Üç aşağı-beş yukarı yeteneği varsa okula giriyor. Ondan sonra da zaten… İşte bu tip müzisyenler… Nasıl desem…  Müzisyenliği mesleği olarak değil de birazcık böyle, bu şartlarda seçmiş olanlar çok fazla var… Bizim orkestramızda bile hala var o arkadaşlardan… Yani o zamanlardan kalma… Bak sana daha doğrusunu söyleyeyim mi? İnsanların niye konservatuara girip müzik okuyup, yaşamlarını müzikle devam ettirmek güdüleri olduğunu ben bilmiyorum! Niye böyle bir güdüleri var ben bilmiyorum? Ben sadece kendi adıma konuşabilirim! Yani “Türkiye genelinde Konservatuarlara niye rağbet var?” diye soracak olursan… Bu konuda düşünmedim bile doğrusu!…

Sinan: Eskiden “popçu ve topçu olmak”… Popçu derken, müzisyen olmak… Çok da muteber bir şey değildi? Şimdi birçok insan herhalde biraz bu yarışmaların, televizyonların etkisiyle konservatuarları düşünmeye başlıyorlar? Ne dersiniz?

Orhan Topçuoğlu:  Vallahi gerçekten bilmiyorum… Eski dönemler için söylediğinizde haklısınız… Yani o burjuva ailelerde bir formasyan gereğidir bu… İşte “müzik de öğrensin!” Hatta hala var ya öyle sosyete okulları İsviçre’de şurada burada?… “En azından piyano çalsın!?” “Bir şey yapsın” yani… Bir resme baktığı zaman ne olduğunu anlasın, hangi dönemde olduğunu anlasın gibi, gerçek yaşamda bence hiç bir karşılığı olmayan… Çünkü onların gerçek yaşamı başka… Yani… Gidecek kendileri gibi insanlarla evlenecek! Kast sistemi gibi!

Konservatuarlara gelince… Konservatuarlarda aslında bence hiç bir şey yok! Çünkü konservatuar “müzik eğitimi” işlevini görüyor sadece… Müzik gibi soyut meslekler, soyut kavramlar, sadece teknik olarak öğretildiğinde anlamlarını yitirirler! İşte 4- 5 tane gam bir arada… Kaç tane anahtar var?… Biliyorsun bir şey yok! O bir yaşam biçimi,  bir şey olmalı! Öğretmenlik de öyle olmalı. Eğitim de buna yönelik olmalı…  Coğrafya öğretilir gibi müzik öğretilmez! Ya da matematik öğretir gibi… Orada çünkü bir yaşam var! Daha doğrusu bir yaşam olmalı! Bu yüzden öğrenciyle öğretmen ilişkisi başka türlü olmalı. Benim yurtdışında gördüğüm kadarıyla söyleyeyim…  Bugün kaç tane öğrenci, öğretmeninin evine yemeğe gidiyor? Onunla hafta sonunu geçiriyor? Onunla bir sinemaya , bir konsere gidiyor?  O eğitim bunun içerisinde temel bir parça… Ama sadece bir parça olmalı… Öbür türlüsü son derece yavan. Yani sadece tekniği öğrenip ne yapayım ben? “Do majörde kaç tane nota var öğren!” Öğrendim ee? Ne olacak şimdi? Do majörü nasıl kullanacağım çok önemli benim, nasıl öğrendiğim değil ki?

Sinan: Acaba bu yüzden mi daha çok “ortalama icracılar” fazla, kompozitör yok, bu ülkede?

Orhan Topçuoğlu: Kompozitör olmamasının başka nedenleri vardır.  Çünkü neticede dediğim gibi her şey bir yerde gelip arz- talebe dayanıyor. Parasal anlamda olmasa bile, mesleki anlamda arz talep yok. Yani Türkiye’de… Kompozitör dediğine göre herhalde klasik müzikten bahsediyoruz şu anda değil mi? Hah,  tamam! Klasik müzikte dünyada da kompozitör yok. Çünkü bu tarz müzik bir kere gündelik yaşamdan çok soyut. Koptu gitti yani. Başka bir yerde duruyor. Arkeoloji gibi bir şey bence… Bak mesela benim Ferhan’ın, kardeşimin kızı… Arkeoloji okudu. Şu anda doktora yapıyor Chicago’da.  Ama neticede o ne olacak biliyor musun? Akademisyen olacak, başka bir şey olmayacak! Ya da arada bir gidecek bir kazının başına, bık bık bık bık burayı fırçayla dört sene kazacak! Bu bir seçim meselesi. Ama onların sahası bu… O sahanın içinde varlar. Bizim de kabul etmemiz lazım ki, bu sahanın içinde varız. Ama gündelik yaşamın içinde yokuz. Böyle bir müzik yok! O kadar yok ki, çalanların yani icracıların dünya genelinden konuşuyorum, gördüğüm kadarıyla çok büyük bir kısmı için, orkestrayla bire bir ilişki kurdukları zamanın dışında müzikle ilgileri de çok fazla yok…

Sinan: Bu dehşet verici bir şey! yani, ölü yıkayıcılarının bile her gün işi var, onlar bile daha fazla “yaşamın içerisinde”?

Orhan Topçuoğlu: E bizim de var işte? Bence bu şekilde var…

Sinan: Bunu nasıl söylüyorsunuz? Bu sizi umutsuzluğa sevk etmiyor mu?

Orhan Topçuoğlu: Yooo? Bir şey yapmıyor, beni umutsuzluğa falan sevk etmiyor artık.  Çünkü ben kendi adıma bazı sonuçlara vardım ve o sonuçlar üzerine yaşıyorum. Bu sonuçlar doğru mudur, değil midir vs… onları tartışmıyorum…

Sinan: Yani “aaamaaaaan!” mı diyorsunuz bir noktadan sonra?

Orhan Topçuoğlu: Yooo! Aman demiyorum! Aman dediğim noktalar tabii ki geliyor… Ama benim Orhan olarak “aaamaaan” demem çok zor. Çünkü ben böyle varım. O açıdan söylüyorum. Yani ben buna meslek olarak bakmıyorum ki? Bu benim için yaşam biçimi…

Ulvi: Abi mesela sen Sezen’le çaldın… Orada, Sezen’le birlikte sahnede olma duygusu…  Seyircinin reaksiyonuyla soruyorum. AKM’de çalmak arasında nasıl bir duygu farkı oluşuyor?

Orhan Topçuoğlu: Çok farklı! Hmmm… Nasıl diyeyim sana… Dili çok farklı! Ama şu aynı mesela… Mesela Senfoni’de Tchaikovsky Patetik Senfoni’yi çaldığım zaman timpanide aldığım keyifle, orada çaldığım bir şeyde aldığım keyif aynı olabiliyor. Şunu demek istiyorum. Geçen gün başka bir şeyle ilgili düşündüm bunu da…  Çok genel bir şey bu tabii…  Bak, ben şunu yargılayıp değerlendiremem… Birinin Müslüm Gürses dinlerken hissettiği keyif ve mutlulukla diğer birinin Haçaturyan dinlediği zaman hissettiği keyif ve mutluluğu kıyaslayamazsın… Bu çok yanlış ve aptalca bir şey. Çünkü bu çok bireysel bir şey ve  bunun hani gram,, metre, mil gibi yargısı, ölçüsü falan yok! Adam diyor ki  “ben çok mutluyum bunu dinlediğim zaman…”  Ben de öbürünü dinlediğim zaman çok mutluyum? Bunları bir teraziye koymak, buralarda tartmak… Keyif  ve mutluluk açısından söylüyorum, sosyal bağlamda falan söylemiyorum… Kültürel falan… Yani öyle bir şey değil… Zevk almak anlamında yani… Eveet abi??  Herifin biri orada diyor ki “Gooo Goooo Goooo Gooooooooooolll!” “Has……” diyor mesela ve acayip keyif alıyor? Öbürü de orada ne bileyim ben…  Dali’nin bir resmine bakarken o keyfi alıyor? Belki aynıdır onları ölçtüğün zaman bilmiyoruz ki? Bak sonra şu da var… Mesela ben, klasik müzik dinleyen insanlardan biriyim… Ama rakı içerken? Kusura bakma ama, rakı içerken klasik müzik dinlemem? 

Sinan: Şimdi aslında girmek istemiyordum ama….  Fazıl Say meselesine gireceğim abi, kusura bakma yani?

Orhan Topçuoğlu: Gir abi? Gir! Gir aabi! “of the record” falan da değil!

Ulvi: Şunu da sorayım da…  Nerede olduğunla, ne yaşadığınla ilgili de müziğin bir “ruhu” yok mudur? Sen de söyledin az önce? Haçaturyan seviyorsan bile rakı içerken  sevmiyorsun herhalde? Ne bileyim belki orada gittiğin meyhanenin kültürüne, oranın ruhuna uygun müzik daha çok yakışmıyor mu? oraya? Ben mesela evde oturup çalışırken, bir şey yazarken klasik müzik dinliyorum. Oturup içki içerken arkadaşlarla caz dinliyorum. Ama arkadaşlarım geldiğinde klasik dinlemiyorum. Hatta cazın da ağır parçalarını değil, daha kolay dinlenebilir bir şeylerini çalıyorum.  Ama mesela Cibalikapı’ya gittik içiyoruz… E orada klasik müzik ya da caz çalsın istemem? Şöyle arkadan arkadan, Türk Sanat Müziğinin eskilerinden  bir şeyler olsun isterim? Çok bireysel şeyler bunlar? Müzik bir yandan da ne yaptığınla ne ettiğinle sende de değişmiyor mu mesela? Tatile gittiğinde, mp3.ünü kulağına taktığında, o anki ruh halinle bunu seversin de ne bileyim,  çok aşıkken şunu dinlerim diye değişiyor mu?

Orhan Topçuoğlu: Yooo! Yoo! Sana şunu söyleyeyim. Ben şu ruh halindeyim ya da şu ortamdayım ya da şu havadayım şu müziği dinleyeyim diye bir şey yapmadım bugüne kadar hiç!

Ulvi: Orhan topçuoğlu ne dinler abi genelde? Ben caz dinlemeyi severim, onda da trio severim. Piyanolu trioları severim… Keith Jarrett çok severim bu yüzden… Piyanolu trioları olduğu için…. Etnik müzikleri severim…

Orhan Topçuoğlu: Melodi seviyorum ben galiba… Zaman zaman. Aslında bilmiyorum ki neye göre değişiyor? Sen haklısın galiba? Şunu demek istiyorum… Mesela ben minimalist müziği çok seviyorum. Klasikte de çok severim, zaten klasik formu. Phillip Clarks… Böyle minimalist yaklaşımlar benim çok hoşuma gidiyor. Ama öte yandan Tchaikovsky de çok seviyorum. St. Saens ’ı çok seviyorum, acaip melodiler yazmış herif. Bilmiyorum ki…. Bilmiyorum yani! Ben bir “şu dinleyicisiyim” diyemiyorum. Bir de “valla güzel olan her şeyi dinlerim” demek istemiyorum. Öyle bir şey de yok çünkü. Yani neye göre güzel falan? Bir kere zaten galiba şunu seviyorum ben. Yapılan işin doğru yapılmış olması… Doğrudan da şunu kastediyorum. Mesela 1970 lerde Beyoğlu’nun girişinde böyle silme kitapçılar ve kasetçiler vardı. Bu solculuğun patladığı zamanlar bunlar. Ve o zamanlar eline bağlama alan ve “hummm huuumm huuuummm” diye bir sesi olan herkes, biraz Alevilikten çalma çırpma inanılmaz kasetler sattılar. Kasetti o zaman… Şunu demek istiyorum. Eğer bir cümleyi kuracaksan kelimeleri bilmen lazım. Orada yanlış kelimeler kullanıp da bana hitap ettiğini düşündüğün laflar ediyorsan, sı.ayım! Önce kelimeleri doğru kullan! Yani söyleyeceğin şey, beni…

Sinan: Derdini doğru anlat!

Orhan Topçuoğlu: Derdini bir kere doğru anlat. Sonra ben düşüneyim o derdin ne olduğunu… Kabul edeyim etmeyeyim, ama bana ilk önce doğru bir şey söyle. Yani doğru bir lafla söyle bunu. Müzikteyse doğru dürüst söyle, yazıdaysa doğru dürüst söyle, resimdeyse… Neyse yani. Ki laf etmeye başladıktan sonra o soyutluk da kalkıyor ya, hani müziğin soyutluğu… Laf ediyorsun ya, o zaman müzik falan da kalmıyor zaten. Yani laf önemliyse… O zaman kitap yaz? Şiir yaz?

Sinan: O zaman Fazıl Say’ın dediği doğru? Mesela Sezen Aksu’dan örnek verdi? Şimdi benim müzik bilgim olmadığı için ifade edemeyebilirim ama, bir sürü yanlış nota, bir çok yanlış ses çıkartıyor diyor Sezen Aksu için?

Orhan Topçuoğlu: Tabii Fazıl Say’ın bunları ne için söylediğini önce düşünmek lazım. Yani ne söylediğinden önce bu lafı niye söylediğine bak. Şimdi Fazıl Say dersen, benim ağzımdan köpükler çıkmaya başlar. Onun için… İstiyorsan de?

Ulvi: Demiş bulunduk!

Sinan: Dedik! O da tamamen meraktan yani…

“İki tın tın yaptı mı caz yaptığını zannediyor. Ayıptır yahu! Ayıptır yahu! Hem Mozart’a ayptır, hem piyanistlere ayıptır, hem caza ayıptır, hem darbukacılara ayıptır!”

Orhan Topçuoğlu: Fazıl Say!.. Bak bu konuda öyle çok fanı falan değilimdir ama 2007 senesinde Yıldırım Türker ’in Fazıl Say için yazdığı bir yazı var.

O, bence şahane bir yazı. Çok net biçimde bir kişilik analizidir o, Fazıl Say’ın kim olduğunu çok net biçimde ortaya koyan bir yazıdır ve çok güzel biçimde ortaya koyulmuş, bir de üstelik Yıldırım Türker’in bence aşırı bir kibarlıkta ortaya koyduğu bir yazı.

Yani normalde Yıldırım Türker’in orada öyle dememesi lazım. Yıldırım Türker’i tanımıyorum ama tanıdığım kadarıyla o kadar kibar olmamalıydı…  Belli ki kendisini hayli tutmuş o yazıyı yazarken… Çok doğru bir yazı o ve o yazıyı hala saklıyorum. Fazıl Say diyenlere ilk önce “şu yazıyı okuyunuz” demem lazım…  Çünkü bu Fazıl Say, ta Nokta ve Erkekçe zamanında (ki herhalde o zaman daha yeni yeni pıtırcık vermeye başlamıştı) “ben bu ülkede Sezen Aksu’dan daha fazla albüm satacağım” demişti…

Şimdi sen eğer buralarda dolaşıyorsan… Yani kastın, amacın, hedefin buysa… Ya senin Sezen Aksu ile ne işin olabilir yahu? Ne ilişkin var Sezen Aksu ile? 

Bakın… Geçen seneydi, böyle biri daha var benim için. Bunlar bir araya gelmişlerdi orada. Ne o? Darbukacı? İsmini unutuyorum hep. Trakyalı. Hah Burhan Öçal! Bak şimdi. Fransa’da  bunlar “caz çalıyorlar”!. Fazıl say, Burhan Öçal, bir tane de  gariban kemancı bir kız bulmuşlar. Mozart Türk Marşı çalıyor!

Şimdi Fazıl Say şunu yaptığı zaman caz yapıyorum zannediyor. (O klasik müzik notaları arasına iki tımbırtı koyarak) Cazın böyle bir kolaylığı var, hani davula vurduğunda ses çıkar ya?.. İki tın tın yapınca caz oluyor! Bunu yapmış! Utanmadan! Yani mozartı bilmesi ve çok iyi icra etmesi gereken biri olarak! Fazıl Say iyi bir piyanist çünkü. Allahına kadar iyi piyanist ve bunu yapmış! Böyle bir takım sahtekarlıklar piyanoda…

Burhan Öçal;  alüminyum turistik darbukalar vardır, üzerine film gerilir…  Öyle bir darbuka almış eline, böyle tik tik tik tik! Bilmiyor çünkü! Fazıl Say’ın ne yapacağını da bilmiyor. Tikitiki! Tikitiki! Tikitiki!… Öbür kemancı kızcağız da bik bik bik yapıyor!

Ve bunlar bunu kaydedip yayınlıyorlar! Adına da Mozart Alaturka Caz diyorlar! Yaani “hasss… mefaret teyze!” diye bir şey vardır! Ayıptır yahu! Ayıptır yahu! Hem Mozart’a ayıptır, hem piyanistlere ayıptır, hem caza ayıptır! Hem darbukacılara ayıptır! Darbukacılık diye bir enstrümancılık var yahu! Darbukacı yani! Kongacı diye bir herif var. Konga! Yani konga çalıyor herif değil mi? Bu bir kültür! Bu bir kültürdür yahu

Ulvi: İyi çalar ama değil mi? Burhan Öçal

Orhan Topçuoğlu: Bilmiyorum! Ben bilmiyorum! Şimdi bu adamlar çok iyi prodüktör. Süper prodüktör! Ve en iyi kendilerini pazarlıyorlar. Burhan Öçal’ı bir kenara bırakalım. Fazıl Say’dan açıldı ya laf…

Fazıl iyi bir piyanistken… Tabii o Yıldırım’ın yazısı çok güzel… Yani iyi bir piyanist olmanın çocukluktan beri getirdiği bir takım dezavantajlar var ya?…  Asosyal olmak!

Ne kadar iyi piyanist olursan ol, kaç kişiye hitap edeceksin? On kişiye?! Sen eğer göğsünü bağrını açıp bağırmak istiyorsan… Öyle bir kişiliğin varsa, tabii bu sana yetmiyor. O zaman ne yapman lazım? Bu sazı kullanarak ve bu müziği kullanarak hiçbir yere varamazsın kendi kafanın içinde. O zaman başka şeyler yapacaksın. Besteci olacaksın. Magazin olacaksın. Birden bire “ünlü Türk düşünürü” ve “ünlü Türk” olacaksın yani. Bloglar kuracaksın ve Türkiye’nin geleceği hakkında fetvalar vereceksin

Ulvi: Atatürkçü, Cumhuriyetçi?…

Orhan Topçuoğlu: Yahu Atatürkçü de olabilirsin,  CHP li de olabilirsin, Türkiye hakkında fikirlerin de olabilir… Ama bunları böyle hakikaten inanılmaz bir Türk düşünürü ve takip edilmesi gereken biri edalarıyla yapmak niye? Ha bir de üstelik söylediği laflar yanlış anlaşıldığı ve reaksiyon gösterildiği zaman inanılmaz küsüp, inanılmaz büyük reaksiyonlar gösteriyorsun? Bu tavırlara ne gerek var arkadaş?

Bu tamamen kişilikle ilgili. O’nun ne Atatürkçülüğüyle ne şusu ne busuyla ilgili bir şey bu… Bakın arkadaşlar, bundan kaç yıl önceydi tam hatırlayamayabilirim şimdi… Belki 10 yıl önceydi?… Ankara Çok Sesli Korosu vardı. Devlet Çok Sesli Korosu. Çocukları gördüm AKM de. “Ne yapıyorsunuz siz hayrola? Konser mi var?” dedim. “Yoo? Kayda geldik!” dediler. “Ne kaydı bu?” dedim… Fazıl Say, Fenerbahçe Marşı bestelemiş, ve Ankara Devlet Çok Sesli Korosu’na söyletmek için koro da oraya getirtilmiş. İlişkilere bakar mısın? Sonra bu adam diyor ki “Cumhurbaşkanı beni Köşke davet etmedi, başkalarını davet ediyor” diyor. Paçoz komplekslere bakın. Sen sanatçısın arkadaş, Cumhurbaşkanı seni davet etse ne olur etmese ne olur? Ve insanlar da bu adamın ne kadar büyük bir insan olduğuyla,  ne kadar büyük bir Türk, ne kadar büyük bir besteci, ne kadar büyük bir müzisyen olduğuyla ilgili inanılmaz şey yapıyorlar. Feed backleri var yani. Ama ne yapayım bu ülkede bu iş böyle yani. Ne yapayım?!

Ulvi: Müzisyensindir, ne bileyim bir kitap yazarsın Türkiye’de, bir kitap kaç satar? 5 bin! Yani 5 bin kişiye hitap ediyorsundur ve bundan mutlu olursun. Ama bir de böyle medyatik olmak diye bir şey var.

Orhan Topçuoğlu: Mutlu olmuyorsan zaten o zaman başka iş yapacaksın. Senin Sezen Aksu ile Müslim Gürses ile Orhan Gencebay ile ne işin olabilir? Niye oluyor? Ya Sezen Aksu’nun entolasyonu bozukmuş! Sana ne? Sana ne? Çünkü bunları söyleyerek gündemde kalıyor! Gündemde kalıyor! Bütün derdi bu. Gündemde kalmak!

Ulvi: Klasik müzik konuşsa ne kadar gündem olabilir ki? Haber değeri var mı? Bir gazete için? Yani yer alması için böyle bir şeyler yapması lazım. Bu büyük bir ihtimalle medyada gündemde olayım, magazin olayım, fotoğrafım haberim çıksın telaşı…

Orhan Topçuoğlu: “Güher-Süher Pekinel, İdil Biret piyanist mi?” dedi bu adam ya? Yani utanmanın da bir şeyi vardır yani!